Free Essay

Bediuzzaman

In:

Submitted By OlzhasZak
Words 79100
Pages 317
İNİ L

Bir İ’câz Hecelemesi
Copyright © N ıl Y a yın tın . 2014
Bu /serin mm yayın h aklan iç ti Yayıncılık Ticaret Y ) 'ne a ittir.
Eserde yer alan metin te resimlerin. Lçık Yayıncılık Ticaret /(..) nın önceden ya zılı izn i olmaksızın, elektronik, mekanik, fotokopi ya da herhangi bir kayıt sistemi ile çoğaltılması, yayımlanması te depolanması yasaktır.

ISBN
9 7 8 -9 7 5 -3 1 5 -6 6 9 -1

Yayın Numarası
541

Çağlayan A. Ş.
TS EN 150 9 0 0 1 :2 0 0 8
Ser N o: 300-01
Sarnıç Y olu Ü zen N o : 7 Gaziemir / İZM İR
Tel: (0 232) 274 22 15
Kasım 20 14

Genel Dağıtım
Gökkuşağı Pazarlama ve Dağıtım
Merkez Mah. Soğuksu Cad. N o: 31
-i

Tek-Er İş Merkezi Mahmutbey/İSTANBUL
Tel: (0 2 1 2 )4 1 0 50 6 0 Faks: (0 2 1 2 )4 4 5 8 4 6 4

Nıl Yayınları
Bulgurlu Mahallesi Bağcılar Caddesi N o: 1
Üsküdar/İSTANBUL
Tel: (0216) 522 1 1 44 Faks: jp J L j oHJjil JAJL>j ‘O K u r’â n ’ı Biz, hakkın ta kendisi ola­ rak indirdik ve o mutlak hakkın kendisi olarak nâzil o ld u .’14 hakkaniyetini tescil ettirmektedir. ” 1
5
Müellifimiz, Bakara Sûresi’ nin tefsirine başlarken ö n ce
“Sûreye İcmali Bir Bakış” başlığı ile sûre-i şerifenin m uhte­

15

“Dürüstlük bulm ak isteyen kim se, dürüst olmalı­ dır.” kaidesi. “Ey İsrail’in evlatlan! Size ihsan ettiğim nimet­ lerimi düşünün. Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim ve yalnız B en d en korkun!”1
9
âyetinde Cenab-ı Allah, Kendisiyle bütün kullan arasında bir sözleşme bulunduğunu bildirmiş olmaktadır.20

vası ve genel yapısı, içerdiği akaid, ibadet, ahlâk, hukuk,

“Söylediğini yaşamayanın sözü, insanlarda kabul

muamelât, ukûbât ahkâmı hakkında bilgiler vererek onun,

görm ez.” kaidesi. “Halka iyilik em redip kendinizi unutuyor

Kur’ ân’ m uzunca bir hulâsası olduğunu bildirir. Bakara Sûresi’ ni izleyen sûrelerin, bu sûredeki m uayyen konuları ayrıntılı

17

Tefsiru’I-Menar, 7/288-289. En’ âm Sûresi tefsirinin girişinde özetle şöyle der: Bakara
Sûresi’ nden sonraki 3, 4 ve 5. sûreler Ehl-i Kitap ağırlıklı olup onların hatalannı dü­ zeltir. 6. En’âm Sûresi tevhidin özünü ve mahiyetini bildirip şirk ve küfrü iptale, 7.
A ’râf Sûresi tevhid tarihine, onu tebliğ eden peygamberlerin kavimleriyle mücadele­ lerine, 8. Enfâl ve 9.Tevbe sûreleri münafıkların davranışlanna ağırlık verir. Böylece
Kur’ân-ı Kerim’ in ilk sülüsü (üçte biri) böyle bir bütünlük ortaya koyarak tamamlanır.
Ayrıntılar nazara alınmaksızın genel bir bakışla bu, sûreler arası tenâsüp yönünden ilginç bir değerlendirmedir (Krş.: Suat Yıldırım, Fatiha ve En'am Sûrelerinin Tefsiri,

1
8

Bir İ’câz H ecelem esi, s.47.

bir şekilde ele aldıklarını söyleyerek, sûreler arası tenâsüp k o ­ nusunda dikkate değer bir not düşm ektedir.16 Onun ayrıntıya
1
1

Yâsîn sûresi. 36/38

1
2

Enbiyâ sûresi, 21/30.

1
3

Fussilet sûresi, 41/53.

1
4

İsrâ sûresi, 17/105.

1
5

Bir İ'câz H ecelem esi, s.37.

1
9

Bakara sûresi, 2/40.

1
6

Bir İ’câz H ecelem esi, s.71.

20

Bir İ ’câz Hecelem esi, s.45-46.

İstanbul, 1989, s.44-45).

16 ____________________________________________ B i r i ’câz Hecelemesi

Bir İ ’câz Hecelemesi (Bakara Sûresi Örneği) _

musunuz yoksa?”2 âyeti, YahudiJere hitabın ötesinde, “Sözün
1
başkasına tesirinin birinci şartı, söyleyen tarafından yaşanması­

Sûrenin birinci âyeti Elif, Lâm, Mîm vesilesiyle hurûf-u mukattaa hakkında izahlara önemli bir yer ayırır.28 Değerli

dır.” prensibini ortaya koyarak, yaşanmayan sözlerin sinelerde

yazarımızın, başka tespitleri arasında, bu konudaki şu oriji­

kabul görmeyeceğini anlatmaktadır.22
“Emsal (benzerler) birbirini iter.” kaidesi. “N e Yahu-

17

nal izahını aktaralım: “Bu harfler, maddeyi meydana getiren atomlar ve insanı oluşturan hücreler mesabesindedir. Yani

diler ne de Hıristiy anlar, Sen onların dinlerine tâbi olmadık­

buradaki asıl mucizelik şuradadır: Nasıl ki canlıyı meydana

ça senden razı olmazlar. Ö yleyse de ki: ‘Allah’ın hidayet yolu

getiren elem entler bilindiği ve elde mevcut olduğu hâlde y e ­

olan İslâm, doğru yolun ta kendisidir. Sana gelen bunca ilim­

ni bir canlı yaratmaya Allah’tan başka kimsenin gücü yet­

den sonra onların heva ue heveslerine uyacak olursan Allah’a

m ez; ö yle de, K ur’ân-ı Kerim de, o

karşı hiçbir koruyucu ue yardımcı bulamazsın. ’ ”23 âyetinden

ya buradaki şekliyle jjl (Elif, Lâm, Mîm) gibi herkesin bildi­

bu kuralı çıkarırken şöyle der: “Nitekim aynı kökten gelm ele­

ği harflerden müteşekkil olduğu hâlde hiç kimse, onun mis­

ri itibarıyla bugüne kadar İslâm’a karşı en büyük muarazanın

li “M u ’cizü’l-Beyan” bir kitap meydana getiremez. Zira Al­

,1 (elif, be, te) ve­

semavî dinlerin müntesipleri tarafından yapıldığı inkâr edil­

lah’ın (celle celâluhu) hilkati m u’ciz (herkesi âciz bırakan) ol­

mez bir hakikattir. Zira bunlar arasında cibillî bir ihtilaf söz k o­

duğu gibi hitabet ve kitabeti de m u’cizdir.”29

nusudur fakat bu, hiçbir zaman aralarında bir vahdetin tesis edilemeyeceği şeklinde de anlaşılmamalıdır. ”24

Bir de başka bir eserde görmediğim şu tespiti de iktibas etmeliyim: “Bir başka açıdan “Elif, Lâm, Mîm”, bir malum-u

“Zaruretler haramları mubah kılar.” “Zaruretler,

meçhulü anlatır. İnsan, Kur’ân-ı Kerim’i derinlemesine incele­

miktarına göre takdir edilir.” kaideleri.25 “ O, size lâşeyi,

diğinde p ek çok hakikate âşinâ olur. Fakat nasıl ki, çeşitli ilim­

kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanın

lerde ihtisas yapanların, bilmedikleri hususlar karşısında, “Biz

etini haram kıldı. Kim m ecbur kalırsa, başkasının hakkına te­

açtığımız her malum sahanın ötesinde bir meçhulle karşı karşı­

cavüz etm em ek ve zaruret miktarını geçm em ek şartıyla, bun­

ya kalıyoruz; bildiğimiz şeyler, daima bizim karşımıza bilmedi­

lardan yem esinde bir günah yoktur. ”26

ğimiz p ek çok yeni şey çıkarıyor. ” demeleri gibi, hurûf-u mu­

Bu özetlemeyi şöyle bitirir: “Hâsılı, denebilir ki, Bakara
Sûresi’nde bir Müslümanm ferdî ve İçtimaî hayatı adına lü­ zumlu olan bütün prensipler icmalî olarak anlatılmış ve hiçbir boşluk bırakılmamıştır. ”27

kattaa ile karşılaşan bir kişi de, Kur’ân-ı Kerim’in içindeki bü­ tün sırları ve hakikatleri öğrense de, hakkıyla onun iç derinliği ve ledünniyatına vâkıf olamayacağını, bildiği şeylerin, bilmedi­ ği nice şeyleri gösterdiğini idrâk ederek Kur’ân karşısında her zaman aczini ifade etm e durumunda kalacaktır. ”30 Demek bu

2
1

Bakara sûresi. 2/44.

gizemli harfler, bir bakıma, var olmakla beraber bilemediğimiz

2
2

Bir İ’câz Hecelemesi, s.57.

nice hakikatlerin de birer unvanı, birer simgesi durumundadır.

23

Bakara sûresi, 2/120.

24

Bir İ'câz Hecelemesi, s.58-59.

25

Bir İ’câz Hecelemesi, s.60.

28

Bir İ’câz Hecelemesi, s.70-72, ayrıca s.83-95.

26

Bakara sûresi, 2/173.

29

Bir İ’câz Hecelemesi, s.72.

27

Bir İ’câz Hecelemesi, s.61.

M

Bir İ’câz Hecelemesi, s.87-88.

18

B ir 1’
c.âz Hecelemesi

Bir Vcaz Hecelemesi (Bakara Sûresi Örneği) _______________________

19

Bilindiği üzere bu harfler 29 sûrenin başında bulunmakta olup

ibtida (başlangıç) ile intihayı (sonu) cem etmiş bir mukaddes

haklarında otuzdan fazla görüş ileri sürülmektedir. Bu teklifleri

kitaptır. Bu itibarla, hidayeti, hem ihtidası hem de intihasıyla

naklettikten sonra müfessirler “ Bunlardan asıl maksadını, asıl

K u r’ân ’da görm ek mümkündür. Hidayetin başlangıcını, Al­

Allah Teâlâ bilir.” derler.3
1
“Bu Kitap, müttakîler için rehberdir. ”32 âyeti, hidayeti tak­

lah ve ibadet telakkisiyle İslâm dairesine giren bir bedevi­ nin ço k basitçe iz’an ve kabulü şeklinde görürsek; zirvesine

va sahiplerine mahsus kıldığı zannını uyandırmaktadır. Müfes­

d e Resûl-i E k rem ’in (sallallâhu aleyhi ve seîlem) mazhar ol­

sirler burada neticenin gözetildiğini, yani cüz’î iradesini iman

duğu hidayet diyebiliriz. Bazı sosyologların da ifade ettiği gi­

tarafına kullanarak neticede iman ve takva dairesine girecek

bi, şim diye kadar hiçbir fikir, doktrin ve kitap K ur’ân-ı K e­

olanların kastedildiğini,33 Kur’ân’ın aslında bütün insanlara

rim in toplumda meydana getirdiği inkılabı gerçekleştirem e­

hitap olduğunu, fakat sonuçta ondan istifade edenler sade­

miştir. Başka oluşumlarda ancak üç-dört nesilde tamamlanan

ce müttakiler olması itibarıyla {i’tibar-ı mâ se-yekûn), âdeta

bir tekem m ül sürecini K ur’ân sayesinde Hazreti Peygam ber

onlara mahsus diye nitelendirilmesinin yerinde olduğunu b e ­

bir nesilde tamamlamıştır. D em ek K ur’ân’m hidayeti birinci

lirtirler. Muhterem Fethullah Gülen konuya şöyle özetleyebi­

basamakla başlayıp kemalâtta devamlı yükselen bir terakkî

leceğimiz bir başka açıdan daha yaklaşır: Hidayet için takva,

şeklinde seyretm ektedir, âdeta m ü ’minler adedince sonsuz

takva için hidayet şart koşulunca, burada bir devr-i bâtıl bu­

d en ece k kadar m ertebeleri vardır.34

lunduğu zannedilebilir. Ancak K ur’ân-ı K erim ’d e hidayetin

Müellifimiz âyetleri tefsir ederken onları konu bütünlüğü­

farklı farklı mânâlarda kullanılması, bir başka açıdan da hi­

nü göz önünde bulundurarak gruplandırır (1-5. âyetler, 6-7.

dayetin farklı mertebelerinin olması itibarıyla burada o şekil­

âyetler, 8-10. âyetler gibi). İzaha başlarken önce âyetlerdeki

de bir devirden bahsetm ek söz konusu değildir ve m eselenin

kelimelerin “müfredat m ânâsı” nı kaynaklara dayanarak et­

“devir” olarak anlaşılmaması için bu farklılıkların iyi bilinm e­

raflı bir şekilde verip açıklar. Açıklamasında sadece lügavî mâ­

si lazımdır. Mesela kişinin, küfürden vazgeçip imana gelm esi, imanda derinleşip rüsuh kazanması, sonra onu tabiatına mâl etmesi; meseleyi daha da detaylandıracak olursak, hidayetin ilme’l-yakîn, ayn e’l-yakîn ve hakka’l-yakîn yollarından g e ç e ­ rek kemale ermesi... evet, işte bütün bu m ertebeleri cü z ’î v e küllt dairede duyup zevk etmesi, K ur’ân’ın hidayetinin çeşitli­

nâlarla yetinmez, duruma göre kelâm, İslâm düşüncesi, fıkıh, tasavvuf ilimlerindeki ıstılah mânâlarına da girer. Mesela 6. âyette geçen Ijjls' kelimesini açıklarken kefr, küfr, küfrân, kâ­ fir, kâfur, kâfire kelimelerinin anlamlarını35 verdikten sonra küfr terimini kelâm, akaid, mezhepler tarihi, İslâm düşüncesi alanları açısından inceler.36

liği adına ortaya konabilecek farklılıklardandır. K ur’ân, hida­

Müteakiben aynı âyet grubunda “seçilen kelimelerde­

yet dairesine giren bu kişinin elinden tutar ve onu, o yanılt­

ki dil incelikleri” başlığı altında şu kabil bilgileri buluruz: j j

mayan rehberliğiyle, yukarıda bir kısmı arz edilen farklı hi­

te’ kid edatının,

ism-i mevsûlünün,

dayet seviyelerinden biriyle taçlandırır. Zira K ur’ân-ı Kerim,
3
1

Suat Yıldırım, Kuran İlimlerine Giriş, İstanbul, Ensar Yay. 7. bas., 2011, s.107-109.

34

Bir İ’câz H ecelem esi, s.76-77.

32

Bakara sûresi, 2/2.

35

Bir İ’câz Hecelem esi, s.155-156.

33

Nesefî, Medârik, bu âyetin tefsirinde.

36

Bir İ’câz Hecelem esi, s. 156-159.

kelimesinin, J*

20 _____________________________________________ B ir İ'câz Hecelemesi

Bir i'câz Hecelemesi (Bakara Sûresi Örneği) ______________________

edatının, başka çok müteradif kelimeler arasında inzar kelime­

mahsûs ve makûl bir hâl alıyor gibi olur. Bunun gibi, temsil y o ­

21

sinin tercih edilmesi, zamirle anlatma imkanı varken zahir isim

luyla mânâlar da âdeta cisim giymiş olurlar. K ur’ân-ı Kerimin

kullanılmasındaki incelikler sarf, nahiv, belâgat ilimleri bakı­

ifadelerindeki bu canlılığı, Abdülkâhir Cürcânî (Ö.471/1079),

mından incelenir. Daha başka yerlerde icaz, itnâb, m a’rife, ne-

Zem ahşerî (Ö.538/1144), Sekkâkî (ö. 626/1229), Bediüzzaman

kire, tenviri, isim cümlesi, fiil cümlesi, fiilin mazi veya muzâri

(Ö.1960) ve Seyyid Kutup (Ö.1966) gibi yüzlerce muhakkik çok

getirilmesi, kasr, istifham ilh. üsluplarının ihtiva ettiği incelikle­

iyi görm üş ve değerlendirmişlerdir.’m

ri bildirerek Kur’ân'daki üstün edebî anlatımı, Kur’ ân estetiğini imkân ölçüsünde okuyucuya intikal ettirmeyi hedefler.
Eser belâgat incelikleri yönünden ağırlıklı olmakla birlikte

Eserde değinem ediğim iz daha birçok özellik elbette var­ dır. C enab-ı Hak, Kur’ân-ı Hakîm’ in mufassal özeti olan 286 âyetli Bakara Sûresi’ ni, makalemizin başında belirttiğimiz üze­

onda, yeri geldiğinde kelâm,37 fıkıh.38 İçtimaî tefsir,39 psikolojik

re, âdeta 2 5 âyette hulâsa etmiş, ilk etapta vakti müsait olm a­

tefsir,40 fennî (bilimsel) tefsir.4 tasavvufî tefsir42 bakımından dik­
1

yanlara kısa yoldan bir fikir vermek istemiştir. Tafsilat almak

kate değer izahlar bulmaktayız. 17-18. âyetler vesilesiyle m üna­

isteyenleri de devam ını okum aya teşvik etmiştir. Muhterem

fıklar hakkındaki meselleri, beyan ilmi açısından etraflı bir şekil­

Fethullah G ülen’ in de tam bu miktarını tefsir etmesi, rastgele

de tahlil eder.43 Kur’ ân'ın bu mesellerle onların tutarsızlıklarını,

olm ayıp kesinlikle böyle bir değerlendirme sonucunda olmuş­

çarpık hâlet-i ruhiyelerini. bocalamalarını, kişilik bozukluklarını

tur. Kendisi bu plândan söz etmese de bu bende kesin bir ka­

nasıl resmettiğini anlatır. Diğer taraftan Kur'ân’ ın, yeri geldikçe

naattir. B öylece birkaç ciltlik tefsiri okuma imkânı bulamayan

mesel irad etmek suretiyle meseleleri müşahhas hâle getirmesi

geniş okuyucu kitlesine, bütünlük arz eden küçük bir cilt ile

hakkında genel mütalâasında da şöyle der: “Ve işte bu şekilde

istifade imkânı vermiştir.4 Kendisine Kur’ân’ a ve Müslüman45
4

temsil yoluyla vehim akla, hayal de fikre teslim oluyor., v e ol­

lara hizmetlerinden dolayı tebrik ve teşekkürlerimizi sunuyor,

dukça garip ve uzak meseleler hâzır hâle geliyor. İnsan öldük­

Cenab-ı Allah’ ın, öm rüne daha nice bereketler ihsan buyur­

ten sonra dirilmeyi uzak görebilir; ancak bahan görünce, san­

masını diliyoruz.

ki çok uzak bir m esele olan o tekrar dirilme, gözünün önünde
Prof. Dr. Suat Ytldınm
37

Mesela s,157-160 ta küfre sebep olan şeyler: s. 164-165'te imanın mahiyeti; s.170175'te cebr ve ihtiyar meseleleri.

38

Mesela s.53-54 te haram ve mubah konusu: s.l2 4 -1 2 5 ’te namazı ikâme ve namazda tâdil-i erkan.

39

Mesela s. 12S- 132'de zekât ve sosyal adalet: s.3 54 -3 58 'd e münafıklann taklit ve menfaatçilik zihniyeti.

■’
*

Mesela s.202-209'da nefs, şuur, vicdan hakkındaki izahlar; s.2 32 -2 34 ’te münafıklann ıslah ve dürüstlük iddiaian; s.358-359'de münafıklann düalite yaşamalan ve kişi­ lik bozukluktan.
Bir İ'câz Hecelem esi, s.35-40'de çağdaş tıp ve embriyonun ana kamındaki safhalan. keza astronomi alanında gök cisimlerinin yaratılması. Güneş ve Ay ın hareketlerine dair Kur'ân-ı Hakim deki işaretler.

v

Mesela s.l62 -1 63 te kalb hakkında.

33

Bir İ’câz H ecelem esi, s.286-289.

44

Bir İ'câz H ecelem esi, s.293.

45

Önyargılı bazı kimseler, kitap tanıtımına dair bu makalem ile “kendi Hocamızı" ölçü­ süz şekilde övdüğümüzü iddia edebilirler. Böyle düşünenleri, makalemizde ilmi ölçü­ lere uymayan yerleri göstermeye davet ediyorum. Keza kitabı okuyup ilmi yönden değerlendirmelerini öneriyorum.

*

Dar Dır Dçıdan
D ir 9 (ez Daha cKur'ân ■
Bugüne kadar Kur’ ân’ ı anlatma uğrunda nice kalemler gözyaşı döktü ve inledi., nice sineler onun esintileriyle ürperdi ve titredi., nice dimağlar onun mucizevî, büyülü atmosfe­ rinde iç içe “b a ’sü b a ’d e ’ l-mevt” lere erdi ve uhrevîleşti.
Bizimki kendini bilmezlik olsa da onun yeryüzünü şe­ reflendirdiği asırdan günümüze dek nice cins dimağlar birer gavvâs gibi o “el-m enhelü’l-azbü’l-mevrûd” a daldı ve kendi çağdaşlarına ne cevherler ne cevherler sundu..! Biz şimdilik, o harikulâde beyan âbidesiyle alâkalı pek çok esrar ve ince­ likleri o alanın mahir üstadlarınm güzide eserlerine havale ederek, dar bir çerçevede bir kere daha “ i’ câz” ve “îcâz” de­ mek istiyoruz.
İ’câz, sözlük itibarıyla güç yetirilememe, âciz bırakma, benzerinin yapılamaması ve başkalarının yapmaya, söyle­ m eye muktedir olamayacağı aşkın bir muhteva ve harika bir beyan demektir. îcâz ise bir mazmun ve mefhumu çok az kelime kullana­ rak özlü söylem e; tabir-i diğerle, çok az ifade ile pek çok şey işaretleme ve pek az sözle maksadın vâzıh olarak ifade edil­ mesi mânâlarına gelmektedir.

26

B ir İ ’câz Hecelemesi

D ar Bir A çıdan B ir Kez D aha K u r ’ân _________________________ __

Belâgat uleması, îcâz sözüyle alâkalı şu mütalâaları ser-

Mesela, A ’ râf Sûre-i Celîlesindeki ojAJL °J \ ji*Jl iA
>j

dederler: Bir söz, ifade edilmek istenen mânâyı tam karşıla­

^

yacak ölçüde ise buna “ müsavat” denir ki beliğlerin beyanla­ rında en şayi olan da budur. Bazen de bir faydadan ötürü ve tabiî “ mukteza-i hâl” veya “mukteza-i zâhir” esprisine bağlı olarak fazla kelimeler kullanıldığı da olur ki, buna da “ itnâb” denegelmiştir ve kendi çerçevesinde bu da makbul bir ifade tarzıdır. Oldukça az kelime veya haziflerle -m aksadı muhill olmama kaydıyla- ifade ve beyana da “ îcâz” denir ki, bu k o­ nuyla alâkalı Kur’ ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’ dan yüzlerce örnek göstermek mümkündür.

27

“Sen her zaman bağışlama (afv u safh) y o ­

lunu tut, iyiliği em ret ve cahillerle uğraşmaktan uzak dur.”46 ferman-ı sübhânisi üç cümleden ibaret olduğu hâlde mehâsin-i ahlâkın bütün disiplinlerini câmi bir beyan harikasıdır.
Evet, bu engin beyan içinde bağışlama ahlâkı, iyilik ve güzel­ lik düşüncesini yaşayıp yaşatma kararlılığı, bilgisiz ve densiz insanlarla tartışmalara girmeme ciddiyeti, dem agoji ve diya­ lektiklerle faydasız dalaşmalarda bulunmama vakarı... türün­ den pek çok hususun hemen hepsini bir solukta ifade etme gibi bir câmiiyet söz konusudur.

Aslında, üslub-u beyan müsavâtı gerektirdiği yerde o yolu

Üzerinde durulan âyetlerden biri de Bakara Sûre-i Celîle­

takip etmek; tavzih ve tefsire ihtiyaç duyulan durumlarda itnâb

sindeki

demek; bazen de herhangi bir mazmun ve mefhumu ifadede,

âyet-i câmiasıdır. Arap beliğlerinin, bu mazmunu ifade adı­

konuyu iğlâk etmeme ve anlaşılmaz hâle getirmeme kaydıyla

p 3 j “Kısasta sizin için hayat vardır.”47

na ortaya attıkları en parlak örnek JîİU ^

Jiill “Öldürmek,

îcâz yolunu seçmek ayn-ı belâgat, dolayısıyla da makbul ve

öldürm eyi ortadan kaldırır.” sözcüğü olmuştur. Beyan üstad-

müstahsendir. Mevzu ile alâkalı Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan ve

larının bu konudaki mütalâaları bir yana, bizim gibi sıradan

Sünnet-i Sahiha’da bu ifade tarzlarının hemen hepsinden d e ­

insanların nazarında bile Kur’ ân’ m beyanı karşısında bu ifa­

ğişik örnekler vermek mümkündür. Biz burada daha ziyade

denin ne kadar sönük kaldığı açıktır.

Kur’ân’daki îcâz üzerinde durarak, o deryadan sadece birkaç damla ile iktifa etmek istiyoruz.
Belâgat uleması ekseriyetle îcâzı iki n ev’e taksim ederler:

selim ve zevk-i selime aykırı olduğu hemen hissedilir. Ayette ise mevzuun ve mazmunun özünü aksettiren o engin iç musi­

1. Icâz-ı kısar,

ki ile beraber böyle bir tekrar söz konusu değildir.

2. Icâz-ı hazf.
Belâgatçıların, birkaç kelime ile pek çok hakikati ifade et­ menin unvanı saydıkları “ îcâz-ı kısar” la alâkalı Kur’ân-ı
Mu’cizü’ l-Beyan’da onlarca örnek bulmak mümkündür. Evet,
4İ .U>Jrden

H er şeyd en ev v el bu sözde Jliül kelimesi tekerrür etmek­ tedir ki, buna kelimenin iç musikisi de inzimam edince hiss-i

Saniyen, “Kati, katli ortadan kaldırır.” yaklaşımı yanlıştır; zira her öldürme öldürmeyi önlemez/önleyemez; hatta bazen öldürme, peşi peşine öldürmeler fâsit dairesi bile oluşturabilir.
Sâlisen, âyetteki

j o»Jl jV a kadar farklı seviyelerde

hep bu îcâz hakikatinin nümâyân olduğu görülür. Ne var ki, biz

ve

kelimeleri, Kur’ân’m iç

musikisi açısından gayet latif düşmesine mukabil, ^ 1 Jîill

şimdilik konunun hususiyeti açısından belâgat erbabınca da

1
,6

A ’râf sûresi, 7/199.

üzerinde durulmuş bir-iki örnekle iktifa etmeyi düşünüyoruz.

“7

Bakara sûresi, 2/179.

Bir f ’câz Hecelemesi

28

D ar Bir Açıdan Bir Kez Daha Kur'ân

Kur’ân-ı Mübin’de benzer îcâz türünün onlarcasmı gös­

JlİJ ifadesinde kulağı ve hiss-i selimi tırmalayan bir ses söz
£Ü

termek mümkündür; ancak konunun hususiyeti bu enginlik­

konusudur.
Râbian, âyette herhangi bir hazif mevcut olmadığı hâlde burada --------------------------------------- 29

y» life] Jİ5JU

[U»Uai] Jîiîl hazfedilmiş ibare­

lerin mevcudiyeti bahis mevzuudur.
Hamisen, âyette kısas sonucuyla hayat arasında bir tıbâk

teki bir tahlile müsait olmadığından biz de mecburen çerçe­ veyi dar tutmak zorundayız. Burada meseleyi noktalayarak bir-iki örnekle îcâz-ı hazf’e geçmek, birkaç âyet-i kerime ile ona da temas ettikten sonra ayrı bir beyan sultanlığını işaret­ lemek istiyoruz.

mevcut olmasına karşılık, nazire olarak ortaya konan ifadede böyle bir husus mevcut değildir.
Sâdisen, âyetteki kısas kelimesi öldürmenin berisinde daha küçük cinayetleri de kapsamasına mukabil, nazirede ise bunlara, delâletin hiçbir şekliyle, işaret söz konusu değildir.
Bu konuda üçüncü bir örnek olarak İhlâs Sûre-i Celîlesi

Belâgat âlimlerinin ifadelerine göre “îcâz-ı hazf” ; kelâmın bazı kısımlarının, onlara delâlet edecek lafzî veya mânevî bir karine bırakılarak hazfedilmesi yani zikredilmemesidir. Hazfe­ dilen, bir harf olabildiği gibi bazen bir kelime ve bir cümle de olabilir. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da bu tür hazfin de onlarca örneğini göstermek mümkündür.

üzerinde de durulabilir. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’m pek çok
Mesela,

yerinde îcâz vurgusunda bulunan Bediüzzaman Hazretleri bu sûre ile alâkalı da şunları söyler: Ç ok kısa olan İhlâs Sûre-i

İ3Î ^Jj “Ben iffetsiz biri değilim. ”50 Burada

olacakken j harfi hazfedilmiştir. İfadenin bu şekilde vârid ol­

Celîlesinde üç müspet, üç de menfi cümle mevcuttur. Sûre,

ması, o esnadaki konjonktüre ve heyecan hâline fevkalâde

bu altı cümle ile altı m ertebe tevhidi ifade ve ilanın yanında o

uygun düşmektedir.

kadar da şirk envaını reddetmektedir.48
Bu konuyla alâkalı “Yirmi Beşinci S öz”deki o bahse bakı­ labilir. Aslında o Hazret’ in “İşârâtul-İ’câz” kitabı, Kur’ân’daki bu tür cezâlet-i beyan örnekleri adına mutlaka mütalâa edil­ mesi gerekli bir şaheser mahiyetindedir.
Diğer bir misal olarak, bütün şerlerin ve hayırların öze­ tini ihtiva eden

*(Llj jU J-V lj JJudb j i b û\ öl

Bir başka misal olarak:

“Size anaları­

nızla evlenm ek haram kılınmıştır. ”5 âyetinde, evlenmek mâ­
1
nâsına gelen ç& j kelimesi hazfedilmiştir; mesele vâzıh ve an­ latılmak istenen husus da gayet açıktır.
Bunun gibi, bu Kitab-ı Kerim’de, bazen j

“Rab-

bim beni yarlığa!”52 beyanında olduğu misillü muzâfun ileyh yâ’sı (iş) hazf edilerek îcâza gidilmiş; bazen



J*d>\j JCiil j çLiAÜI js. “Şüphesiz Allah, adalet ve istikameti,

LİJU» “Kim tevbe edip sâlih amel işlerse. ”53 âyetinde oldu­

en engin mânâsıyla ihsanı ve yakınlarına iyilikte bulunmayı emreder; hayâsızlığı, çirkin ve nâhoş işleri, zulüm v e tecavü­ zü de yasaklar. ”49 âyet-i kerimesi de îcâz açısından üzerinde durulan veciz beyanlardandır.

ğu türden

mevsûfu hazfedilerek sıfatla yetinilmiş ve ba­

zen de IIâp
50

Meryem sûresi, 19/20.

5
1

Nisâ sûresi, 4/23.

^

Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.399 (Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, Birinci Şua),

52

A ’râf sûresi, 7/151.

«

NahI sûresi, 16/90.

53

Furkan sûresi, 25/71.

p-*£ljj j l Sj “Zira arkalarında her

30 ________________________________ ___________ Bir İ'câz Hecelemesi

D ar B ir A çıdan Bir Kez D aha K ur 'ân ____________________________ 31

sağlam gemiyi zorla gasp ed en bir melik vardı.’> 4 beyanında
5

güzelliği, ifadelerinin aşkınlık ve fâikiyeti, mânâsının kuvvet,

olduğu gibi sağlam mânâsına gelen

sıfatı zikredilmeye-

rasânet ve hakkaniyeti, lafızlarının fasih, açık ve anlaşılır ol­

îcâz-ı hazf cümlesinden olarak bazen birkaç kelâmın bir­

örnekleriyle ortaya koyar.56 Biz bu konuyu da şimdilik o gü­

m ası.. . gibi mevzular üzerinde durur ve bu hususların hepsini

rek mevsûfla iktifa edilmiştir.

zide kaynaklara havale ederek geçelim.

den hazfedildiği de olur. Sûre-i Yusuf’taki l£ >
>

Bunlardan başka, Kur’ân-ı Mu’ciznümâ’nın gaybî haberleri

“Beni gönderin.. Ey dosdoğru sözlü Yusuf (d ed i).”5
55
4 âyetinde olduğu gibi. Maksadı muhill olm adan burada şu keli­ melerin hazfedildiği anlaşılmaktadır:

J >J j
\

jL-LiJI I I
45

ıljjjjJ 1“Beni

jj

[b

JIİJ iı >^lJl y de onun mucize ve Hak kelâmı olduğunu göstermektedir. Evet, bu harika beyan, varlığın mebdeinden Hazreti Âdem Nebi’nin
(alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) hilkat ve sergüzeşt-i hayatına, evlatlarının macerasından onun Allah’la münasebet

Yusuf’a gönderin, [rüyanın tabirini O ’na sorayım. Bunun

enginliğine kadar çok farklı konularda öyle detaylı bilgiler ve­

üzerine onlar da bu zâtı hapishaneye gönderdiler d e o:] Ey

rir ki, onun Allah kelâmı olduğu kabul edilmediği takdirde bu

doğru sözlü Yusuf, dedi. ”

geniş malumatın, bu kadar teferruatlı bilginin izahı mümkün

Kur’ân-ı Kerim’de bu kabîlden o kadar çok hazif vardır

olmayacaktır. Keza Kur’ ân, Hazreti Nuh, Hazreti Hud, Hazreti

ki, bunların bütününü zikretmek bir mücellet ister; bu ise bu

Sâlih, Hazreti İbrahim, Hazreti Lût ve diğer enbiyâ-i izâm (alâ

dar tahlilin istiab haddini aşar., tabi benim boyu m u da...

nebiyyinâ ve aleyhimussalâtü vesselâm) hazerâtmdan ve onla­

Aslında Furkân-ı Mübin’deki i’ câz ve îcâz hakikatiyle

rın kavimlerinden de bahseder; hem de onların karakter ve ta­

alâkalı, m e’ ânî ve beyan üstadları onun o kadar çok derinli­

biatlarını gayet net çizgilerle ortaya koyarak tarih öncesi bu d ö­

ğinden söz etmişlerdir ki, bunlardan her biri tek başına onun

nemleri öyle bir resmeder ki, insan o upuzun geçmişi kendine

“Kelâmullah” olduğunu göstermekte ve aşkmlığına şehadet

has şivesi ve deseniyle görüyor gibi olur.

etmektedir. Fuhûl-ü ulemanın o engin mülâhazalarını yine

Bütün bunların yanında Kur’ân, -zamanın tevil ve tefsiri­

onların o harika eserlerine bırakıp biz bu konuyu da çağımız­

ne em anet- gelecekle alâkalı ihbarlarında o kadar açık bir üs­

daki bir beyan üstadının ifadelerine işaret ederek noktalamak

lupla meseleleri ortaya koyar ki bütün bunlar İlm-i Muhit-i İlâ-

istiyoruz:
Bediüzzaman, Kur’ân’ daki i’ câz adına, onun nazmının cezâleti (söylenişte mazmunu tam aksettirmenin yanında fev­

hî’ye verilmediği takdirde makûl bir izahı mümkün olmayacak­ tır. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da bu türden de onlarca âyet-i ke­ rime göstermek mümkündür., ve bu âyetlerden her biri

kalâde ahengi, tebşir ettiğinde içlere inşirah salan letafeti, tehditlerinde gönüllerde ürperti ve râşeler hâsıl eden müessiriyeti demektir), ifade zenginliğinin yanında hüsn-ü meta­ neti, üslubunun garîb ve orijinal olması, tarzının zerafet ve

IL
Ja

“İşte bu, Allah’ın kelâmıdır.” diyen birer şahid-i sadık ma­ hiyetindedir. Bu cümleden olarak o,
...ö jilJJ ^

jJz& j ç & j t j

01 flj^Jl âl “İnşâallah, siz kimi­

niz başını tamamen tıraş etmiş, kiminiz de saçlarını kısaltmış
54
5
5

Kehf sûresi, 18/79.
Yûsuf sûresi, 12/45-46.

56

Bediüzzaman, Sözler s.395 (Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, Birinci Şua).

32

Bir İ'câz Hecelemesi

D ar Bir A çıdan Bir Kez D aha K u r ’An ____________________________

33

olarak, herhangi bir korku söz konusu olmadan mutlaka M es-

beyanıyla ortaya konan hıfz u inayet ve teminat u riayet ifa­

cid-i Haram’a gireceksiniz...”57 şeklinde ferman etmiştir. Aylar

de eden âyettir. Şöyle ki, Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm)

ve aylar önce bu çerçevede verdiği haberler mevsimi gelince

bilhassa Mekke dönem inde koruyucuları az, düşmanları çok

bir bir gerçekleşmiş ve 4)1 JjJ-j 1

ve amansız olmasına, akla hayale gelmedik onca komplo ve

“M uham m ed, Allah’ın

mekr u hileye rağmen âyet-i celîlenin haber verdiği gibi ol­

Resulüdür. ” hakikati bir kere daha vurgulanmıştır.
Bunun gibi, yıllar ve yıllar ön ce Sasanilerle Romalılar ara­ sındaki savaşta yenilen Romalıların birkaç sene içinde derle­ nip toparlanıp düşmanlarına galebe çalacaklarını ifade eden

muş, onların kötülük plânları ve entrikaları boşa çıkmış/çıkarılmış ve o Masum-u Masûn kendi saadethanelerinde ruhu­ nun ufkuna yürüyeceği âna kadar hep İlâhî inayet ve riayetle korunup kollanmış ve kötülüğe kilitlenmiş o habis ruhların ar­ zuları da kursaklarında kalmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de, herkese

-ük lyı'd (J lyı


4*

“Elif, Lam, IVfım.

4)1

1 dedirtecek âyetlerin ta’dâdını Allah bilir; biz bu hu­ jJ* Romalılar, size yakın bir yerd e yenik düştüler; ne var ki bu

susu da, geçen şu iki-üç örnekle noktalayarak gaybî ihbarâta

mağlubiyetten sonra birkaç sen e içinde onlar yeniden gale­

dair biraz daha farklı bazı konuları hatırlatmak istiyoruz:

be çalacaklardır; evvel ve âhir hüküm Allah’a aittir; o gün mü’minler de kendi açılarından sevineceklerdir.”58 âyetinin müfâdı, aynıyla birkaç sene içinde gerçekleşmiştir ki, o gün ay­ nı zamanda Bedir zaferiyle Müslümanların da sevinç yaşadık­ ları güne rastlamaktadır., evet, bu gaybî haber de bişâretin ih­

Kur’ ân-ı Mübin, Fussilet Sûre-i Celîlesinde, tekvinî emir­ lerin doğru okunacağı, varlık ve hâdiselerin hak söyleyen bi­ rer fasih lisan hâline geleceği ve bütün önyargısız insanla­ rın da bu Mu’ cizbeyan Kitab’ m, hakkın ta kendisi olduğunu ifade ve itiraf edecekleri günlerin yakın bulunduğunu beyan

tiva ettiği tarih çerçevesinde santim şaşmadan aynıyla tahak­ kı altında bulundukları ve Sasanilerin zafer naraları attıkları

kİ p-fl UtH
.
(İUMl ^ &ÜI faijr*
“Biz onlara g erek âfâkta (dış dünya) gerek kendi öz varlık­

bir dönemde böyle bir şeyin gerçekleşeceğine ihtimal vermek

larında varlık ve birliğimizin delillerini göstereceğiz de onla­

kuk etmiştir. Müslümanların Mekke’de gayet az, zayıf ve bas­

sadedinde

mümkün değildi; ama Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi

ra K u r’ân’m Allah’tan gelmiş bir hak ve hakikat olduğu tam

ekmelüttehâyâ) ve etrafındaki hakiki m ü’ minlerin bir gün bü ­

tebeyyü n ed ecek tir.”60 buyurur ki, bugün makro ve mikro

tün bunların mutlaka tahakkuk edeceğine inançları tamdı.

plânda keşfedilip ortaya konan bütün buluşlar ve onların işa­ retlediği hakikatler milimi milimine bu ihbar-ı İlâhiyi doğrula­

Farklı bir gaybî haber de Mâide Sûresi’ ndeki j * j i J &J' p i l '

jl

3)1
5j

isteyenlerin şerrinden koruyacaktır. Şüphen olmasın, Allah asla kâfirlerin, emellerine ulaşmasına fırsat verm eyecektir. ”59
57

Fetih sûresi, 48/27

58

Mâide sûresi, 5/67.

Buna benzer hem bir ihbar-ı gaybî hem de hakiki m ü’ minlere va ’d u bişâret diyeceğimiz, gerçekleşmiş bir ha­ beri de Nûr Sûre-i Celîlesinin 55. âyeti işaretlemektedir. Evet, yeryüzündeki hâkimiyet-i İslâmiye’den yıllar ve yıllar önce

Rûm sûresi, 30/1-4.

w

makta ve Kur’ ân’ m semaviliğini haykırmaktadır.

“Allah Seni, Sana zarar verm ek

60

Fussilet sûresi, 41/53.

34

B ir İ ’câz Hecelemesi

Kur’ân-ı Mübin:
(
_rJu')l ^İJt

oUJUkJl I
Jui - j jî-$J ^rî

...b ıi ^ ö jS ^ i ^

I
Js\ ^ jJ l J j i - j
İıl

‘— aL^uI.1 U5
^

lyt p-ft'kPj ^

^

35

D ar Bir A çıdan Bir Kez D aha K u r’ân

Embriyolojiyle alâkalı onlarca âyetten birkaçı şunlardan ibarettir: Kur’ ân, Abese Sûre-i Celîlesinde şöyle buyurur: jLdVl Jâ

“Allah,

daha önceki m üm inlere (Hazreti Davud, Hazreti Süleym an

o jjii İİU- diiaj

ve daha başkalarına) dünya hâkimiyeti lütfettiği gibi, sizin içi­

insan, ne kadar küfran içinde o.. (Biliyor musun) Yaratan onu

nizden iman edip sâlih amel işleyenlere d e kesin olarak aynı

neden yarattı? Onu bir “ nutfe”den yarattı; yarattı ve onu fev ­

I U “Kahrolası nankör

şeyi vaat etmektedir. (Ö yle ki) onlar için razı olup intihap et­

kalâde bir biçim e koyd u .”62 Burada “nutfe” den kastedilen şe­

tiği İslâm dinini yaşama, temsil etm e imkân v e iktidarı bah şe­

yin “zigot” olduğu açıktır. İnsan Sûresi ikinci âyetteki juJa) ^

derek onları da o korkulu dönem in arkasından tam bir g ü v e­ ne erdirecek; gayrı onlar yalnız Bana ibadet e d e c e k v e Bana asla şerik koşmayacaklar...”6 şeklinde çok önem li bir bişâ1

çLİSÎ cümlesiyle de spermin yumurtayla karışıp birleşmesi ve döllenm e vetiresi işaretlenmektedir. Bunların yanında sperm ve yumurtanın oluşum merkezi ve çıkış noktalanna da Târik

rette bulunmuştur ki, mevsimi gelince de gönülden Allah’a inananlar o gül devirlerini doya doy a yaşamış ve ütopyala­

Sûresi’ndeki j Z a Jtj j ra sığmayan, tasavvurlar üstü İçtimaî, İktisadî, ahlâkî ve İdarî sistemler tesis etmişlerdir.
Bu konuyla alâkalı da onlarca âyetten bahsetmek m üm ­ kündür ama biz bu fasla da bir nokta koyarak o menba-ı m u’cizâtın daha farklı bir yanını işaretlemeyi düşünüyoruz.
Evet, oldukça küçük birer işaretle geçiştirdiğimiz gaybî ih­

Üj ®

ölebil JaLdi j “Şimdi insan bir de neden ya­

ratıldığına baksın; o atılıp dökülen bir mâyiden (yani menide sperm ve yumurtadan) yaratıldı. Bir mâyi ki o arka kemik ile göğü s kemikleri arasından çıkmaktadır. Onu böyle ilk yara­ tan Allah diriltmeye d e kâdirdir. ”63 âyetleri işaret etmektedir.
Evet, bu âyetlerde sperm ve yumurtanın meze u imtizacıy­ la malum döllenm e vetiresi hatırlatılmaktadır ki, Kur’ân farklı

barların yanında, İlmî gelişmelerin sunduğu daha derin, daha

üsluplarla da olsa çok yerde hep bu hususu vurgular ve insan­

farklı bir bakış zaviyesi açısından ve modern anlayışlar çerçe­

ları bu süreci düşünmeye davet eder.

vesinde yorumlanmış ve yorumlanabilir daha onlarca âyetten

Bu cümleden olarak Mü’ minûn Sûresi’ nde konu daha bir

söz etmek de mümkündür. Bu cümleden olarak da jinekolo­ ji, embriyoloji, astronomi, jeoloji ve diğer alanlarla alâkalı bir

detaylı anlatılarak şöyle buyrulur: ö i

hayli âyetten söz edilegelmiştir. Erbabı bu hususlarla alâkalı

EİL>J ÂÜp İAİalîl LİL>-

mücelletler meydana getirmiş; Kur’ân-ı Mu’cizü’ l-Beyan’ ın bu

y> \ l o U L i J İ jj
~
J

derinliğini de gözler önüne sermiş ve bu tür tekvinî emirle­ rin tahlilinde de 4İI

yt

Ü ij

^ İA
İaj
l»UîLP 4.»

i1

4»./tA

iil “Andolsun ki Biz, insanı bir “sülâle”den (ça­

jl^İÎI hakikatini ortaya koymuşlardır.

mur, balçık özü veya bunların ihtiva ettiği elementler) yarat­

Bunların bütününü burada serdetmek zordur; biz bu konuyu

tık. Sonra onu (bu unsurları, erkeklerin spermi ve kadınların

da bir-iki küçük misalle işaretleyip geçeceğiz.
62
Nûr sûresi, 24/55.

Abese sûresi, 80/17-19.

63

Târik sûresi, 86/5-8.

36 ___________________________________________ Bir /'ah Hecelemesi

D ar Bir Açıdan Bir Kez Daha K u ra n

yumurtası) “nutfe” (zigot) hâline getirdik ve bu zigotu sağlam
(tam donanımlı) bir yere yerleştirdik. Daha sonra bu “nutfe”yi

ve ilm-i ruh gibi konuların da bizcesinin ortaya konacağını işaretlemektedir ki -yarınların daha nelere gebe olduğu mah­

(rahmin cidarlarına) yapışan, tutunan bir “alaka” hâline getir­

fu z- bu babda da yine o Mu’ cizbeyan Kitap selim vicdanlara

dik; müteakiben o “alaka”yı “mudğa”ya (belli belirsiz bir çiğ­

Jy jA J b j “O Kur’ân’ı Biz, hakkın ta kendisi ola­ rak indirdik ve o mutlak hakkın kendisi olarak nâzil oldu.”66 hakkaniyetini tescil ettirmektedir.

nem ete) çevirdik; bundan sonra da o “ mudğa”yı kemiklere dönüştürdük; bunun ardından, kemiklere et giydirdik. (Bütün bu vetirenin sonunda) onu hiçbir canlıya benzem eyen harika bir yaratılışa mazhar eyledik. Yarattığı her şeyi en güzel şekilde halk u takdir eden Allah’ın şanı ne yücedir!”6* Tercüme azizliği ve mütercimin ufuk darlığına rağmen konu o kadar açıktır ki,

Âfâka ait bir diğer örnek de Yâsîn Sûre-i Celîlesindeki j siyak ve sibak çerçevesinde mevzuu bir kez daha vurgular ve münsif vicdanlara bir kere daha

\lk dedirtir.

Aslında konuya müteallik onlarca âyetten bahsetmek müm­ kündür ama embriyolojiyle alâkalı bu hususu da noktalayarak

^

JdJl YJ

ycJJL\ ^

IijX j l l$J diiâ buna İlâhî mucize demenin ötesinde bir şey söylemek mümkün değildir. Hac Sûre-i Celîlesinin beşinci âyeti ise oraya mahsus

37

ğ y r jAJlS’ ;S p i
I J>-

JSj jl£3l J jU “Güneş de onlara bir âyet ve bir

delildir, akar durur hep yörüngesinde; bu, o Azız ve her şeyi kuşatan ilm-i muhit sahibinin takdir ve tayini iledir. Biz, Ay için de bir kısım menziller (metâlı) takdir ettik; o (bu menzillerde­ ki seyahatinin sonunda) eski bir hurma çöpü gibi kavisimsi bir hâl alır. N e G üneş’in A y ’a yetişmesi ne de gecenin gündüzün önüne geçm esi söz konusudur. G ök cisimlerinin hepsi değişik

yine bu Mu’cizbeyan Kitab’ ın farklı bir mucizesine temas etmek

bir yörüngede yüzer durur. ”67 âyetleriyle ortaya konan haki­

istiyomz.

kattir. Başta insanlar, sonra hayvanı, nebâtî hatta madenî var­

Modern yorumcular, astronomiye işaret eden bir hayli

lıkların teşhiri ve temaşaya sunulması adına bir meşher mahi­

âyetin var olduğundan söz ederler. Bu cümleden olarak - d a ­

yetinde yaratılan yerküre, Ay, Güneş ve diğer gök cisimlerinin

ha önce de geçen ve makam münasebetiyle bir kere daha

hatta Samanyolu gibi galaksilerin, hep birer kanun-u vahdet­

zikredilecek olan- Fussilet Sûresi’ ndeki JjllYl

le iç içe, pek çok gaye ve maksadı gerçekleştirmek üzere feza­ yı ıtlakta tıplu gemiler gibi yüzüp durdukları, hem de her çağ

J*- f f r ^ ' JtJ “Biz onlara gerek âfâkta (bütün buudlarıyla yer-gökler) ve gerek kendi nefislerinde (anato­

insanının anlayabileceği bir üslupla vurgulanmaktadır ki, gü­

mik, fizyolojik yapılarında, ilm-i nefs ve ilm-i ruh açısından)

tespite muhalif düşmemiştir ve düşmeyecektir de...

nümüze kadar tecrübe ve müşâhedeye dayanan pozitif hiçbir

âyetlerimizi (delil ve burhanlar) göstereceğiz d e onlar naza­ rında bu Kur’ân’ın mutlak doğru olduğu tebeyyün edip orta­ ya çıkacaktır. ”65 âyet-i mübini, günümüzde dev teleskoplarla

Bu hususu tenvir için değişik bir örnek olarak Enbiyâ Sû­ resi’ndeki Lâij

âfâkm keşfedilip değerlendirileceğini; ilm-i ebdân, ilm-i nefs

d jL jj yî\ çy- s jS jsr 5U
JI

64

Mü'minûn sûresi, 23/12-14.



İsrâ sûresi, 17/105.

65

Fussilet sûresi, 41/53.

67

Yâsîn sûresi, 36/38-40.

oljU-ÜI j î I

ji

d i f j “O inkâr edenler bakıp

38 ---------------------------- ------------------------------------- Bir Vcâz Hecelemesi

P a r Bir Açıdan Bir Kez D aha K u r ’ân ___________________________

39

görmezler mi, gökler ve yer bitişik bir bütündü de biz onları bir­

günde yarattı...”69 âyeti daha açık ve net bir şekilde vurgula­

birinden ayırdık, (sonra da) hayat sahibi her şeyi sudan yara­

maktadır ve aşağı yukarı başta jeologlar olmak üzere günümü­

tıp var ettik. (Buna rağmen) onlar hâlâ inanmayacaklar mı?!”68

zün ilim adamları da hemen hemen aynı şeyi söylemektedirler.

âyetini de gösterebiliriz. Evet, bu âyet-i kerime; Güneş sistemi,

Sema, yerküre ve atmosfer derken bizi çok alâkadar eden

yerküre, hatta bütün gök cisimleri bulutumsu (nebula) ve bir

şu hususu işaretlemek de tavzih adına herhâlde yararlı ola­

arada iken her semavî cismin ve tabi bu arada küre-i arzın da

caktır: Allah, Enbiyâ Sûresi’ nde

o kütleden ayrılarak, ayrılıp belli safhalardan geçirilerek hâliha­

j

yzk i IâL.

y d l£bi ji - “Biz, (sizin üstünüzdeki atmosfer) semayı ko­

zırdaki durumu aldıklarını, hemen her devrin insanının anlaya­

runmuş (koruma hususiyetti) bir tavan yaptık; onlarsa ondaki

bileceği bir üslupla anlatmakta ve konunun detaylarını gelece­

delillerden hâlâ yüz çevirmektedirler. ”70 buyurmaktadır ki bu,

ğin araştırmacılarına bırakmaktadır.

Dünya’ nın da gök cisimlerinden bir cisim olmasına rağmen

İsterseniz konuyu daha küçük ayrıntılarıyla biraz daha aça­

gök taşlarına, ultraviyole ışınlarına ve güneş rüzgârlarına karşı atmosferiyle korunma altına alınmış hususi bir gezegen oldu­

lım:

ğunu vurgulamaktadır. Aslında bu sema-i dünyanın ervâh-ı
Evvela, Kur’ân-ı Mübin I y 6 ^JJl y ^ j î “O kâfirler ba­

kıp görmezler mi?!” hitabıyla şu hususları işaretlemektedir:

habîse ve şeytanlara karşı da bir perde olması söz konusudur ama, burada onun bir zırh gibi yeryüzündekileri ve hususiy­

Bütün semavî cisimler ve bu arada yerkürenin, bulutumsu

le de canlıları koruyucu bir sera vazifesi görmesi hususu daha

bir şekilde yapışık ve bitişikken fevkalâde bir nizam ve inti­

açıktır. Bu atmosfer örtüsünde, bir kısım basınçlar ve bunların

zam içinde hâlihazırdaki harika keyfiyeti aldığının anlatılması

hâsıl ettiği gazların terkip ve terekkübü... gibi fizikî hususiyet­

o kadar açık bir mucizedir ki bunları görm eyen kör, görüp de

lerle, aralarında belli farklılıklar bulunan yedi tabakanın mev­

itiraf etmeyen nankördür.

cudiyetinden de bahsedilmektedir ki bunlar, erbabının malu­

Sâniyen, yerkürenin de o bulutumsu kütleden ayrılarak,

mu olduğu üzere; 1. Troposfer, 2. Stratosfer, 3. Ozonosfer,

Ay, Güneş ve diğer gezegenler gibi bir gök cismi olduğu vur­

4. Mezosfer, 5. Termosfer, 6. İyonosfer, 7. Ekzosfer gibi isim­

gulanmaktadır ki, son tecrübelerin ve araştırmaların gösterdi­

lerle yâd edilmektedirler.
Bu husus İslâm dünyasında, farklı üslupla da olsa, o kadar

ği de bundan başka değildir.
Sâlisen, âyetteki üslup ve ifade tarzından, arz u semanın yaratılışından sularda canlı cisimlerin hilkatine kadar geçen süre ile alâkalı -mahiyetlerinin müphemiyeti mahfuz- farklı devirle­ re de işaret edilmektedir ki, küre-i arzın serencamesi sayılan bu devirleri, A’râf Sûresi’ndeki
»l'î Âi68

oljU İJ l

^jJI tfıl

jl

“Rabbiniz o Allah Teâlâ 'dır ki, semaları ve yeri altı

Enbiyâ sûresi, 21/30.

çok dillendirildi ki, konunun artık itiraz edilmez bir müteâref hâline geldiği söylenebilir. Aslında Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da bu türden tekvinî emirlerle alâkalı her biri birer mücellet mev­ zuu onlarca âyet-i kerime göstermek mümkündür; biz burada da şimdilik değişik âyetlerin birleşik noktası açısından kesb-i hakikat etmiş -mevzuun detaylarını o işin uzmanlarına havale
69

A ’râf sûresi, 7/54.

70

Enbiyâ sûresi, 21/32.

40 ____________________________________________ Bir İ ’câz Hecelemesi

ederek- bugüne kadar yazılmış olan ve yazılması beklenen hu­ susları kuş bakışı bir kere daha işaretlemekle yetineceğiz.
Günümüzdeki İlmî araştırmalar sayesinde, yerkürenin de bir zamanlar tıpkı bir ateş topu, daha sonra sert bir kaya (kayaç) safhalarından geçtiği, Güneş sistemiyle alâkalı bir kısım özellikleri, müteakiben arzın atmosferle korunma altına alındı­ ğı.. dağ ve tepelerin dünyanın dengesini sağlama gibi icraat-ı

cbakam öûre-i Çelilesi

ilâhiyeye perdedârlık yaptıkları., kozmik ışınların Güneş kay­ naklı oldukları... gibi jeoloji, astronomi, embriyoloji ve jineko­ loji ile alâkalı ulûm-u müteârefe hâlini almış nice tespitler var­ dır ki bunların hemen hepsini icmalen de olsa Kur’ ân’da gör­ mek mümkündür. Evet, elektron kameralarla, anne karnında­ ki yaratılma sürecinin nasıl geliştiği, rahimde döllenen zigotun nasıl iki-dört-sekiz-on altı... şeklinde mitotik olarak çift çift b ö ­ lünüp bir tekâmül vetiresi takip ettiği; keza yavrunun amniyon zarı (koruyan zar) ve decidua rahim duvarı derûnunda üç ka­ ranlık içinde yaratılış sürecinden geçtiği hususlarını işaretleyen bir hayli âyet mevcuttur.
Bunun gibi, ancak günümüzdeki keşif ve tespitlerle belir­ lenmiş bulunan, dünyanın da diğer sem avî cisimler gibi bir gök cismi olduğu; Güneş’ in, çevresindeki gezegenlere göre bir merkez teşkil ettiği ve etrafındaki peyklerin onun çevre­ sinde dönüp durdukları; yerküreyi atmosferin bir zırh gibi sa­ rıp korumasının yanında yağmurlardan rüzgârlara kadar pek çok tekvinî emirlerin İlâhî icraata perdedârlık yaptığı; dünya­ nın kendi eksenine bağlı dönüp durmasıyla gece ve gündüz hâdiselerinin tenâvübî bir keyfiyet arz etmeleri, diğer bütün seyyarelerde de aynı hususiyetin benzer şekilde var olduğu

SÛREYE İCMALİ BİR BAKIŞ
Evvela, Bakara Sûre-i Celîlesinin muhtevasına kuşbakışı bir atf-ı nazar yararlı olacaktır.
Evet, sûreye umumi olarak bakıldığında icmalen şu konu­ ları ihtiva ettiği görülmektedir:
İlk yirmi âyetinde, “ ümmet-i icabet” ve “ ümmet-i davet”i teşkil eden, m ü ’min, münafık ve kâfirlerden müteşekkil üç sı­ nıftan bahsedilmektedir. Evet, insanlar başlıca iki gruba ay­ rılırlar: 1. Allah’ ın tavsif ettiği şekilde O ’ nu tanıyıp iman eden ve
Peygam ber Efendimiz’ in (sallallâhu aleyhi ve sellem) davetine icabette bulunan m ü’minler.
2. Dine çağrıldıkları hâlde, tavsif edildiği şekilde Allah’ı

ve koca Güneş sisteminin Sam anyolu galaksisinin çekiminde

tanımadığı gibi Nebiler Serveri’ nin (sallallâhu aleyhi

bulunduğu... gibi hususların bir bir nazara verilmesi, bu İlâhî

ve sellem) davetine de icabet etmeyen mahrumlar.

kitabın zaman-mekân üstü ve beşer idrâkini aşan bir mucize olduğunu göstermektedir.

Bu ikinci grup da kendi aralarında ikiye ayrılır:
1. İç ve dış bütünlüğü olmayan iki yüzlü münafıklar.
2. İnkârda iç ve dış vahdeti olan münkir kâfirler.

42

B ir İ ’caz Hecelemesi

Ayrıca değişik bir zaviyeden m ii’ minler de iki gruba ay­

Bakara Sûre-i Gelilesi ______________________ _

43

de ciddi bir tetâbuk (uyum) içinde olduğu görülmektedir. Zira
Fâtiha’ nın tefsirinde de izah edildiği üzere,7 Cenab-ı Hak, bu
3

rılmıştır:
1. Fıtrat-ı mücerredeleriyle, hiçbir delil istemeden, cebir ol­

sûrenin başında Kendisini gaybî bir surette tanıttıktan sonra,

madan, kendilerine hak ve hakikatler anlatılmadan, ta­

ümmet-i icabeti “ hitap m ertebesine yükseltir, onlar da O ’ na

mamen şahsî araştırma neticesinde bir Mevcud-u Meç-

(celle celâluhu)

hul’e inanıp gayba iman eden tali’liler ki, Fâtiha Sûre-

ue yalnız Senden yardım umarız.”71 derler. Onun gibi burada
1

Bül “Yalnız Sana ibadet eder

si’nin başından

iiüt’ye kadar olan âyetler ve Bakara

da Allah (celle celâluhu), kullarını hitap pâyesiyle şereflendi­

Sûresi’ ndeki

j j L j î jJ J l “Onlar ki gayba iman

rerek: 0

j î ü d fSÖS y » ^ jJ lJ

JJl

1 JüpI j l&l II

ederler...”7 beyan-ı sübhanisi, bu kutlularla alâkalı gibi
1

“Ey insanlar! H em sizi hem de sizden önceki insanları yaratan

görünmektedir.

Rabbinize ibadet ediniz. B öyle yapmakla her türlü zarardan korunmayı ümit edebilirsiniz.”75 ferman-ı sübhânisiyle, ken­

2. düll (Jj5î IL j jL»ji jjjJ lj “ Onlar, Sana indirilene iman

dilerini Yaratana ibadet etmeye çağırmaktadır ki bu da Fâti­

ederler. ”1 âyetiyle anlatılan, gayba iman ile beraber,
2

ha’yla Bakara Sûresi arasında mevcut olan ayrı bir uyum key­

kendilerine indirilen kitap ve ondaki İlâhî talimatlara

fiyetini ifade eder.

inanan, ufku açık, hakikat âşinâ m ü’ minler.

Bakara Sûresi dikkatle incelendiğinde, Fâtiha’da nazara

Bu taksimden anlaşılmaktadır ki, “gayba iman ed en ler”in

verilen “ m ü m in ler ve diğerlerinin umumi durumu”nun bu­

sadece ümmet-i Muhammed ile sınırlandırılması doğru değil­

rada tafsilatıyla ele alınıp işlendiği görülür. Mesela, bu sûre­

dir. Ümmet-i M uham med’ den evvel gayba iman eden Hıristi-

nin 2 1 ’ den 4 0 ’ a kadar olan âyetlerinde, insanın hilkatinden

vanlar, Yahudiler ve Hatice-i Kübrâ Validemizin (radıyallâhu

meleklerin on a secdesine, o garip imtihan neticesinde Cen-

anhâ) amcazâdesi Varaka İbn Nevfel ve şanlı sahabî Hazreti

net’ten dünyaya gönderilişinden tevbe ederek affa mazhar

Ömer’ in (radıyallâhu anh) amcası Zeyd İbn Amr gibi fıtrat-ı

olup Cenab-ı Hak tarafından nimetlerle perverde kılınması­

sekmeleri hak ve hakikate âşinâ olan “ hanifler” in m evcudi­

na kadar upuzun bir vetirede insanoğlunun sergüzeştisinden

yeti. bu hükmü teyit eder mahiyettedir. İşte bu tür Hıristiyan,

bahsolunmaktadır ki bunlar bir yönüyle imanın önemini vur­

Yahudi ve hunefâ içinde gayba iman edenler, bir de Efen-

gularken, diğer yön den de geçmişte cereyan eden beşerî hâ­

dimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) nâzil olan vahy-i İlâhiye

diseleri anlatması bakımından, Fâtiha’daki

iman ediverseler, ikinci zümreye dâhil olurlar.
***

ile zikrolunan m ün’amün aleyh lerle (kendilerine nimet veri­

üi jiilı

len) burada zikredilenler arasında irtibat kurmaktadır.
Daha sonra; I y Mü’ min, kâfir ve münafıklardan müteşekkil üç zümre Ba­ kara Sûresi’ nin yirmi birinci âyetine kadar beliğ bir ahenk için­

j\ j ^4*

JŞ\

I jjSÜ jî. ^

(SÎ&i “Ey İsrail'in evlatları! Hatırlayın

de anlatılmaktadır ve burada zikredilen hakikatlerin Fâtiha ile
73

Bkz.: M. F. Gülen, Fâtiha Üzerine Mülâhazalar, s. 116.

7!

Bakara sûresi. 2/3

74

Fâtiha sûresi, 1/4.

2

Bakara sûresi. 2/4.

75

Bakara sûresi, 2/21.

:

------- Bir İ 'câz Hecelemesi

ve düşünün size ihsan ettiğim nimetimi; hatırlayın da Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, Ben de size karşı ahdimi y e ­ rine getireyim., ve yalnız B en ’den korkun!”7 âyeti ve
6
c iş ş MJİ V)

öjjhc

ç-> ol^jjl ly lj

OyrJ>^

I ^

\ ö j& ;

^ iî p ® üj -L^İJ p $ j py/\ p

j|J

p & y jjj^UâJ

j

JJ> ^ î j y j;İLlİIÎ

P* p *y. Ujy ö p r j l ^ j

p O * \ y ^ 5*5 b!İ)l Sl^Jl J>

IJ j j y

“Bir vakit

sanlar olduğundan Mekkî âyetlerde her şeyden önce kitleleri imanın diriltici iklimiyle tanıştırma esas alınmıştır.

İsrailoğulları’ndan söz alıp: ‘Allah’tan başkasına ibadet etm e­

la eda edin, zekâtı verin. ’ demiştik. N e var ki, p ek azınız hariç siz sözünüzden döndünüz. Hâlâ da yüz çevirmektesiniz. Hani sizden, ‘Birbirinizin kanını dökmeyin, birbirinizi ülkenizden çıkarmayın.’ diye de söz almıştık da siz de bunu kabul etmiş­ tiniz. Zaten buna siz de şahitsiniz. Ama işte siz birbirinizi öl­ dürüyor, bir kısmınızı yurdunuzdan çıkarıyor, onlara karşı gü­ nahta ve zulümde birbirinizi destekliyorsunuz. Bununla bera­ ber, onlar esir olarak gelirlerse fidyelerini verip onları kurtarı­ yorsunuz. Hâlbuki aslında onların çıkarılması size haram kılın­ mıştı. N e o, yoksa kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını red mi ediyorsunuz? İçinizden böyle yapanların elde edeceği netice, dünya hayatında rüsuayfıktan başka bir şey değildir. Böyleleri kıyamet gününde en şiddetli azaba itilirler. Allah yaptıklarınız­ dan habersiz değildir.”7 âyetlerinde, İsrailoğulları ele alına­
7
rak, hem Cenab-ı Hakk’ ın nimetleri hem de böyle davranan
Bakara sûresi. 2/40.

7 Bakara sûresi, 2/83-85.
1

Mekke-i Mükerreme’de nazil olan (Mekkî) âyetlerin ifade­ lerinde müşâhede edilen belâgat ve fesâhat, Medine-i Münevvere’de nâzil olan (Medenî) âyetlerdekinden farklıdır. Medenî âyet ve sûrelerde ekseriyetle inanmış insanlara hitap edilerek ahkâma dair meseleler anlatılmaktadır. Mekke’de nâzil olan âyet-i kerimelerin muhatapları ise daha ziyade inanmayan in­

yin. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara güzel mua­ melede bulunun. İnsanlara tatlı söz söyleyin. Namazı hakkıy­

7-

İsrailoğullan’ nın bu nimetlere karşı gösterdikleri nankörlükler anlatılmaktadır. Aynı zamanda bu âyet-i kerimelerde Cenab-ı
Hakk’ ın İsrailoğulları’ ndan bir misak olarak aldığı evâmir-i aşere (on emir) zikredilmektedir.
***

^ jL il şSJh

>/} p p İUS J p j j i i\p. u i

Lİp Jitij Ü Uj * jIJjlî! lj>l ^1 jjSjjj İ oLâ I ıi —
J

45

Bakam Sûre-i Çelilesi

Müslümanlar Mekke’de iken hem kemmiyet hem de teç­ hizat itibarıyla oldukça zayıftılar. Onun için bu durum, baş­ ka dinden olanları pek endişeye sevk etmiyordu. Ama Medi­ ne’ de Site İslâm Devleti kurulduğunda gayrimüslimlerde is­ tikbale matuf ciddi endişeler meydana gelmişti. Onun için
Kur’ân-ı Kerim, burada gayrimüslimleri de nazar-ı itibara al­ mış ve meseleyi iki yönden işlemiştir: Bir taraftan âdeta Müslümanlara; “Sizden olmayan din mensupları karşısında duru­ munuz çok kritiktir. ” diyerek onları ikaz etmiş; diğer taraftan da eski diyanet sahiplerinin Müslümanlara bakış açılarını an­ latmıştı. Aslında her iki tarafı idare, Kur’ân-ı Kerim’in irşad mevzuunda o fevkalâde üslubunun ifadesiydi. O, bir taraf­ tan hazımsız erbab-ı diyanetin toplum bünyesinde meydana getirmiş oldukları zararları anlatırken, diğer taraftan da tah­ rik etmemek ve damarlarına dokundurmamakla, hak ve ha­ kikate uyanmaları adına onlara bir kapı aralıyordu. Nitekim
Kur’ân-ı Kerim, ' > j ' i f & P

I j^ l

U

j j p j\± a p j ' iŞÎ&i “Ey İsrail’in evlatları! Hatırlayın ve düşünün size ihsan ettiğim nimetimi; hatırlayın da Bana

46

B i r l ’câz Hecelemesi

verdiğiniz sözü yerine getirin ki, Ben d e size karşı ahdimi y e ­ rine getireyim., ve yalnız B en ’den korkun!”78 gibi âyetleriyle onlara bu tür bir minnette bulunuyordu. İşte bu ve bunun gi­

Bakara Sûre-i Gelilesi __________________________________________

47

kişinin Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) olduğu ve bunun da, Yahudilerin de dedesi olan Hazreti İbrahim ve Haz­ reti İsmail’ in duasının bir neticesi olduğu anlatılmaktadır. Böy­

bi maksatlara binaendir ki, Bakara Sûresi’ nde önceki ashab-ı

lelikle âyetler bir atadan gelen Müslümanlarla Yahudilerin ara­

diyanetten uzun boylu ve tafsilatıyla bahsedilmektedir.

sında bir vahdet kurmak suretiyle irşad ve tebliğ adına ayrı bir menfez açmaktadır.

IjjlJ JjJ
^s'-^ ' i / ^
_

Daha sonra Yahudiler ve Kudüs-i Şerifin kıble olması m e­

İSİ Eoji CriJ
«
9

{S>ö\ jjjiil O jÎ ciL\|

*j
>


I v- * ^ j| büp
.}I İİ

jj

lıS
İ^>b>5

selesi bir tarafa bırakılarak jlZiJl J>


L jü

“Elbet­

te ilâhı buyruğu bekleyerek yüzünün semada arayıp durduğu­ l ^

t

“İbrahim ile İsmail, Beyt-i Şerifin temellerini yükseltirken şöy­ le dua ediyorlardı: Ey bizim kerim Rabbimiz! Yaptığımız bu işi bizden kabul buyur! Hakkıyla işiten ve bilen ancak Şensin. Ey bizim yüce Rabbimiz! Bizi yalnız Sana boyun eğen Müslüman kıl. Soyumuzdan da yalnız Müslüman olarak Sana teslimiyet

nu görü yoru z...”80 denilmekte ve nazarlar doğrudan doğruya
Hazreti İbrahim ve Hazreti İsmail’ in inşa ettiği Kâbe-i Muazzam a’ya çevrilerek

ö'y> “Haydi çevir

yüzünü Mescid-i Haram’a doğru!...”81 buyrulmaktadır. Bun­ dan da anlaşılmaktadır ki, Allah (celle celâluhu), nazarları ba­ zen Kudüs-i Ş erife, bazen Kâbe’ye, isterse bazen de başka bir

gösteren bir Müslüman ümmet yetiştir. Bizlere ibadetimizin

tarafa tevcih edebilir. Ne var ki Cenab-ı Hak, nazarlan nereye

yollarını göster, tevbelerimizi kabul buyur. Muhakkak ki tevbe-

yönlendirirse yönlendirsin bunları kalblerin, fikirlerin ve nazar­

leri en güzel şekilde kabul eden rahmeti engin Şensin! Ey bizim

ların vahdetini temin etmek için yapar.
***

Rabbimiz! Onların içinden öyle bir resul gön der ki; kendileri­ ne Senin âyetlerini okusun, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğretsin

Ayrıca Bakara Sûresi’ nin değişik âyetlerinde İslâm’ın te­

ve onları tezkiye ediversin. Muhakkak ki Azîz Şensin, Hakim
Şensin! (Üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibisin.)”79 gi­

m el esasları genişçe izah edilmektedir. Mesela, öjLtfS jû H

bi âyetleriyle İsrailoğulları’ na Kâbe’ nin temellerini yüksel­

öyu&

tip onu inşa edenin Halilürrahman Hazreti İbrahim ve oğlu

m eyen âlem e inanırlar, namazlarını tam dikkatle ifâ ederler,

j j li-aj

ö

< -4k “O müttakiler ki, görün­ w JU

Hazreti İsmail olduğu anlatılmaktadır. Bununla Müslümanlar

kendilerine ihsan ettiğimiz nimetlerden infakta bulunurlar.”82

ve hususiyle Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm Resûl-i Ekrem’le

âyetinde, sûrenin başka yerlerinde olduğu gibi, “namaz ve

Yahudiler arasında, her iki neslin Hazreti İbrahim’ e dayanm a­

zek â t” anlatılmaktadır. Yine aynı âyet-i kerimede “kelime-i

sı mânâsında, bir hayt-ı vuslattan bahsedilmektedir. Ayrıca bu

şeh ad et v e kelim e-i tevhid”in mânâsı etrafında tahşidat ya­

âyet-i kerimelerde, insanların tek kıbleye teveccühü mesele­

pılmakta ve

si, bunu temin edecek, onlara Kitab’ ı ve hikmeti talim edecek
80

Bakara sûresi, 2/144.

Bakara sûresi, 2/40.

8
1

Bakara sûresi, 2/144. -

Bakara sûresi, 2/127-129.

82

Bakara sûresi, 2/3.

jJ J I “Onlar gayba inanırlar...”

48

Bir İ'caz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Çelilesi

buyrularak “melâike-i kiram” ın yanında, esrarı ancak Cenab-ı

Yine Bakara Sûresi’ nde, 01 o j J l ^SâSA

Hak tarafından bilinen “kader, Cennet ve C eh en n em ...” gi­

Daha sonra

lllül

IS
I

ç .f

ÜU
(jîdJljl) Â l s f Vjy h y “Ö lece­ ğini anlayan biriniz, geriye mal bırakacaksa, anası, babası ve

bi şu anda bizim için gaip olan şeyler de işaretlenmektedir. jb \

akrabaları için münasip bir tarzda vasiyette bulunması farz kı­

4 E&' ( & * i “Size âyetlerimizi

jjdÂS

49

lındı. Bu, müttakiler üzerine bir borçtur.”86 âyetiyle, “ valideyn

okuması, sizi tertemiz hâle getirmesi, Kitap ve hikmeti ve da­

ve akrabîne vasiyette bulunma” emredilmekte ve “sınıf-ı mü-

ha bilmediğiniz başka şeyleri öğretmesi için içinizden birini size

tekârib’ e işarette bulunulmaktadır ki, bu bir bakıma daha son­

elçi gönderdik.1 3 âyetiyle “Resûl-i E krem ’in (sallallâhu aleyhi
,8

ra anlatılacak mirasın da mücmel bir hulâsası demektir.

y* ^üJi

ve sellem) nübüvveti” anlatılmakta ve ji S fl a J p J^l
I'

“Hepinizin ilâhı tek ilâhtır. O ’ndan başka ilâh y ok ­

ya İJjŞ yua

tur. O, Rahman’dır, Rahîm’dir.”84 kudsî beyanıyla da “tevhid-i

jl U zj

^

ulûhiyet”e dair ciddi tahşidat yapılmaktadır.

jlj^ l

Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerim, j& ğs- CcŞ \Jj\ ^ jJ l ^ y> a j İ p y &
J

^ ' İ l j 4 * 4 4 ^ 'i

ya ^ 4 4 “

1

^i;•/>!!


^>41 4 > ^ ı ^Sca jlS y& OİSjlk z \J> ®j ^ İ Ü J Ü
\$
f
® j ja }Jû

$ jl y > -1 y>jJaj jl j

^

ts?

jL i> 4 41 ►
I^ıj

Jjji Y j j j J5Cl>

üül Jjj j y>-\ ^ül y* s.i*i jlz j ^Iaa
^S

L o Jl Lâjy jl£ yâj

^ lj jxScJj S.4*Jl 1

j-«-»-ll

“Ey iman edenler! Öldürülen

“Ey iman edenler! Sizden ön cekilere farz kılındığı gibi oruç

kimseler hakkında size kısas farz kılındı. Hür ile hür, köle ile

tutmak size d e farz kılındı. B ö y lece umulur ki korunursunuz.

J jî 4 ' ^ & iAJi vJö

köle, dişi ile dişi kısas olunur. Am a kim, maktulün velisi ta­ rafından affedilirse kısas düşer. Bundan sonra gereken d iye­ ti ona güzel ve makûl bir şekilde tam olarak öd em ek g e r e ­ kir. Bu esneklik Rabbiniz tarafından bir kolaylık ve lütuftur.
Artık kim bundan sonra karşıdakinin hakkına tecavüz ed erse ona son d erece acı bir azap vardır.”85 âyetiyle, “kısas”ı naza­ ra vererek, bütün cinai ve cezaî kanunları hulâsa etmektedir.
Elbette bu âyetlerin zâhirinden hüküm çıkarmanın yanında, icma, istinbat, içtihat, kıyas, istihsan, maslahat, sedd-i zeraî gibi hususlarla alâkalı kaideleri de Sûre-i Bakara’ da bulmak mümkündür. 83

Bakara sûresi, 2/151.

M

Bakara sûresi, 2/178.

olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tu­ tar. Oruç tutamayanlara fid ye gerekir. Fidye bir fakiri doyu­ racak miktardır. H er kim d e kendi hayrına olarak fidye mik­ tarını artırırsa bu, kendisi hakkında elbette daha hayırlıdır.
Bununla beraber, eğ er işin gerçeğini bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır. O sayılı günler, Ramazan ayıdır. O
Ramazan ayı ki, insanlığa bir rehber olan, onları doğru yola götüren v e hakkı batıldan ayıran en açık ve parlak delilleri ih­ tiva ed en K u r’ân o ayda indirildi. Artık sizden kim Ramazan ayının hilalini görürse o gün oruç tutsun. Hasta veya yolcu olan ise tutamadığı günler sayısınca, başka günlerde, oruç tutar. Allah sizin hakkınızda kolaylık ister, zorluk istemez.

Bakara sûresi, 2/163.

8
5

Sayılı günlerde.. Sizden her kim o günlerde hasta veya yolcu

86

Bakara sûresi, 2/180.

5 0 -------------------------------------------------------------- _ _ Bir / ’câz Hecelemesi

Bakam Sûre-i Celîlesi

Allah, oruç günlerini tamamlamanızı ve size doğru yolu g ö s ­

etmişken, bazılarının ondan tamamen vazgeçmesi, kat’ i de­

terdiğinden ötürü Zât’ını tazim etm enizi ister. O, şükredesiniz

51

lil olan şu âyetle olmuştur:

- İ J i uİl 1
Jz\ ^jj| \£\ z

diye bu kolaylığı gösterir. ”87 âyetleriyle de farz olan “Rama­ jlk İ J l J

zan orucu” anlatılmaktadır.

^

p /j V l j

“Ey

iman edenler! Şarap, kumar, putlara kurban kesilen sunak­
Aynı zamanda, Â&4IİI J i\ jj' 1

Y j 4İ!

^ IjÂâf\j

“All ah yolunda malınızı harcayın da,

lar, fal okları şeytana ait murdar işlerden başka bir şey değil­ dir. Bunlardan geri durun ki felah bulasınız.”9
1

kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın ve ihsan ruhuyla

Bunun gibi,

hareket edin. Çünkü Allah, ihsan ruhuyla oturup kalkanları s e ­

Y

ver.”88 âyetiyle “Allah yolunda infakta bulunma” konusunda tahşidat yapılırken,
I sjjj j ^y>y>

4İİ*j JŞJ>j\ Ç

Uj ijjZİl 1 ^ijll

y

o U J& a ^J.1 ^ J 1
Y j (3j- ü

o'ü “Hac, malum aylardır.

Kim o aylarda haccı ifâya azm ederse bilsin ki, hacda ne kadına yaklaşma ne günah sayılan davranışlarda bulunma ne d e tartış­

\ y 'p ö\ y* f a jv£sJl bLi cJ ş

jl

yy- j-*j

“Hoşlanmasanız da savaşma size farz kılındı. Olur ki, hoşlan­ madığınız bir şey sizin için hayırlı olur.. Ve olur ki, sevip ar­ zu ettiğiniz bir şey d e sizin için şerli olur. Doğrusu bunu Allah bilir, siz bilmezsiniz.”92 âyetinde cihadın m üm inler için farz olduğu anlatılmış; cihad ilan etme mecburiyetinde kalındığın­ da, U dl y

j

j

ü

öi Çi5 y ,
1

M çSS\yf\

fSU»
1

1^

JN
"

jl_j â Oa ^ll
^

(*^ ^1

l j\JS ^ğS CU sU ^

öisjjı 1j 5 lj u b j î j ^1 'j^ l IjU İ jjjJl j l j 4İjJ>ûj 4 fj»
İ)I

Ijj3U

_j3 jlS' jl_j ® j l h t

'y ^ j ® o

j j i l l d N “Faiz yiyenler tıpkı Ş eytan ’ın çarptığı kimsenin uy­

ranışlardan taabbudîlik ufkuna çevrilmektedir. o a£lî

V j ^ 5 -Hp

VJ

çr~S j l p-^1

p-*J » ^ ^
24

Jil3 j y J
|

L>JLs 2| I Xo -j lji^>l j^JJI ö\® jJ u ısı iij^ J jı

men öd en ecek ve kendilerine asla haksızlık edilm eyecektir. ”98

öjSo ol Sf|

âyetleriyle, faiz yiyenlerin alışverişle faizi eş tutmalarının yan­ lış olduğu beyan edilip, bu iki şeyin arası ayrılarak, alışveri­

IS|

ilj

Vl ^ S lj sS g— ^jîlj 4 ı alp Ja_ail ^ S ;
L LU
>
'yi

^^LaU ^ : aŞ LgjjjjaJ
S

./»1.x.

şin helâl, faizin ise haram olduğu ifade edilmektedir. Zira alış­ verişte karşılıklı iki şeyin değiştirilmesi, bir başka deyişle iki
“ivaz” ın mübadelesi söz konusu iken; faizde karşılığı olm ayan bir kazanç söz konusudur. Daha sonra, faiz almanın zannedil­ diği gibi serveti artırmayacağı vurgulanmakta; bu m uam ele­ nin Allah’ a ve Resûlü’ne savaş açm a mânâsına geleceği üze­ rinde durulmakta ve nazarlar ahirete çevrilmektedir.

3İI I Â İJ j j

< j— s
J İ

ISIS Ija^J
^

I İİ a; Ofj a^—t 'yj İİj IS jLsOj * j p-iUjlş j y
^

p s o p ®f #

oU I t
^wjl t^dJl Sjds L..â «j

fA * OjIiAî Uj &lj 3_iU ^1

j âl

^ 1 ou 4-0jiÂi OLij» öS g -tJl I c£ c Vj İJj
U— y

“Ey iman edenler! Belirli bir vadeye kadar birbirinize borç

Bu âyetler ve Al-i İmrân Sûresi’ndeki, Ijlsl ^JJI

Ç

verdiğiniz zaman onu kaydedin. Aranızda doğrulukla tanın­ mış bir kâtip onu yazsın. Kâtip, Allah’ın kendisine öğrettiği gi­

0 J-öjû

âıl 1 Z\j j UUÜ»I iy t 1 b ^ “Ey iman edenler! jK Öyle kat kat artırarak faiz yem eyin. Allah’a karşı gelm ekten sa­

bi (adalete uygun olarak) yazmaktan kaçınmasın da yazsın.
Üzerinde hak olan borçlu kişi akdi yazdırsın ve Rabbisine karşı

kının ki felâh bulasınız.”99 âyetinde, toplumsal hayat adına bir

gelmekten sakınsın da borcundan hiçbir şey noksan bırakma­

virüs olan, bütün hukukçuları ve bilhassa iktisatçıları meşgul

sın. Eğer üzerinde hak olan borçlu, akılca noksan veya küçük

eden faiz belası, birkaç âyetle özet bir şekilde dile getirilmiştir.

veya yazdırmaktan âciz birisi ise onun velisi adalet ölçüleri için­

Ardından gelen iki âyette ise, ribânın karşısında alterna­

d e yazdırsın. İçinizden iki erkek şahit de tutun. İki erkek bulun­

tif bir durum ihraz eden karz-ı hasen (faizsiz borç) meselesi şu

mazsa o zaman doğruluklarından emin olduğunuz bir erkek ile

şekilde anlatılmıştır:

iki kadının şahitliğini alın. (Bir erkek yerine iki kadının şahit ol­ masına sebep) birinin unutması hâlinde İkincisinin hatırlatması­ na imkân verm ek içindir. Şahitler, çağırıldıklarında şahitlikten

p^-?.

ojySÜ

jid j

âı

JŞ-I ^1 /jjJb

IS lj j »I
I

jJl l£j| Ç

kaçınmasınlar. Siz yazanlar da, borç az olsun, çok olsun vade­

*

Bakara sûresi, 2/275-281.

r‘
*

Âl-i İmrân sûresi, 3/130.

us

öl

u /u Nj

üI jül

4 ^ ıs

siyle birlikte yazmaktan üşenmeyin. Böyle yapmak Allah ka­ tında adalete daha uygun, şahitliği îfâ etm ek için daha sağlam, şüpheyi gidermede de daha elverişlidir. Ancak aranızda hemen

Bir İ'caz Hecelemesi

56

alıp vereceğiniz peşin bir ticaret olursa, onu yazmamakta size

Bakara Sûre-i Çelilesi _

57

getirin ki Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim ve

bir günah yoktur. Alışveriş yaptığınız zaman da şahit tutun. N e

yalnız B enden korkun!” 1 2 âyetleriyle Cenab-ı Hak bi­
0

katip ne de şahit asla mağdur edilmesin. Bunu yapar, zarar v e­

ze İçtimaî mukavele şeklinde Kendisiyle kulları arasın­

rirseniz doğru yoldan ayrılmış, Allah’a itaatin dışına çıkmış olur­

da var olan bir sözleşmeyi hatırlatmakta ve bu akdin

sunuz. Allah’a itaatsizlikten sakının. Allah size en uygun tutumu öğretiyor. Çünkü Allah her şeyi hakkıyla bilendir. Eğer yolculuk

her zaman geçerli olduğunu bildirmektedir.
2. j jI âA j jjizj

^Jb

jjjib l

hâlinde iseniz ve yazacak birini bulamazsanız, o takdirde borç

“Halka iyilik emredip kendinizi unutuyor musunuz yok­

karşılığında bir malı (rehin olarak) bırakırsınız. Şayet birbirinize

sa? Hâlbuki siz Kitab’ı okuyup duruyorsunuz. Artık ak­

itimat eder de buna gerek duymazsanız, güvenilen kimse Rabbi

lınızı başınıza almayacak mısınız?” 1 3 âyetiyle ise, “S ö ­
0

olan Allah’tan korksun da üzerindeki emaneti ödesin. Görüp

zün başkalarına tesir etmesinin birinci şartı, öncelikle

bildiğinizi de gizlemeyin. Bildiğini gizleyenin kalbi günahkârdır.

onun söyleyen tarafından yaşanmasıdır.” hakikati orta­

Allah her ne yaparsanız bilir.” 1 0 Ayrıca bu âyetlerde şahitlik
0

ya konularak, yaşanmayan sözlerin sinelerde kabul gör­

esası üzerinde de durulmakta ve bu meselede senetlere, mu­ hakeme usûlüne, borçlar hukukuna müteallik bir kısım hukuki meseleler de kısaca anlatılmaktadır.
***

meyeceği anlatılmaktadır.
3. Ve jjj-a b

l£-5 J Y i
Vj JÛp 1*1*

^
I
3 j “Ö yle bir günden sa­
1

kının ki, o gün hiç kimse başkasının yerine bir bedel

Kur’ân-ı Kerim’ in âyetlerinde, dünyevî ve uhrevî hayatla

öd eyem ez; kimseden şefaat kabul edilmez ve hiç kim­

alâkalı hüküm çıkarmak için hayatî birçok kaide ve esas mevcut­

sed en fid ye alınmaz, hem onlara yardım da edilmez. ” 1 4
0

tur. Akide, ibadet, muamelât ve ukubâtla ilgili âyetler sabit bi­

âyetiyle de “K im seye kimsenin günahının yüklenm e­

rer kaide hâlindedir. Sonraki meseleler bir mânâda onlara irca

yeceğ i v e Allah’ın (celle celâluhu) huzuruna herkesin kendi günahıyla çıkacağı” İlâhî kuralı hatırlatılmakta­

edilir. Şimdi bu konuyu da birkaç misalle müşahhaslaştıralım:

dır. Evet, H

rehber gelir d e kim ona uyarsa, onlara bir korku o l­ mayacak ve hiç üzülm eyecekler de. ” 1 1 ve J - î l ^
0

b

nin, başka birisinin suçunu yüklenmeyeceği ve dünya­ da iken ne yapmışsa azap veya mükâfat olarak onun karşılığını tastamam göreceği ifade edilmektedir.

^ j ' iŞ+fc 'j*J'j ^ 4 *

Jâ\

“Ey İsrail’in evlatları! Hatırlayın ve düşünün si­ ze ihsan ettiğim nimetimi. Bana verdiğiniz sözü yerine
'< Bakara sûresi. 2/282-283.
K
‘‘n Bakara sûresi. 2/38.

1 2 Bakara sûresi, 2/40.
0
1 3 Bakara sûresi, 2/44.
0
ltM Bakara sûresi, 2/48.
1 5 En’âm sûresi, 6/164.
0
106 Necm sûresi, 53/39.

58

Bir İ ’câz Hecelemesi

4.

öÎ

11 * j/So k ’lj Ij-ylI Jl jjjl {j* ^~~U^



ji*^ S-

“BİZ, daha hayırlısını veya benzerini getir­

m edikçe herhangi bir âyetin hükmünü n eshetm ez v e ­ ya ertelem eyiz. Allah’ın her ş e y e kadir olduğunu bil­ m ez misin?’’107 âyetiyle de, “Allah’ın (celle celâluhu) bir kısım hükümleri zamana g ö re değiştirdiği” hakikati üzerinde durulmaktadır ki bu, umumi hukukta ve M ecelle’de “Ezmânın tegayyürüyle ahkâmın tegayyürü inkâr olunam az.” şeklinde ifade edilen genel prensi­ bin de esası gibidir.
3. Yine, 01 J î

f e s JS-

{ ja İki

Bakara Sûre-i Çelilesi ________ ____ _____________________________

59

aralarında bir vahdetin tesis edilemeyeceği şeklinde de anlaşılmamalıdır.
6. JJjl lj£y aîİp bilil U ç-şj Jj l^lll ilil dj\ U I JL 1
J
j j ûjj£&> Nj

Y

J-s ISİJ

j l S “Onlara: ‘Gelin Allah’ın

indirdiği buyruklara tâbi olun!’ denildiğinde: ‘Hayır, biz babalarımızı ne durumda bulduysak ona uyarız. ’ derler.
Babaları bir şeye akıl erdirememiş ve doğruyu bulama­ mış olsalar da mı onlara uyacaklar?” 1 9 âyet-i kerimesi
0
ise insanlar için büyük ölçüde fıtrî ve cibiilî bir hakikat olan, “babadan-atadan gördüğüne tâbi olm a” yaygın

Yj

^ y s *)j

ojosi j d j (jJigJi j * 4)1 (^-1*

âdetini dile getirmektedir. Nitekim Müslümanlar İslâm’a,
Hıristiyanlar Hıristiyanlığa, Yahudiler de Yahudiliğe kar­ şı böyle bir irtibatla tutunuyor gibidirler. “Her çocuk fıt­

Irî

öi

U “N e Yahudiler n e d e Hı-

rat (İslâm dini) üzerine doğar... (Daha sonra) anne ve

ristiyanlar, Sen onların dinlerine tâbi olmadıkça asla

babası o çocuğu ya Yahudileştirir ya Hıristiyanlaştınr ya

Senden razı olmazlar. Ö yleyse d e ki: “Allah’ın hidayet

da Mecusileştirir...”1101hadis-i şerifi de bu hakikati ifade

yolu olan İslâm, doğru yolun ta kendisidir. Sana g e ­

etmektedir ki, bütün bunlar, bir fıtrat kanununu anlat­

len bunca ilimden sonra onların heva ve heveslerine uyacak olursan, Allah’a karşı hiçbir koruyucu ve yar­ dımcı bulamazsın.”108 âyetiyle, “Asl-ı vâhidden (ay­ nı kökten, kaynaktan) m eydana gelen teferruat ara­ sında tebâyün (ihtilaf, zıtlık) olduğu için birbirlerini iterler.” veya başka bir tabirle “Emsal birbirini iter.” umumi prensibine işaret edilmektedir. Zerrelerden kü­ relere kadar geçerli olan bu kanun, insanlar arasın­ da da söz konusudur. Nitekim aynı kökten gelmeleri itibarıyla bugüne kadar İslâm’ a karşı en büyük muarazanın semavî dinlerin müntesipleri tarafından yapıl­

maktadır. Kur’ân-ı Kerim’ in de; ^ 1 Jl O i 4)1 jU J j j j i V
JU
0y l k ^ ^uJl yS\

jjiüîl “Allah’ın bu hilkatini kimse

. değiştiremez. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanlann ekserisi bunu bilmez ve anlamazlar. ”m âyetiyle işaret et­ tiği üzere kâinatta cereyan eden ahkâmın değişmezliği vurgulanmaktadır. 7. Yine, 4) IjjSOilj
0j k k Sül

L olcü»
«

j l “Ey iman edenler! Size kısmet etti­

ğimiz rızıklarm temiz ve helâlinden yiyiniz. Eğer yal­ nız Allah’a ibadet ediyorsanız., ve O ’na şükrediniz. ” 1 2
1

dığı inkâr edilmez bir hakikattir. Zira bunlar arasında cibiilî bir ihtilaf söz konusudur fakat bu, hiçbir zaman

Jl L jI Ç
$

10 Bakara sûresi, 2/170.
9
1 0 Buhârî, cenâiz 80, 93, tefsînı sûre (30) 1, kader 3: Müslim, kader 22-25.
1

1 7 Bakara sûresi. 2/106.
0

1 1 Rûm sûresi, 30/30.
1

i0* Bakara sûresi, 2/120.

1 2 Bakara sûresi, 2/172.
1

61

Bakara Sûre-i Çelilesi

âyetiyle de Eşyada aslolan ibâhadır (yani helal olm a­ sıdır); haramlık ise ârızîdir. ” prensibi vaz’ edilmekte ve hemen arkasından,
^ J*'

fİJlj ciü l f&L* f u ! l

10. Diğer taraftan, yukarıda zikrettiğimiz

Js,

“Sana şarap ve kumar hakkmdaki hükmü sorarlar. De

“O size sadece lâşeyi, kanı, dom uz eti­

ki: İkisinde de hem büyük günah hem de insanlara bazı

ni ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların etini

menfaatler vardır. Fakat günahları menfaatlerinden da­

haram kıldı. ” 1 3 âyetiyle de haramlarla alâkalı hüküm­
1

ha büyüktür...” 1 7 âyetiyle “D ef’-i mefâsid, celb-i menâ­
1

ler anlatılmaktadır.

fi’den evlâdır.” prensibi ortaya konulmaktadır. Evet, bir

8. Aynı âyette, jy â - i l j| » t e

& t e ^j ^

jte

şey üzerinde, zararın izale edilmesi ve menfaat sağlan­ ması karşı karşıya gelse, zararın izale edilmesi öne alı­

?-~rj “Kim mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz

nır. Hele âyetteki gibi zararı faydasından çok çok fazla

etm em ek ve zaruret miktarını geçm em ek şartıyla, bun­

olan hususlarda.

lardan yemesinde günah yoktur. Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir.”1 4 buyurularak, “Zaruretler, haram olan ş e y ­
1
leri helal kılar. ” ve “Zaruretler kendi miktarıyla takdir olunur. ” prensiplerine işaret edilmekte, zaruret hâlinde, aslen haram olan şeylerden sadece zaruret miktarı ya­ rarlanılabileceği hatırlatılmaktadır.
9.

jcJ

Mj

fiil jbjî “Allah sizin hakkınızda

11. Ve Kur’ ân-ı Kerim,

j Sfl Llb fiil tefe» Y “Allah hiç­

bir kimseyi güç yetirem eyeceği bir şekilde yükümlü tutm az...” 118 âyetiyle ise usûlde bir prensip olan “Din­ de teklif-i mâlâ yutâk (güç yetirilem eyecek bir mükel­ lefiyet) yoktur.” kaidesinden söz edilmektedir. Yani kişiye gücünün üstünde bir sorumluluk yüklemek ba­ his mevzuu değildir.

kolaylık ister, zorluk istem ez...” 115 âyetiyle ise dinde

Ezcümle; denebilir ki, Bakara Sûresi’ nde bir Müslümanm

“yüsr” ün (kolaylık) esas olduğu prensibi dillendirilir.

ferdî ve İçtimaî hayatı adına lüzumlu olan bütün prensipler

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Bu din k o­

icmalî olarak anlatılmış ve hiçbir boşluk bırakılmamıştır.

laylıktır. Kimse kaldıramayacağı mükellefiyetlerin altı­ na girerek dini g eçm eye çalışmasın, (başa çıkamaz, yi­

Her şeyin doğrusunu Kur’ân’ m Sahibi (celle celâluhu) bi­ lir; bizim bilebildiklerimiz o deryadan bir damla gibidir.

ne de yapamadığı eksiklikleri kalır ve) yenik düşer. ” 116 lâl ü güher beyanları da bu prensibi teyit etmektedir.
Zaten yukarıda zikrettiğimiz zaruret miktarı mahzurun mubah olması da İslâm’ daki bu kolaylık prensibinin ayrı bir buudunu ifade etmektedir.
Bakara sûresi, 2/173.
Bakara sûresi, 2/173.
Bakara sûresi, 2/185.

1 7 Bakara sûresi, 2/219.
1

Bııhâri, îmân 29; Nesâî, imân 28.

" H Bakara sûresi, 2/286.

63

Haham Sûre-i Çelilesi (1-5. Âyetler)

de ihtiva etmesi bakımından hem Medine’de ilk nazil olmaya başlama hem de bazı âyetleriyle en son tamamlanan sûre ol­ ma vasfını taşımaktadır.

BAKARA SÛRE İ ÇELİLESİ

Bakara Sûresi’ nin “Sûre-i Bakara” ve “Sûre-i Kürsî” gibi

(1-5. ÂYETLER)
Ö

®

farklı isimleri vardır. Bu sûreye, İsrailoğulları’yla alâkalı olan

(_£-!— A-«d
*

V

“Bakara” (inek) kıssasının tamamının burada anlatılmış olma­

4L-Jİ ® jjJl^

Jj-jJJIj ® ö jj Âj ji—
L 'Allâjj L.Laj Ö a !|
^L-

sı ve bu meselenin başka bir sûrede tekrar edilmemesi sebe­

iw
-_üJL)

de “Sûre-i Kürsî” denilmiştir. Evet, kürsî-i İlâhinin her şeyi iha­

l-^j viLiJl (Jj-jî l_4>

, ~’s.

» °

^

,

j{— kİLxîjlJ | a î—

“ Elif, Lâm,

Mîm. İşte Kitap!

I

^

biyle “Sûre-i Bakara” ; içinde Âyetü’l-Kürsî’yi ihtiva ettiği için ta etmesiyle Bakara Sûresi’ nin bütün ilâh! hükümleri kuşatma­

T £

' -Ü
-djl,®

sı arasında ince bir alâka vardır.
Bu sûrenin “Senâm ü’l-Kur’ân” (Kur’ân’ m hörgücü, zir­

Şüphe yoktur onda. Rehberdir

vesi) ve “ez-Zehrâ” (parlak, ışık saçan, nurefşan) şeklinde biri

o müttakilere. O müttakiler ki görünm eyen âlemlere (gayb)

has, diğeri müşterek olan iki lakabı daha vardır ki, Efendimiz

inanırlar. Namazlarını dikkatle ikâme eder ve kendilerine

(sallallâhu aleyhi ve sellem), “İki zehrâyı (Bakara ile Âl-i İm-

ihsan ettiğimiz nimetlerden infakta bulunurlar. (A y rıca )

rân’ı) okum aya devam ediniz.” 120 hadisiyle, bu sûrenin Al-i

hem Sana indirilen Kitab'ı hem de Senden ön ce indirilen

İmrân ile müşterek lakabına; “H er şeyin bir senâmı (hörgü­

kitapları tasdik ederler. Ahirete de kesin yakîn içindedirler.

cü, zirvesi) vardır. K ur’ân’ın senâmı ise Bakara Sûresi’dir. ”1 1
2

İşte bunlardır Rabbileri tarafından doğru yola ulaştırılanlar.

ifadeleriyle de onun has lakabına işaret buyurmuştur.

V e işte bunlardır felâh bulanlar.”

Ayrıca “Senâm ü’l-Kur’ ân” olan Bakara Sûresi, bir taraf­ tan Kur’ ân-ı Kerim’ in başında bulunmasıyla, nereden bakılır­

Giriş

sa bakılsın rahatlıkla görünen bir şâhika olmasının yanında;

Bakara Sûresi, İnsanlığın İftihar Tablosu’ nun (sallallâhu

pek çok ahkâm-ı diniyeyi ihtiva etmesi sebebiyle de âdeta

aleyhi ve sellem) Medine-i Münevvere’ye hicretlerinden sonra

insanların üzerindeki mukaddes bir sorumluluğu hatırlatan

ilk nazil olmaya başlayan sûre olarak bilinmektedir. Bununla

yüksek bir mevkie sahiptir.

beraber o, Kur’ ân-ı Kerim’ in en son nazil olan o y > -a
J
>
İ)yS&L S
I

04^5 U ^

Js

p Â\

1 yü\j “Öy/e bir gün­

de rüsvalıktan sakının ki, o gün Allah’ın huzuruna çıkarılacasınız. Sonra her kişiye kazandığının karşılığı tastamam ö d e ­ necek ve kendilerine asla haksızlık edilmeyecektir. ” 119 âyetini
1!9 Bakara sûresi, 2/281.

***
Bakara Sûresi ile Fâtiha Sûresi arasında çok ciddi bir tenâsüp vardır. Şöyle ki, mü’ minin, Fâtiha Sûresi’ ndeki Ü I aâ 1 0 Müslim, salâtü’l-müsâfîrin 252; Ahmed İbn Hanbel, el-Miisned 5/249, 251, 254,257.
2
1 1 Tirmizî, fezâilü'l-Kur’ân 2: Dârimî, fezâilü'l-Kur'ân; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned
2
5/26.

61

Bir İ ’câz Hecelemesi

±\
>

65

Bahara Sûre-i Gelilesi (1-5. Ayetler)

“Bizi doğru yola, Sana doğru varan yola ilet. ” 1 2
2

'i j

‘Bizi doğru yola, Sana doğru varan y o ­

duasına sanki Cenab-ı Hak, hemen arkasından gelen Bakara

la ilet. Nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet.

Sûresi’ ndeki j-âıUl ^1*

ÇJj M s^lfSdl dU “/şte Kitap! Şüphe i> Gazaba uğrayanların ve sapkınlarmkine değil/ niya­

yoktur onda. Hidayet rehberidir müttakilere. ”1 3 âyetiyle ce ­
2

zında bulununca da Allah (celle celâluhu) ‘İşte bu, ku-

vap vermektedir.

lumundur. Kulumun duasını kabul ettim, istediği şeyi verdim ona. ” 1 4
2

Bu âyet-i kerimelerde “hidayet” mevzuuyla alâkalı iki la­ tif nükte daha vardır:

Bu hadis-i şerif;

1. Cenab-ı Hakk’ ın insanlara, iradelerinin dahli olm adan

, j l » yfs ÇJj V p & ü l dA “İşte Kitap!
JS

Şüphe yoktur onda. Rehberdir o müttakilere.” 1 5 âyetinin, Fâ2

hidayet lütfetmesidir ki, buna cebrî hidayet de diye­

tiha Sûresi’ndeki çJcJJ/A

biliriz.

doğru varan yola ilet. ” 126 duasına icabet mânâsına geldiği şek- ‘

2. Allah Teâlâ’mn, insanlara iradelerini sarf etmeleriyle hi­ dayet bahşetmesidir ki, jJİÜJ

ündeki yukarıda mezkûr hükmü teyit etmektedir.

“Hidayet rehberidir

Ayrıca Allah (celle celâluhu), Fâtiha Sûresi’ nde

müttakilere. ” ifadesiyle anlatılan hidayet de işte bu hi­ dayettir. Müslim’de geçen bir hadis-i şerifte şöyle buy­ rulur: “Allah Teâlâ: ‘Namaz (sûresi olan Fâtiha)’yı K en ­ dimle kulum arasında yarı yarıya taksim ettim ve kulu­

liûU “Bizi doğru yola, Sana

£ll|l

“ Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Senden medet umarız. ”1 7
2
diyerek kulluk arzında bulunan mü’minlere, Bakara Sûresi’nde kendisini tanıtmakta ve onlara ihsanda bulunduğu nimetleri­ ni hatırlatmaktadır. Fâtiha Sûresi’nin son âyetinde zikredilen

mun dilediği şey onundur. ’ buyurdu. Kul, O j $ İZJJ\

mağdûbîn (sapıtıp gazaba uğrayanlar) gürûhunun İlâhî gaza­

^JUJİ ‘Bütün hamdler, övgüler âlemlerin Rabbi A l­

ba uğramalarına sebep olan hususlar da Bakara Sûresi’ndeki,

lah’adır. ’ dediği zaman Allah Teâlâ; ‘Kulum Bana hamdetti.’ der.

p p p l ‘O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.’

‘-şjî t l y j î j pSjfe O-LSjî Jpl £+*5 jp jü

l£53l “İşte o kitap!” denmektedir. Malum olduğu üzere S i}

Kerim’ in misli bir kitap m eydana getirin.” dem ek suretiyle

Arapçada uzağa işaret etmek için kullanılan bir işaret edatıdır.

onlara meydan okumaktadır.
4^2 vîr2 \jj~i jÜ I

Ij İ İ a »

j

Mesafenin uzaklığını ima eden bu kelime, burada makamın ir^

jb ®

V O t/?

çZ iS j ) 4İ> j j i
1

ö lj
İJLg.^»

tifamdan kinaye olarak kullanılmış ve Kur’ân-ı Kerim’ in maka­ mının yüksekliği gösterilmek istenmiştir; yani bu İÜS ile, “İşte

j y j
“Eğer kulumuza indirdi­ ğimiz Kur’ân’m Allah’ın sözü olduğu hakkında şüpheniz varsa,

şu şanı yü ce ve çok yüksek olan kitap... ” denilmek istenmiştir,

haydi onun sûrelerinden birine benzer bir sûre meydana getirin

mülhemûndan olan insanlara bırakıldıktan sonra zihinler, ister

jdl ile bu kitabın şifreleri verildikten ve çözümü, mütefekkir ve

ve bu konuda Allah’tan başka güvendiklerinizin hepsini d e ça­

istemez on a “şanı yü ce kitap” deme ufkuna yükselmişlerdir.

ğırın, iddianızda haklı iseniz. Bunu yapamazsanız -k i hiçbir za­

Kur’ân da buna işaret sadedinde ^Jl dedikten sonra

man yapamayacaksınız- öyle ise çırası insanlarla taşlar olan ve

“İşte şu şanı yü ce ve çok yüksek olan kitap...” demektedir ki,

kâfirler için hazırlanmış bulunan o ateşten sakının. ”136 üJ j k fi\

bu iki ifade âdeta bir vâhidin iki yüzü mesabesindedir.

jJ iU » p S Ö
J

137
138
139

jjS ^

Bakara sûresi, 2/23-24.

j i \y>l\j a
İL İ j j J İ l /t i j î i\£\

Yûnus sûresi, 10/38.
Hûd sûresi, 11/13.
İsrâ sûresi, 17/88.

S i}

74

B ir İ'câz Hecelemesi

Bazı müfessirler, jj l ’in mukattaa harflerinden olması hase­

Bahara Sûre-i Gelilesi (1-5. Âyetler) ________ ______________________________ 7 5

çelişki bulunurdu.” 1 1 IgJU ^
4


öl^sİl 6y p &

“Onlar

biyle i'rabda mahallinin bulunmadığını ve dolayısıyla da dUS

K ur’ân’ı düşünmüyorlar mı?'Yoksa kalbleri kilitli m i?”1 2 âyet­
4

ile aralarında i’rab yönünden bir irtibatın mevzubahis olm adı­

lerine bir bakıma icmalî bir meal mahiyetindedir.

ğını söylemişlerdir. Bununla beraber şu husus da hiçbir zaman

Kendisinde hiçbir şek ve şüphe olmayan bu Kitap,

göz ardı edilmemelidir ki, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bir vâhidin iki ayrı yüzü olan jjdl ile

bir i’rab cereyan etmeyecek derecede kuvvetli bir vahdet var­ dır. Dolayısıyla

“Hidayet rehberidir müttakilere.”

»İA arasında, herhangi
Ji

*İJÜ ® pJl, şanı yüce bir kitabı açmak için i beraberce mütalâa edilmesi gereken sırlı bir şifredir.

j^l mukattaa harfleriyle jc&US

âyeti arasında da latif

bir tenâsüp vardır. Şöyle ki, müttakiler için bir hidayet rehbe­ ri olan Kur’ân-ı Kerim, j^ sırlı şifresiyle muhataplarına mey­
Jl
dan okuyarak, âdeta “ Haydi, siz de kafanızı yorun, aynı harf­

Ayrıca burada bir noktaya daha dikkat çekilmektedir ki,

leri kullanarak Kur’ân’ ın bir mislini getirmeye çalışın, baka­

o da, bu kitabın şanının, kelâm-ı İlâhî olmasından dolayı yü­

lım buna muvaffak olabilecek misiniz? Şu şanı yüce kitaba,

ce olmasıdır. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim tetkik edilirken, her

Allah’ tan (celle celâluhu) gelmiş olma mülâhazasıyla bakın;

şeyden önce nazarlar, insanın maddî ufkunun darlığından sıy­

nazarlarınızı m addeye inhisar ettirip, aklı gözüne inmiş olan­

rılarak, o Kitab-ı Kerim’in muallâ mevkiine çevrilmelidir. Z'ra

lar gibi bakmayın; onu lâhûtî hususiyetiyle ele alıp değerlen­

Kur’ân, kelâm-ı ezelî sahibi yüce bir Zât’ ın kullarına sunduğu

dirin. Zira iradenizin hakkını verip onu iyice tetkik ettiğiniz­

bir kurtuluş reçetesidir. Eğer Kur’ân’a bu zaviyeden bakılmaz­

de, siz de o kitabın içinde şek ve şüphenin bulunmadığını

sa, onun ihtiva ettiği hakikatlerden çoğu da görülemez. Ona

ve onun İlâhî bir kelâm olduğunu anlayacaksınız.” dedikten

kendi muallâ mevkiinden nazar edilip muhtevaya da o zavi­

sonra

yeden bakıldığında görülecektir ki o, öteler ötesinin sesi-so-

liyle teemmül, tefekkür ve tedebbürde bulunarak vikâye-i ilâ-

jla ifadesiyle

de onun, yukarıda arz edilen şek­

luğu diyebileceğimiz keyfiyette yüce bir kitaptır. Dolayısıyla

hiyeye (İlâhî korunmaya) girip Allah’tan korkan müttakiler

Kur’ân-ı Kerim, herhangi bir kitap veya bir gazete ya da b ro­

için tam bir hidayet kaynağı olduğu bildirilmektedir. Çünkü

şür gibi okunacak bir kitap değildir. Zira o, aJ Ç Jj N “ içinde hiçbir tereddüt ve şüphe olmayan” 140 İlâhî bir kitaptır. Öyleyse
Kur’ ân’ın ihtiva ettiği hakikatlere ciddi bir teemmül, tefekkür ve tedebbürle bakılmalıdır ki, onun gerçek kıymeti ve muh­ teva zenginliği bilinebilsin. Bu mülâhaza aynı zamanda

Kur’ ân bütün insanlığa hidayet için inmekle beraber bu hida­ yetten istifade etmenin ilk şartı, Allah’tan gereği gibi korkma ve müttakilerden olmadır.
Burada Kur’ ân’ ın hidayeti, ittikâ (sakınma) şartına bağ­ lanmış gibi gözükmektedir. Dolayısıyla bir taraftan Kur’ân-ı
Kerim’ in bizzat hidayet kaynağı olması, diğer taraftan da

“Hâlâ

insanların tedebbür ve tefekkür yoluyla O ’nun getirdiği hi­

Kur’ân üzerinde gereği gibi düşünm eyecekler mi? Eğer Allah

dayeti elde etmesi hasebiyle bu meselede bir devr-i bâtılın

\yzS

4)1 js- JÎp I j l İ jJ j ja katından değil de başka bir kaynaktan gelseydi, onda p ek çok
Bakara sûresi, 2/2.

1,11
14
2

Nisâ sûresi, 4/82.
Muhammed sûresi, 47/24.

76

Bir f ’câz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Gelilesi (1-5. Âyetler) ______________________________

77

(Mantıkta, bir hükmü ikinci bir hüküm ile, bunu da birincisiy­

Bazı sosyologların da ifade ettiği gibi şimdiye kadar hiçbir fi­

le ispatlamaya çalışma yolu, fâsit daire) söz konusu olduğu

kir, doktrin ve kitap, Kur’ân-ı Kerim’ in toplum bünyesinde mey­

zannedilebilir. Ancak Kur’ân-ı Kerim’de hidayetin farklı farklı

dana getirdiği inkılabı gerçekleştirememiştir. Zira böyle seviyeli

mânâlarda kullanılması, bir başka açıdan da hidayetin fark­

bir inkılabın meydana gelmesi, onun çeşitli devrelerden geçme­

lı mertebelerinin olması itibarıyla burada o şekilde bir devir­

sine ve bu mevzuda birkaç neslin fedakârane çalışıp didinmesi­

den bahsetmek söz konusu değildir ve meselenin “devir” ola ­

ne vâbestedir. Tarih de şahittir ki, inkılaplar tahakkuk ederken

rak anlaşılmaması için bu farklılıkların iyi bilinmesi lazımdır.

ilk nesil, çok defa çeşitli medeniyetlerin tesiri altında taklitçiliğe

Mesela kişinin, küfürden vazgeçip imana gelmesi, imanda

düşmüş; ikinci nesil ancak onların ortaya attıkları fikir, doktrin,

derinleşip rüsuh kazanması, sonra onu tabiatına mâl etmesi;

sistem veya mezhebi realize etmeye muvaffak olmuştur. Hatta

meseleyi daha da detaylandıracak olursak, hidayetin ilme’l-

bazen bu fikir, sistem veya mezhepleri bunların arkasından ge­

yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’ l-yakîn yollarından geçerek ke­

len nesiller ancak istikrara kavuşturabilmişlerdir. Sadece Nebiler

male ermesi... evet, işte bütün bu mertebeleri cüz’î ve küllî

Serveri’dir ki Kur’ân-ı Kerim sayesinde üç neslin mevcudiyetine

dairede duyup zevk etmesi, Kur’ân ’ ın hidayetinin çeşitliliği

vâbeste onca inkılabı tek bir nesille tamamlamıştır.

adına ortaya konabilecek farklılıklardandır. Yine kişinin ira­

Evet, vahşi ve bedevi bir toplum, vahşet ve bedeviyetin en

desini tedebbür ve tefekkür istikametinde kullanıp, Kur’ ân’ ın

korkuncunu yaşarken, Kur’ân ve İnsanlığın İftihar Tablosu sa­

hidayetinden istifade adına on a teslim olup onun himayesi

yesinde -h em de daha Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)

altına girmesi; daha sonra içten bir teslimiyetle kendini o “el-

hayatta iken- en medeni ve en yüce milletlerin varabileceği

menhelü’ l-azbü’ l-mevrûd’a ” salması... gibi hususlar hep bu

son ufka ulaşmıştır. Dahası bu hayretengiz inkılap, gerek İçti­

hidayet farklılığını işaretlemektedir.
Evet insan, Kur’ân’ ın kullandığı üslup, kelimeler ve bu

maî, gerek siyasî ve gerekse akidevî olarak hayatın hemen her karesinde böylesine baş döndürücü bir hızla gerçekleşmiştir.

kelimelerin ihtiva ettiği mânâlar üzerinde tefekkür ettiği nis­

Binaenaleyh

pette; Cenab-ı Hak, hidayeti arayan bu kulunun gözünü açar

zikrettiğimiz gibi, ilk plânda hidayetin bir parçasını elde etmiş

ıi a ÇJj N Z jÜ Ü dJÜ ifadesi, yukarıda
J
SI
S

ve ona Kur’ ân’ ın hidayetinden istifade etme imkânları bah ­

olsalar da müttakilerin terakkilerinin Kur’ân’ m rehberliği saye­

şeder. Bundan sonradır ki Kur’ ân, hidayet dairesine giren bu

sinde tahakkuk edeceği hakikatine işaret ediyor gibidir.
***

kişinin elinden tutar ve onu, o yanıltmayan rehberliğiyle, yu ­ karıda bir kısmı arz edilen farklı hidayet seviyelerinden biriyle

Burada insanın aklına “Acaba Kur’ân’ ın kendileri için bir

taçlandırır. Zira Kur’ân-ı Kerim, ibtida (başlangıç) ile intihayı

hidayet rehberi olduğu müttakiler kimlerdir?” şeklinde bir so­

(sonu) cem etmiş bir mukaddes kitaptır. Bu itibarla, hidayeti,

ru gelebilir. İşte Kur’ ân-ı Kerim bu sorunun cevabı sadedin­

hem ihtidası hem de intihasıyla Kur’ ân’da görm ek mümkün­

de, şiirimsi bir tenâsüp ve ahenk içinde

dür. Hidayetin başlangıcını, Allah ve ibadet telakkisiyle İslâm

müttakiler ki görü n m eyen e inanırlar.. . ” 143 buyurarak onları

dairesine giren bir bedevinin çok basitçe iz’ an ve kabulü şek­

tavsif etm eye başlar:

linde görürsek; zirvesine de Resûl-i Ekrem’ in (sallallâhu aley­ hi ve sellem) mazhar olduğu hidayet diyebiliriz.

13 Bakara sûresi, 2/3.
4

“O

78

Bir İ ’câz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Çelilesi (1-5. Âyetler) ______________________________ 79

Kur’ân'm hidayetinden istifade etmek, sadece gayba iman

söylem ekte yarar var. Evet, bir şeyi nazarî olarak bilmek ile

etmeye bağlı değildir. Evet, onun hidayetinden istifade edebil­

onu hakkıyla tanıyarak pratik hayata dönüştürmek birbirin­

mek için gayba imanın yanında, iman edilen hakikatlerin pra­

den ayrı meselelerdir.

tik hayatta uygulanması da önemli bir esastır. Mevzua bir kısım mütefekkir ve filozofların tasnifleri çerçevesinde nazarî-amelî ayrımı perspektifinden bakacak olursak,

Amelînin önemli bir esasını namazın ikâmesi teşkil etti­

ile ifade edilen gayba iman meselesi, henüz imanın ve iz’ anın

ği gibi diğer hayatî bir rüknünü de umumi mânâda infak ifa­

pratik hayata intikal etmediği safhaya bakar. Aslında pratik

de etmektedir. İşte bu ikinci hususa temas sadedinde li« j

hayata intikal etmeyen imanın kalbde derinleşip kökleştiği de

öydçj

söylenemez. Kalbinde o gaybî imanın rüsuh bulmadığı bir in­

ederler. ” 145 buyrularak müttakilerin diğer bir vasfı daha ha­

san da Kur’ân’ ın hidayetinden tam istifade edem ez. Öyleyse

tırlatılmaktadır.

Kur’ân’ ın hidayetinden hakkıyla istifade edebilm ek için başta müttaki olmak gerekmektedir. Müttaki olmak ise bir taraftan gayba inanmaya, diğer taraftan da hem ibadet hayatına hem de daha şümullü bir takva mülâhazasıyla âyât-ı tekviniye ve âyât-ı Kur’ âniye’den istifade etmeye bağlıdır.

“Kendilerine ihsan ettiğimiz nimetlerden infak

C enab-ı Hakk’ın kullarına sayılamayacak kadar çok ihsa­ nı vardır. Bu ihsanlar, başlıca ikiye ayrılır:
1 . B ed en î ihsanlar: Bunlar bedenimize ait el, ayak, göz, kulak, dil, dudak... gibi enfüsî nimetlerdir.
2 . Malî ihsanlar: Bunlar ise Cenab-ı Hakk’ m insanlara

“Namazlarını tam, dik­

lütfettiği mal, mülk, servet... gibi âfâkî nimetlerdir ki,

katle îfâ ederler. ” 144 Zira namaz, gayba imanın nazariyattan

fıkıhçılar da bu taksimi biraz daha farklı olarak ele alıp

Öyleyse o müttakiler, o^üdl j

çıkıp pratiğe dökülmesi adına en cami ibadetlerden biridir.

ibadet ü taatı: 1. Bedenî ibadetler, 2. Malî ibadetler,

Filozof Kant, “Allah nazarî akılla değil, amelî akılla bilinir.” di­

3. H em bedenî hem de malî olan ibadetler olmak üze­

yerek herhalde, Allah’ı hakkıyla tanıyabilmek için o imanın

re üçe ayırmışlardır. Esasen bu üçüncü sınıf, ilk iki sı­

gereklerini yerine getirmenin zaruri olduğuna işaret ediyordu.

nıfın karışımından ibarettir. Böylece ibadetleri, bedenî

Evet insan, nazarî akılla “ inandım” demekle -b iz onu m ü’min

ve malî olmak üzere iki temel esasa irca etmek müm­

kabul etsek d e - kâmil mânâda m ü’ min sayılmaz. Bu sebep­

kündür.

le kişinin hakiki iman sahibi olabilmesi için mutlaka imanını

s^LjkJI ö yLJğ'j “Namazlarını tam, dikkatle îfâ ederler...” be­

nazarîden pratiğe dönüştürmesi, nazariyi sürekli güçlendirme­

yanı, mahza bedenî bir ibadetin ifadesidir. Beden, pratik ha­

si ve aralıksız bir ubûdiyetle onu derinleştirmesi iktiza eder.

yatta ibadetlerle egzersiz yapa yapa kalb ve ruhun tesirine gire­

İşte bu şekildeki bir donanım ve gayretle iman zamanla

cek, derken duygular incelecek ve bu sayede gayba iman daha

o kişinin kalbinde kökleşecek ve -A llah ’ ın inayetiyle- sarsıl­

bir takviye edilmiş olacak; o, namazla belli bir derinliğe ulaşa­

maz bir hâl alacaktır. Ayrıca burada, imanın, am elden baş­

cak; ardından da intakla kalblerden makam, mal ve dünya sev­

ka bir şey olduğunu ve onun amelden bir cüz olmadığını da

gisi atılarak nazarî iman daha farklı bir derinliğe ulaşacaktır.

ıv‘ Bakara sûresi, 2/3.

M Bakara sûresi, 2/3. r ’

80

B ir İ'câz Hecelemesi

Evet, gayba iman ve nazarî kabulün takviyesi için bedenî ibadetlerin yanında bir de malî ibadetlerde bulunmak şarttır ki, bu hususu da ûjJLîd

Bakara Sûre-i Çelilesi (1-5. Âyetler)

için, Allah’ın (celle celâluhu) önceki mesajlarına imada bulu­ nulmakta; o konudaki derinliğin ayrı bir vesilesi olarak: j & s

“Kendilerine ihsan ettiği­

miz nimetlerden infak ederler. ”146 âyeti ifade etmektedir.

If) d'jh'&Ş

Buraya kadar, Bakara Sûresi’ nde kendi anlayış ve araştır­ konusu edildi. Her ne kadar müfessirler, bu kişilerin hepsini ay­

Allah’a iman edenleri iki sınıf hâlinde mütalâa etmek müm­ kündür: 1 . Kur’ ân’ dan ön ce nâzil olan sahifelere ve Zebur, Tevrat,

jJlj

İncil gibi mukaddes kitaplara iman edenler.

Jjjl l«J cildi J ja “H em Sana indirilen Kitab’a hem de

2 . «ilişi l y J y î U j dldl J yî IL j j L j j jJ J l j âyetiyle ifade edi­

Senden ön ce indirilenlere iman ederler ...” 147 âyetinde, farklı

len, hem Kur’ân’a, hem İnsanlığın İftihar Tablosu’ na

bir derinliğe daha işaret edilerek, etemmiyet ve ekmeliyet vur­

(sallallâhu aleyhi ve sellem) hem de Kur’ân’dan önce

gusu yapılmaktadır. d>?>- “Hem Sana indirilen Kitab’ı

makta ve ekmeliyetin farklı bir derinliği hatırlatılmaktadır.

nı kategoride mütalâa edegelmişlerse de, kanaat-i âcizânemce

Evet,

IL

hem de Senden ön ce indirilen kitapları tasdik ederler. ” buyrul-

malarına göre gayba imanı elde etmiş kimselerin durumu söz

bir atıf vavıyla önceki konular üzerine atfedilen IX öjL* j j
>

81

nâzil olan ne kadar sahife ve mukaddes kitap varsa, ne kadar nebi ve mürsel gelip geçmişse hepsine iman

“gayba iman ed en ler” cümlesiyle

eden m ü’ minler.

henüz kendilerine gayptan bahsedilm eden on a iman edenler nazara verilmektedir. Devamındaki cüm lede ise nazarî olarak gayba iman ettikten sonra amelî ile derinleşmenin önem li bir basamağını ihtar eden j j i f Ş

li-J

Buradaki i l i ş y* Jjîî Ü j ild i JjJl IX. jjL JJ jJ J lj ifade­ si, ö

jî-AÜâjj iZ* jj I j i f a d e s i n e affedilmemelidir.

ö y y û j “N a­

Çünkü daha önceki âyette başta iman, daha sonra ise ima­

mazlarını tam dikkatle îfâ eder, kendilerine ihsan ettiğimiz ni­

nın pratik yön ü anlatılmıştı. Bu itibarla da burada yeniden

metlerden de infak ederler. ” ferman-ı sübhânisiyle hem b e ­

hususi bir iman meselesinden söz edilmesi uygun değildir.

denî hem de malî ibadetlerini yerine getirerek, nazarî im an­

Onun için «-JÛJL öjü*jŞ jjjJl âyetine atfetmek daha uygun

larını amelî ile derinleştirenler vurgulanmaktadır.

düşmektedir.

Evet iman, insanların sadece fıtratları, kalbleri veya fikirle­

Ayrıca burada Kur’ân-ı Kerim’in, Tevrat ve Incil’de bulu­

riyle Allah’ ı bulup bilmeleriyle iz’an hâline gelmeyebilir. Gerçi

nan bir kısım hükümleri müeyyit bulunmasına da bir telmih

insanlardan bazıları geçmişlerindeki bilgi birikimleriyle, bazıları

vardır. Aslında başka bir âyette bu hakikat açıkça şöyle ifade

ise kendilerine Cenab-ı Hak tarafından lütfedilen mukaddes sa-

edilmektedir: sljjd! JjJlj

hife veya kitaplar vasıtasıyla nazarî çerçevede iman etmiş ola­ bilirler. Ne var ki imanın ekmeliyeti, onun amelle desteklenip derinleştirilmesine bağlıdır. Bütün bunlardan başka bu ümmet

Bakara sûresi. 2/4.

UJ U a S j^JL
JL

cildi’ Jjl

kitapları tasdik edici olarak indiren O'dur. Bundan önce de in­ sanlara doğru yolu göstermek için Tevrat ve İncil’i indirmişti. ”m

Bakara sûresi, 2/3.

14
7

aJ j Z jj j-* J ^ lj “Sana Kitab’ı gerçeğin ta kendisi ve daha önce indirilen

1 8 Âl-i İmrân sûresi, 3/3.
4

82

Bir I'câz Hecelemesi

Bundan başka,

U.»j s^üdl

üj Z*£j

dendik­

ten sonra gelen JllŞ j * Jjlî U j düJ! J_pî IX j j L j j j J J l j âyeti,

Bahara Sûre-i Çelilesi (1-5. Âyetler) ______________________________

83

kurtuluşa erecek olanların ancak müttakiler olabileceği haber verilmekte ve müttakiler muştulanmaktadır.

Zebur, Tevrat ve İncil ashabına şamil olduğu gibi, hanifleri içine alan ikinci bir sınıfa da şamildir. Bu zümrelerin kendile­

Müfredat Mânâsı (1-5. Âyetler)

rine gönderilen İlâhî kitaplarla elde ettikleri iman ancak sâlih

Şimdi de mukattaâttan başlayarak dar bir çerçevede, ke­

amellerle takviye edildiğinde kemale ulaşacaktır ki, Kur’ ân-ı

lime kelime âyetlerin müfredat mânâları üzerinde duralım.

Kerim’de de iman ile amel hemen her zaman birlikte zikre­

Tefsirlerde mukattaâtla alâkalı farklı bilgiler mevcuttur. Ba­

dilmiş ve pek çok yerde imanın arkasından “sâlihât” veya

zı tefsirlerde, müteşâbihâtın bir parçası sayılan mukattaât hak­

“am el” zikredilegelmiştir.

kında genişçe malumat verilmiş, hatta bunların, bir kısım remiz

Ayrıca burada konunun iman-amel münasebeti şeklinde

ve işaretler ihtiva ettikleri mülâhazası dile getirilerek bunlar va­

ele alınmasının yanında “ müttaki” lerin vasıflarının sayılma­

sıtasıyla bazı bâtınî ilimlere ulaşıldığı iddia edilmiş; bazı tefsir­

sı gibi bir yanı da vardır. Evet, v j S j j j L j i
- JI

lerde ise bunların mühmel, mânâ ihtiva etmeyen bir kısım harf­

jj Â
İ\

âyetinden

dllŞ j * JjJl Uj k Jİ Jjjî IX jjL jŞ jJ J l j âyetine kadar hepsi
İU

lerden ibaret olduğu ileri sürülmüştür. Bu arada diğer bir kısım

müttakilerin vasıfları sayılır.

müfessirler her mevzuda olduğu gibi bu konuda da esas olanın

Hâsılı, buraya kadar izah etmeye çalıştığımız âyetlerde, gayba ve ona ait her şeye yani kitaplara, peygamberlere ve hassa­ ten Efendimiz’ in (sallallâhu aleyhi ve sellem) risaletine iman zik­ redilmekte; bununla beraber nazarî plândaki imanın yeterli ol­ madığı, bu sebeple onun mutlaka amelle takviye edilmesi ge­

lunabileceğini ancak onlardaki hakiki mânâ ve murad-ı İlâhiyi tayin etmenin beşer idrâkinin üstünde olduğunu söylemişler­ dir. Bunlar, hurûf-u mukattaadaki murad-ı İlâhî etrafında -tabi
Kur’ ân-ı Kerim’deki temel disiplinlere ters olmamak kaydıyla-

rektiği anlatılmaktadır.
Bütün bunların ardından, iman edip sâlih amel işleyenlerin mükâfatlarının, buna muhalif davrananların da cezalarının veri­ leceği yer olan ahiret mevzuu, önceki âyetlerle ciddi bir tenâsüp içinde, dile getirilerek, ö j î j i jU

sırat-ı müstakim çizgisinde hareket etme olduğunu ve bu nok­ tadan hareketle hurûf-u mukattaanın pek çok mânâlarının bu­

bazı şeylerin söylenebileceğini; Kur’ân-ı Kerim’ in zâhirî mânâ­ sının yanında bir de bâtınî hakikatinin bulunduğunu, zahir ve bâtının bir ahenk içinde kabul edilip ona göre hareket edilmesi gerektiğini ifade etmişlerdir.

“Ahirete d e kesin ola­

Konuya böyle yaklaşanlar, mukattaât’ ın Kur’ân-ı Kerim’e

rak inanırlar, ”149 denmekte ve müttakilerin başka bir vasfına

taksimine bakıldığında göze çarpan esrarengiz bir durumdan

dikkat çekilmektedir.
Son olarak da

söz ederler. Şöyle ki, Arap alfabesinde hemze ve elif ayrı sayıl­
XE)jlj p-fcj (yı

X

dığında yirmi dokuz (29) adet harf vardır. Kur’ân-ı Kerim’de

“İşte bunlardır Rabbileri tarafından doğru yola ulaştırılan­

de 29 sûrenin başında mukattaât bulunmaktadır. Şayet hemze

lar. Ve işte bunlardır felah bulanlar. ” 150 âyetiyle, hidayete ve

ve elif aynı sayılacak olursa Arapçadaki harflerin sayısı yirmi sekiz (28) olacaktır. Mukattaa harflerinin toplamı da 14 olup,

14
9
150

Bakara sûresi, 2/4.
Bakara sûresi. 2/5.

Arap alfabesinin yarısına denk gelmektedir.

84

B ir İ'(â z H ecelem esi

Hurûf-u mukattaa, Arap alfabesinin yarısını ihtiva etti­ ği gibi, dikkatle incelendiği zam an görülecektir ki, m eh m û se,1 1
5
m echû re,152 şe d id e,153 rah ve,154 m üsta’liye,155 m ü n h afıda,156 muntabika,157 m ünfetiha158 gibi harf türlerinin ihtiva ettiği harf­ lerin de hep yarısını ihtiva etmektedir. Bir türü teşkil eden harf­

[inkara Sûre-i Çelilesi (1-5 . Âyetler) ________________________________

m üm kün değildir. Bunların b öyle bir ihtiyar ve intihap ile bazı sûrelerin başına yerleştirilmesi bir hikmet tezahürü ve bir işa­ ret olsa gerek. İşte bu açıdan hareket ederek mukattaa harfle­ rinin d e işaret ettikleri bir kısım hususların olduğunu söylem ek her zam an m üm kündür.

lerin adedi çift ise tam yarısını; tek ise sert olan türlerin harfle­ rinin az olan kısmını, yum uşak olanlarının da ço k olan kısmını almıştır. 85

Esasen harf m evzu u ço k m ühim dir. Ö teden beri ehl-i ha­ kikat v e ehl-i tasavvuf, elif harfinin lafz-ı celâleyi ima ettiği üzerinde durm uş, A llah’ ın (celle celâluhu) ismini elifle işa­

Bütün bunların yan ında, mukattaa harfleri A ra p a lfa b e ­ sinde diğer harflere g öre d a h a ç o k kullanılan harflerdir. M e ­

retlemiştir. Bu şekilde, Türkçem iz ve sair dillerde olduğu gi­ bi, kelim enin s a d e ce baş harfi alınarak on un la yetinilmiş d e ­

sela, lisana da hafif gelen Elif v e Lâm harfleri en ç o k kullanı­

mektir. Bunun gibi, Efendim iz’ i (sallallâhu aleyhi ve sellem)

lanlardır.

de nokta ile yoru m lam ış v e y a noktayı da Efendim iz’ in remzi

Netice itibarıyla bu kadar ihtimal içinden seçilerek alınıp

saym ış v e “ Eğer nokta olm asa yd ı elif d e bilinm ezdi.” dem iş­

Kur’ân-ı Kerim’ in bir kısım sûrelerinin başına birer şifre m a ­

lerdir. Onlar, b u tasavvurla n oktaya izafi bir hüviyet vermiş

hiyetinde k onan bu harfleri tesadüf olarak izah etm ek asla

ve on u n la elifi tanım aya çalışmışlardır. Bu nükte için “ Ene
Risalesi” n d ek i 159 ifadelere bakılabilir.

151

Hem s, T ecvid ilminde, harf telaffuz edilirken sesin v e nefesin akm aya d ev a m etm e­ sine denir. Hem s harfleri (Hurûf-u m ehm ûse) 10 tanedir:
■0 4İ) (.k 4^£>
_9

152

■ıŞ lJ ‘O

tayin ed ip , “T ayin v e tespit edilen sınırların verâsı Allah’ a

lerle, kelim eler d e seslerle ifade edilir. Dolayısıyla mânâlar,

İnhifad/istifâl, isti’lâ sıfatının zıddı olup, harfin telaffuzu esnasında dilin üst dam ağa yükselmeyip aşağıda kalmasına ve harflerin ince okunm asına denir. İnhifad/istifâj harfleri (Hurûf-u munhafida/müstefile) 21 tanedir: i j o
•t5 ‘ J 40 1(1) 4^ 4 4İİ 4 l j 4 ^ 4 ^ i 4 ^ 4_)
J

157

o

O

n —» ü

İtbakJintibak, harf telaffuz edildiği esnada dil kökünün ve ortasının yukarı d a m a ­ ğa yükselmesi ile birlikte dilin üst dam ağa yapıştırılmasıdır. İtbak/ıntıbak harfleri
(Hurûf-u mutbika/muntabika) 4 tanedir: .Jâ 4Js
>

ısfl İnfitah, itbak sıfatının zıddıdır, harf telaffuz edildiği esnada dil ile yukarı dam ak arasının açık olmasına denir. İnfitah harfleri (Hurûf-u münfetiha) 2 4 tanedir: 1 6 4
O 4^1 cl
■{£ ‘ J 4° ‘ Ö
‘ J 4^3 4(3 4 Ö ‘ ^ ‘ ^ 4 ^ 4 ^ 43 4 j 4İ l i ‘ ^ 4 ^ 4 ^

kelim eler v e sesler, idrâkin yani “ kavram a” denilen hususun rükünleri v e y a diğer bir ifadeyle lisanı durumundadırlar. A y­ rıca b u lisanın lisanlarından biri d e kişinin duygu ve dü şün ce­ lerini, akim a gelen m ânâları v e tasavvur ettiği kelimeleri yazı
159
16
0

Bediüzzam an. S özler $.583 vd. (30. Söz. 1. Maksad).
Konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi için bkz.: M. F. Gülen, “Sınırlının Sınırsıza Mikyas
Olm ası" Çizgimizi H ecelerken s.60-66.

86 __________________________________ _

Bir İ'câz Hecelemesi

Bakara Sûre-i ('Ailesi (1-5. Âyetler) ______________________________ 87

yoluyla dile getirmesidir. İşte Kur’ân-ı Kerim, mukattaa harf­

sizin kullandığınız hece harfleridir. Eğer gücünüz yetiyorsa, siz

lerini değişik sûrelerin başında zikretmek suretiyle bütün bu

de aynı malzemeyi kullanarak Kur’ân’m misli bir kitap meyda­

temel hususlara işaret etmektedir.

na getirin!” diyerek herkese meydan okuma mânâsına mâtuf

Her dilin kendine göre bir alfabesi vardır ve bu alfabeler­

olduğu gibi; bir diğer yönüyle bu harfleri, bir terkip ve cümle­

de “a, b, c ” gibi harfler terkip ve heyet hâlinde değil de par­

de, bir isim veya lakabın kısaltılmış şekli olarak mütalâa etmek

ça parça harfler hâlinde dikte edilir. Bu itibarla da insanların

de mümkündür.

düşüncelerini ifadeye dökmelerindeki en temel rükün, harf­ lerdir. Bu açıdan harflerin hemen her dil için böylesine büyük

Mesela, tefsirlerin hemen hepsinde Arap şairinin l$J d İ

bir ehemmiyet ve kıymeti vardır. Bütün bunlar nazara alının­

o U dJlİi

ca Cenab-ı Hakk’ ın değişik sûrelerin başında hurûf-u mukat­

“durdum ” dedi. ” sözü bu mevzuya misal olarak gösterilmek­

taa ile “harf” gerçeğine dikkat çekmesi, harflerin beyan adına

tedir. Bu sözde kâfiye olarak mısranm sonunda gelen

ne kadar ehemmiyetli olduğunu ortaya koymaktadır.
Evet, Sûre-i Bakara’nm en başında zikredilen ^ tJ 4 harf­ lerinde Kur’ ân-ı Kerim’ in mucize bir kitap olduğuna dair bir telmih vardır. Yukarıda da kısmen ifade edildiği gibi Kur’ ân,

“B en ona (sevgiliye) “dur” dedim. O da bana

([})

muhtasarı, aslında

dan saptıracak, kimi d e idlâl ederse onu hidayete sevk ed ecek yoktur. ” 178 beyanındaki “H âdî=H idayet edici” , Allah’tır (celle

Bakara sûresi, 2/5.
Bakara sûresi, 2/185; Âl-i İmrân sûresi, 3/4; En’âm sûresi, 6/91.

yİ 2)1

“Allah kime hidayet verirse onu doğru yol­

178

Dârimî, nikâh 20; Ma’mer İbn Râşid, el-Câmi’ s.162.

110

_ Bir İ'râz Hecelemesi

li/ıkam Sûre-i Çelilesi ( 1-5. Âyetler)

_ 111

celâluhu) ve buradaki hidayet, kâfirleri dahi içine alan ve bü­ tün insanlar için söz konusu olan bir hidayettir. âyetindeki hidayet vesilesi ise Kur’ân’dır ve ondan tam istifa­ de de ancak müttakilere mahsustur. kelimesi, J 6 —J ij kökünden türemiş olup iftiâl ba­ bından dur.

fiilinin ism-i fâili olan ^J&Jl kelimesinin çoğulu­ fiili, p i i J l

J p-S J “Allah adaleti, hatta adaletten de fazla ola­ dâA rak ihsanı; en güzel davranışı, muhtaç oldukları şeyleri yakın­

“Allah bizi can yakıcı azaptan

lara vermeyi emreder. Hayasızlığı, çirkin işleri, zulüm ve teca­ vüzü de yasaklar. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir. ”m âyetiyle ittikânın her iki yönünü birden hatırlatmaktadır. Âye-

himaye etti. ” 179 âyetinde olduğu gibi, vikâye ve himaye etti

tın

mânâsına gelmektedir. Bu fiil, “ iftiâl” babına girince yani J&\

la emrolunduğumuz pozitif yönünü; J £ i}\j

şeklini alınca “sakındı, korundu, birinin himayesine girdi” mâ­ nâlarına gelir. Malum olduğu üzere “iftiâl” babı mutâvaat (dö­ nüşlülük) içindir.

fiilinin ism-i fâili olan

de, “bir şey­

i£* j&Ü öld^-Ylj

M j l kısmı, işin yapmak­ j * J fc j

J 4 \j kısmı da yapmaktan nehyedildiğimiz negatif yönünü ih­ tiva etmektedir.

den sakınan, himayeye giren ve himayeyi kabul eden” mânâ­
Kur’ân-ı Kerim de ittikâ ve takva, üç mertebede zik-

larına gelmektedir. İsimlerdeki devam ve sebat mânâsı da nazar-ı itibara alınınca müttaki: “Zamanın ve kâinatın değişik hâ­

redilegelmiştir:
1 . Allah’a şirk koşmaktan ve küfürden içtinap etmek.

diselerine karşı himayeye girme lüzumu duyuldukça devamlı

lüS ^ j J Î j “Allah (celle celâluhu) onlara takva

korkan ve Allah’ın himayesine giren” demek olur.

kelimesini yoldaş edip gerekli kıldı. ” 181 âyeti, takvanın

Bundan da anlaşılmaktadır ki, hidayetteki devamlılık ve te­ rakki, aynıyla ittikâda da müşâhede edilmektedir. Binaenaleyh

bu mertebesine işaret etmektedir. Buradaki mânâsıyla

ittikâdaki korkma, sakınma ve tevakki etme, sadece kuru bir

takva; şirki, küfrü ve dalâleti bırakıp hidayet üzere bu­ lunmak demektir.

korkmadan ibaret değildir; onun yanında, bir hamle ve aksi­

2 . İman ettikten sonra büyük günahları işlemekten ve kü­

yonda bulunma mânâsını da taşımaktadır. Yani bir yönüyle emredildiği şeyleri yerine getirerek ve yasaklardan da uzak du­

çük günahlarda ısrar etmekten kaçınmak ve yapmakla

rarak Allah’tan korkma, diğer yönüyle de Allah’ ın himayesine

mükellef olunan farzları îfâ etmektir ki,

girme.. O ’na iltica etme., yalnız O ’na sığınıp dua ve istiğfarda

IJİJlj I
Jj\ “Eğer o ülkelerin ahalisi iman etse ve Allah’a

jd î j î JJj

bulunma.. O ’ndan alıkoyan şeylerden uzak durma ve O ’na g ö­

karşı gelm ekten sakmsalardı.. . ” 182 âyeti, takvanın bu

türecek iyilik ve güzelliklere sımsıkı tutunma, demektir.

ikinci mertebesine bakmaktadır.

Binaenaleyh ittikâda, hem bütün şirk, masiyet ve “mâsivâ” dan iç dünyasını temizleme mânâsına gelen

3.

hem de

J4- d)l tyü\ I j J J I l$|î Ç “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten

kâmil iman ve hasenâtın bütün çeşitleriyle mamur hâle gel­ me demek olan
Tür sûresi, 52/27.

vardır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim,

dil j )

Nahl sûresi, 16/90.

m ı 12
8

Fetih sûresi, 48/26.
A ’râf sûresi. 7/96.

nasıl sakınmak gerekirse

öylece

112

Bir İ ’câz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Çelilesi (1-5. Ayetler) ______________________________ 113

şakırım.”1 3 âyet-i kerimesinin işaret ettiği takvadır ki,
8

Enbiya-i izâmın, sırf duygu ve düşünce dünyalarında dahi kö­

kişilerin seviyelerine göre değişik şekilde olan ve bir

tülükleri bir anlık olsun misafir etmeleri düşünülemez. Eğer

mânâda “ihsan” mertebesini ifade eden daha derin bir

böyle bir durum mevzubahis olacak olursa, o yüce kâmetler,

takva telakkisini işaretlemektedir. Bu âyet, daha çok ih­

sahip oldukları o mertebede çok şiddetli tokat yerler. Fakat

san mertebesindeki m ü’minlere bakmaktadır. Her ne

asfiya, bu noktada enbiya gibi değildir; onların zihinlerinden

kadar bazı müfessirler bu âyet-i kerimenin mensuh ol­

kötülük geçm esi bahis mevzuu olabilir, onlar bundan dolayı

duğunu söyleseler de, âyetin hükmü bir anlamda ehl-i

muâheze olunmazlar.

ihsan için geçerliliğini korumaktadır. Lsj oljUJÜI ^ U û
< S jj
Üİ

a

j l

l iÜ p Jlj

tUC

U Ij Uİj j l j

\jiı\ L bl I ^ b ^ l b ^ a j l I
»

I^

iü lj

IJjLI

I

yj\ ^Jül

\jJ>\j \yu\ p o U d U â J l IjJlo -j

CAl “G öklerde ve

“İman edip sâlih am el yapanlara bundan böyle Allah’a karşı

yerde olan her şey Allah’ındır. Ey insanlar, sîzler içiniz­

gelm ekten sakındıkları ve imanlarında sebat ile arızasız ve ku­

deki şeyleri açığa vursanız da, gizleseniz d e Allah sizi

sursuz amellerine devam ettikleri, sonra takvaları ve imanları

onlardan dolayı hesaba çeker. Sonra da dilediğini affe­

tam sağlamlaşıp kökleştiği, daha sonra da bu takva ile beraber,

der ve dilediğini de azaba uğratır. Doğrusu Allah her

ihsan m ertebesine erip başkalarına iyilik ettikleri ve her yaptık­

şey e kadirdir. ” 184 âyetinde ise bu âyetin tefsiri ve lazımı

larını da güzel yaptıkları takdirde, daha ön ce yiyip içtikleri şey­

JsT J

P P Îj

anlatılmaktadır ki işte bu, ihsanın en âlî mertebesidir.

lerden dolayı kendilerine bir vebal yoktur. ” 186 âyet-i kerimesi,

Bu âyet-i celîle de, düz m ü’minler için, objektif olarak

takvanın bu üç mertebesini de toplamıştır.

VI LÜ ttl

V “Allah hiçbir kimseyi güç y e-

tiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmaz.” 185 âyetiyle mensuh olsa da, yukarıdaki tevcih çerçevesinde, ehl-i ihsan için belli bir ufuk mükellefiyeti açısından onun da hükmü devam etmektedir. Zira takvada zirveyi tutmuş kutlular, içlerinden geçirdikleri şeylerden dahi hesaba çekilirler ve/veya hesaba çekileceklerine inanırlar ki, bu aynı zamanda takvanın da en âlî mertebesidir.
Buraya kadar zikredilenler içinde “hakka’1-yakîn ufku” açısından takvanın daha fâik bir derecesi daha vardır ki, onun en alt mertebesinde en ileri mü’ minler, en âlî mertebesinde de asfiya-i fihâm ve yerleri hiç değişmeyen enbiya-i izâm vardır.

Âyet-i kerimede, oU J Ü d l I

I

J s \j Iyû\ U IS “İlâhi hi­
I

m a yeye sığınarak, iman edip amel-i salih işledikleri... ” ifade­ siyle, takvanın ilk mertebesi; I I J £ I p “sonra İlâhi hima­ y e y e sığınarak, imanları tam sağlamlaşıp kökleştiği...” lafız­ larıyla ikinci mertebesi; I

IJi;l p “daha sonra yine İlâhî

him ayeye sığınarak ihsan m ertebesine erdikleri takdirde...” ibaresiyle de üçüncü mertebesi işaretlenmektedir.
Kur’ân-ı Kerim, bazen bu âyet-i kerimede olduğu gibi, bir âyetiyle takvanın üç mertebesini birden; bazen -yukarıda zikredildiği g ib i- İd U ve

şeklinde iki mertebesini birden;

bazen de “ korkm a” mânâsı itibarıyla sadece bir mertebesi­ ni ifade eder. Mesela j y£\j “Benden korkun. ” 187 ifadesinde

18
3
18
4

Âl-i İmrân sûresi, 3/102.
Bakara sûresi, 2/284.

!8S Bakara sûresi, 2/286.

18
6
18
7

Mâide sûresi, 5/93.
Bakara sûresi, 2/197.

i 14 _____________________________________________ Bir İ ’câz Hecelemesi

. .akara Sûre-i Çelilesi (1-5. Â y e t l e r ) _______________________ _

sadece bir “korkma” (ÂdİJ) bahis mevzuu iken, IjL J -îj “İhsan şuuruyla hep iyiliği ve güzelliği takip ed in .” 188 ifadesinde ise sadece bir “süsleme ve donatm a” (^UJ) bahis mevzuudur.
Hâsılı takva, ister

ister

ifadesindeki

kelimesi,

dardır. Binaenaleyh (j-u , bu yönüyle

115

~ tim d e n mas-

kelimesinin ifade ettiği

mânâdan çok daha derin bir mânâya delâlet etmektedir. Zira

yönüyle ele alınsın onun

yukarıda zikredilen üç mertebeye de tatbiki mümkündür. Bu takdirde takva; şirk, küfür ve dalâletten sakınıp, onların içine düşmekten korkmak., bunun yanında İlâhî himayeye girerek,

c i ü ifadesinde “mahz-ı hidayet” mânâsı vardır. ^JİiİÎ kelime­ si, yukarıda da ifade edildiği gibi Jû - J j kökünden türemiş olup iftiâl babından Jü\ fiilinin ism-i fâilinin çoğuludur. Bu şek­

onu kabullenmek., sonra imanda derinleşip bu kabulü sâlih

liyle

amelle taçlandırarak ihsan ufkuna doğru koşmak, koşmakla

“ içinde hiçbir şüphe ve tereddüt bulunmayan o kitap, daima

cümlesi, devam ve sebata delâlet etmektedir ve

kalmayıp bütün bir hayat boyu bu yolda sebat etmek., daha

şirk, küfür, dalâlet, günah ve mâsivâdan sakınan ve uzak du­

sonra da ihsan ruh ve telakkisiyle elde ettiği mazhariyetle hak-

ranlar için hidayetin ta kendisidir” mânâsına gelmektedir. Dola­

ka’ l-yakînin en âlî mertebesine doğru kanat çırpıp yükselmeye

yısıyla, sakınma ve uzak durmada eksiklik olduğu zaman, hida­

çalışmak... mânâlarına gelir.

yette de aynı eksikliğin olacağı nüktesi ortaya çıkmaktadır. İşte

Bütün bu engin mânâlarıyla takva, Allah nezdinde en kıy­ metli bir haslet, onunla donanan müttakinin makamı da Cennet’tir. Onun için Tirmizî’ deki bir hadis-i şerifte Efendimiz (sallaljâhu aleyhi ve sejlem) şöyle buyurmaktadır: öî upül
^ UJ \jjJ- 4 j ^ U çiş

Jl ja

V

Kur’ân-ı Kerim, hayatlarını böyleşine bir takva ve ihsan atmos­ ferinde geçirenler için sırf hidayettir. a J

ç j j M sözüne dikkat edilecek olursa

g l * ile ara­

larında sıkı bir irtibatın bulunduğu açıkça görülecektir. Zira

“Kul, sakıncalı

Kur’ân’ın iç derinlik ve ledünniyatı tetkik edilerek mânâsına nü­

şeylere girme endişesiyle bir kısım sakıncası olmayan şeyleri

fuz edildiğinde, onda en ufak bir şüphe ve tereddüdün olmadığı

de terk etm edikçe gerçek takvaya ulaşamaz. ”189 Bu mertebe,

açık-seçik ortaya çıkacaktır. Binaenaleyh “ittikâ” da devamlı

bir bakıma takvanın son mertebesi olarak değerlendirilebilir.

olan bir insan, içinde hiçbir şüphe ve tereddüt olmayan Kur’ân-ı

Zira “mahzurlu olan şeyleri işlerim” endişesiyle, çok defa her­

Kerim’den istifade edecek ve Kur’ân-ı Kerim de o müttaki için

hangi bir mahzuru bulunmayan bazı fiilleri; açık bir nehiy ol­

bir mahz-ı hidayet olacaktır.

madığı hâlde “belki sakıncalı bir şey içerisine girebilirim” endi­ şesiyle, içinde şüphe ve tereddüt bulunan hususları terk etm e­ dikten sonra hakiki takva derecesine çıkılamaz.

Burada

kelimesinin sonunda bir de tenvin vardır.

Tenvin ise tenkîr içindir ve kâfirlerin ve çirkin şeylerin bahis mevzuu olduğu yerde tahkir, mü’minlerin ve güzelliklerin bahis

Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri (2-4. Âyetler)

mevzuu olduğu yerde de tazim ifade eder.

Buraya kadar müfredat üzerinde yapmış olduğumuz izah­

konusu olan bir güzellik olduğu için, nekre bir kelime olan j S i

lardan sonra şimdi de aynı kelimeleri dar bir çerçevede belâgat açısından ele almak istiyoruz.

kelimesi tazim ifade eder. Dolayısıyla mânâ, “O Kitap, mütta-

*

Bakara sûresi, 2/195.

’-m Tirmizi. kıyamet 20; İbn Mâce. zühd 34.

< jji’de söz

kiler için çok muazzam bir hidayettir ve onlar, kendileri için bir mahz-ı hidayet olan o Kitap’tan azamî derecede istifade eder­ ler.” şeklinde olur. Kur’ân-ı Kerim’ in değişik yerlerinde geçen

11 6 --------------------------------------------------------------------Bir İ ’câz Hecelemesi

117

Bakara Sûre-i Çelilesi (1-5. Âyetler)

Evet, şimdiye kadar yapılan izahlardan anlaşılacağı üze­

^ -u ifadesindeki tenvinde bir tahkir (azlık, küçüklük) mâ­ nâsı mülâhaza edilecek olursa, bir bakıma “Kâfir dahi o Ki-

re

tap’tan bir nebze de olsa istifade edebilir.” anlamı taşır.

ve ihsan ufkunu yakalayan kutlular için sırf hidayet kaynağı

Şimdi de

o -u ifadesinin kendisinden önce ge­

çen âyetlerle münasebetine bakmaya çalışalım : jül, Kur’ân-ı Kerim’ in haysiyet-i ezeliyesi noktasına bak­ maktadır. Yani bu İlâhî kelâm, bir kısım sır ve remizlerle d o p ­ dolu bir mesajdır.

EİE insanın içinde hayret ve dehşet

uyaran jjl ile hâsıl olan mânânın görünürdeki gerçeklerini anlatmaktadır. Y Kur’ân ’ ın kendine has zenginliğini

ifadesiyle Kur’ ân’ m, hem mü’min hem de ihlas

olduğu hatırlatılmaktadır. Gerçi tâbiîn imamlarından bazıları
“ müttakîn” in mânâsını '-EklL

^jJI “Görmedikleri âleme

inananlar.” ferman-ı sübhânisiyle yorumlamışlardır ama o, bi­ zim mülâhazalarımız üstünde bir tevcihtir.
Burada, “baştan beri izah edilmeye çalışılan “müttakiler” in kimler olduğu, onlar üzerinde bu kadar geniş ve derince dur­ madan anlaşılamaz mı?” şeklinde bir soru akla gelebilir. Böyle

ve İlmî, ahlâkî özelliğini işaretlemektedir. Yani o Kitap, her

bir soruya bizzat Kur’ ân,

türlü şüphe ve tereddütten münezzeh, m ukaddes ve müberrâ

olan âyetlerle cevap vermektedir:

bir kitaptır. Onda ne aklî ne fikrî ne de amelî herhangi bir şüphe söz konusu değildir.
,>âİU
JJ

ise Kur’ân’ın nâzil oluş hikmetini ve pratikte­

ları, hususiyle de bunlar içinde müttakileri, rüşd ve hidayete ulaştırmaktır. Öyleyse Kur’ân, insanların hidayete kavuşma­ ları için anlatılmalı ve hakikatleri tedebbüre tâbi tutulmalıdır:
^ l i ’e kadar gelen ifadelerin hepsi bir

fasıl hâlinde gelmiştir. Yani aralarına atıf vavı koyarak ( j) c^îl
< -^ 0 )
5

Y (j)

^ ’a kadar

ö j * j i ^ jJ l ifadesine, “O müttakiler ki, gıya­

ben inanırlar” v eya “gaybî hakikatlere inanırlar. ” şeklinde bir

ki gayesini ifade etmektedir. Zira onun nüzul sebebi, insan­

Onun için jjl’den

Evet,

(j- u ’den ö

m ânâ verm ek mümkündür. u-şJl kelimesi

- O ^ ’ den masdar olup, başka yer­

de bulunmak, hazırda olmamak, göz önünde bulunmamak mânâsına gelmektedir. “ G aybet” ve “gıyâb” da aynı mânâ­ dadır. Aynı zam anda bu kelime, ( j l i ’de olduğu gibi, masdar olduğu hâlde ism-i fâil mânâsında kullanılmıştır ve “gâib: göz önünde bulunm ayan” anlamına da gelmektedir. Ancak ileri­

dü î dem eye gerek duyulma­

mıştır. Çünkü, yukarıda da ifade edildiği gibi, tek bir hakikat

de de izah edileceği üzere

j jL j ! ifadesindeki

ke­

olan Kur’ ân-ı Kerim’ in güzelliğini, azamet ve ihtişamını anlat­

limesine ism-i fâil olarak “gâib” mânâsı vermek, kanaat-i âci-

mada jjl, onun haysiyet-i ezeliyesine;

zânem ce çok uygun değil gibidir. Binaenaleyh

ve mahsüsâtına;

dÜS, meşhudât

Ç43 Y onun kendisine has ve ayrılmaz bir

özelliği olarak her türlü şüphe ve tereddütten uzak bulundu­ ğuna; de onun nüzulünün esas gaye ve hedefine

bakmaktadır. İnsanların rüşd ve hidayeti bir tek hakikat oldu­ ğu için, Kur’ ân aralarına atıf vavı koyarak bu ifadeleri parça­ lara bölmemiştir.

cümlesine “G a y b ’a iman ederler. ” veya “Gıyaben iman ed er­ ler. ” şeklinde bir mânâ vermek daha uygun olsa gerek. Hatta bir zaviyeden “Gıyaben iman ederler. ” sözü de tenkit edile­ bilir. Zira bugün bir kısım ilim ve bilim çevrelerince insanla­ rın, sadece duyu organlarıyla algıladıkları ve tecrübe alanla­ rına giren şeylere iman etmeleri gerektiği iddia edilmektedir.

118_____________________________________________Bir I ’câz / İrade mesi

Bakara Sûre-i Çelilesi (1-5. Âyetler) ______________________________ 119

Hâlbuki duyu organları ve tecrübeler, kafiyen imanın rüknü

olup, O ’ nun vücuduna nispeten zayıf bir gölge mahiyetinde

olamazlar. Dolayısıyla “ Ben, sadece elle tutulan, gözle g ö ­

olması ve O ’ nu düşünmeden bunlara hakiki bir vücud verme

rülen, kulakla işitilen ve laboratuvar tecrübeleri neticesinde

imkânının bulunmaması itibarıyla, onlara bir değer atfedilme-

elde ettiğim malumata inanırım.” diyen bir kişi, imanı asıl

mesi, bir hakikate karşı hürmetsizlik değil, aksine o büyük ha­

mânâsıyla anlayamamış demektir. Onun için âyet-i kerimede

kikate karşı hürmetin ifadesi sayılmıştır.

j jL j i buyrularak, müttakilerin, iman edilmesi gereken

Bir kısım ehl-i tahkik, gözle gördükleri âlemdeki değişik

hakikatlere hem aklen hem de kalben inanmalarının esas o l­

temessülâtı, rüya ve hayal saymış ve bunları birer gölge ola­

duğu vurgulanmış olmaktadır.

rak değerlendirmişlerdir. Hatta onların bazıları, sekr hâlinde

Dolayısıyla o takva erleri, sadece gözlerinin gördüğü “meş-

müşâhede ettikleri âlemleri asıl âlem ve hakâik-i eşya kabul

h ûdâf’a inanmazlar. Alem-i şehadet ve âlem-i mahsüsât d e­

etmiş, dolayısıyla da o âlem de gördüklerinin tevilini yapma

nilen maddî âlemi, vicdanları ile “şuhûd-u H ak” arasında bir

lüzumu duymamış; duymamış ve bu âlemi, o âlemin kıstasla­

berzah kabul eder ve bu âlem-i şehadet silinmeden şuhûd-u

rına göre tevil etmişlerdir. Her ne kadar onların bu yaklaşım­

Hakk’a vâsıl olamayacaklarına inanırlar. Bunun içindir ki ehl-i

ları, ilk bakışta bir mübalağa ve mugalata gibi görünse de, şu

tahkik, genellikle âlem-i şehadetin kıstaslarına itibar etmemiş

bir gerçektir ki, âlem-i şehadet, âlem-i gayb üzerinde tentene­

ve gayb âlemine ait gördükleri temessülâtı da bu âlemin öl­

li bir perdedir ve hakiki âlem de ötelerdeki âlemdir.

çüleriyle değerlendirmemişlerdir. Aksine onlar, bu âlemdeki

İşte

yJJl ifadeleriyle vasıfları anlatılan o müt-

bütün müşâhedelerini öbür âlemin kıstaslarıyla ölçüp biçmiş,

takiler, vicdanlarıyla şuhûd-u Hak arasında bulunan bu per­

ona göre bir hükme varmışlardır. Vicdan kahramanları, bu

deleri aşarak, meselenin özünü, tenteneli o perdenin ötesin­

âlemi, öteki ve hakiki âlemin bir gölgesi saymış, hatta bunlar­

de duydukları vech ile ifade etmek istemişlerdir. Yani onlar,

dan bazıları, onu zevk-i ruhanî için bir gölge şeklinde duyup

otların bitmesi, çiçeklerin açması ve ağaçların meyve verme­

hissetmiş; bazıları da kendilerini ve o âlemi tamamen fenâ-i

si.. gibi, kâinatta baş döndürücü bir ahenkle cereyan ve deve­

mutlak içinde bir fâni veya adem-i mutlak içinde bir mâdum -u

ran eden hâdiseleri görmüş ama her zaman bunların göster­

İzafî görmüşlerdir.

diği şeylerin arkasındaki hakikatlere inanmışlardır. Bu kutlu­

Bu konuda esas olan Ehl-i Sünnet’in görüşü ise, JsüU-

lar zümresine dâhil olmak isteyenlerin karşılarına gözlerle g ö­ rülebilen, kulaklarla işitilebilen ne tür hakikatler çıkarsa çıksın

o l i jlşiSÎl “ Eşyanın hakikatleri (vücudu, mevcudiyeti) sabit­

ve bu hakikatler, birbirinden ne kadar ince, derin ve ledünnî

tir.” 190 şeklindedir. Yani hangi mânâda olursa olsun kâinatın

olursa olsun, onlar gözleriyle ya da teleskop veya mikroskop­

mevcudiyeti bir gerçektir, fakat her şeyin varlığı, Allah’ ın (cel-

larla görebilecekleri hakikatlerin ötesinde en büyük hakika­

le celâluhu) vücuduyla (mevcudiyetiyle) kâimdir. Bu itibar­

ti arar ve akıllarıyla değerlendirip, vicdanlarıyla buna erme­

la da mahlûkatm varlığı zıllî (gölge mahiyetinde) bir varlıktır.

ye çalışırlar. Zira onlara göre yegâne hakiki vücud ve hakiki

Bununla beraber bu varlığın, Cenab-ı Vacibu’l-Vücud’ la kâim

varlık O ’dur. Hakikat-âşina pek çok ehl-i tahkik, araştırmala­

m

Neşe fi, el-Akâid s.l.

rı neticesinde, kâinatta hakiki hiçbir şeyin olmadığını, hakiki

*20-------------- ----------------------- -------- -------------------- Bir İ ’câz Hecelemesi

121

Bakara Sûre-i delilesi (1-5. Âyetler)

hakikatin esmâ-i İlâhiye, sıfât-ı sübhâniye ve Zât-ı İlâhiye o l­

içteki tefrişat ve dekorasyonunun plân ve projesi; amel ise bu

duğunu söylemişlerdir. Hatta bu mevzuda daha da derinle-

projenin tamamen şeklî yönüdür. İşte iman ile amel arasında

şenler, bir bakıma esmâ-i ilâhiyede sıfât-ı ilâhiyenin gölgeleri­

böylesine sıkı bir irtibat vardır. Onun için s*>üyi OyTtij ifadesi

ni görmüş, onlara dahi hakiki vücut vermek istememişlerdir.

üzerine atfedilmiştir.

Daha sonra s^ÜİJl j j i J j j j “ (O müttakiler) namazı tam îfâ

kelimesi kök itibarıyla, ayakta durmak, bir işin başın­

ederler ve dosdoğru kılarlar. ” ifadesiyle müttakilerin bir baş­

da bulunmak ve bir işe vaziyet etmek mânâlarına gelen

ka vasfı olan “ namaz kılma” ya dikkat çekilmekte ve bu ifade,

kökünden, if âl bâbm da masdardır ve bir şeyi kaldırıp d oğ ­

üzerine atfe­

rultmak, düzeltmek, şekil vermek, olması gerekli olan hüvi­

dilmektedir. Buradan da “amelin imandan bir cüz olm adığı”

yete irca etmek, bir şeyin îfâsma ihtimam göstermek ve bir

anlaşılmaktadır. Çünkü namaz kılmak imandan bir cüz olsay­

vazifeyi yaparken çevik-çavak olmak gibi mânâlara gelmek­

dı kendi üzerine atfedilmiş olacağından b ü J I h jL & j, cüm le­

tedir. Bazılarının aklına

si

lebilirdi.” şeklinde bir düşünce gelebilir. Ne var ki,

sözünün sıfatı ilk cümle olan

5

JjLfjî üzerine affedilmezdi. Birbiri üzerine atfedildi­

üjT

£ j yerine

öjL*1

de deni­

öjL*Ş

ke­

ğine göre iman ile amel birbirinden farklı, fakat birbiri üzeri­

limesi, HJzJl d jT Z ibaresinin ihtiva ettiği mânâları ifade et­

ne atfedilecek cinsten şeylerdir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve

memektedir. Onun için, âyet-i kerimede daha kısa bir tabir

sellem),

olan Öj U 4 yerine, bir bakıma itnâb yapılarak söz uzatılmış ve

OUjN
I

> ÂIj j j öl-ijNl

iJui “iman, yetmiş küsur -b ir rivayette d e altmış kü­

s%jkîl ÖjT

â ifadesi j seçilerek kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de,

sur- şubedir. Haya da imandan bir şubedir. ” m buyurmuştur.

namaz hakkında

Başka bir rivayette ise şu ziyâde vardır:

“ ikame-i salât” benzeri kalıplar kullanılmış, bazen de nama­

*JI N Jjâ l$JüJU

Ia Ü j “Bu şubelerden en üstünü T â ilâhe

illallah’ sözüdür, en aşağı m ertebed e olanı da yolda bulunan rahatsız edici bir şeyi kenara itmektir. ” 192

zın haysiyetinin ve on a karşı hudû, huşû, saygı ve edebin muhafazasını işaretleme babından 193oljiiaJl ^

194ö

etmeyi imandan birer şube olarak zikretmektedir. Bundan da anlaşılmaktadır ki amel, imana dâhil değil, bir anlamda onun şubelerindendir. Gerçi iman ile amel birbirinden farklı şeyler

bunlar belli hususiyetler ifade eden beyanlardır. kelimesi ile ü b l kelimesi arasında böylesine ciddi bir irtibat söz konusudur. Evet, Kur’ ân-ı Kerim’ in, kelimeleri hassasiyetle seçip yerli yerinde kullanması ona has bir key­ fiyettir. Örf-i şer’îde “salât” , “ namaz” mânâsına gelmektedir.

olsa da amel, bir sarayın müştemilâtı gibi, imanın teferruatın­ dan sayılmıştır. Tabiri caizse iman, evvela o sarayın, saniyen lvı Buhârî, imân 3; Müslim, İmân 57. w Müslim, imân 58; Ebû Dâvûd, sünnet 14; Nesâî, îmân 16.

IjkâU- ve

J> f-* 5 ^ ' buyrulmuştur ve görüldüğü gibi

Peygamberimiz bu hadis-i şerifinde hayâyı, Lâ ilâhe illal­ lah demeyi ve yolda bulunan rahatsız edici bir şeyi bertaraf

fiili de kullanılmakla beraber daha çok

Bir diğer mânâsıyla, “Allah’tan rahmet, meleklerden istiğfar,
1,3
19
4

Bakara sûresi, 2/238.
Mü’ minûn sûresi, 23/2.

122

Bir I'câz Hecelemesi

m ü’minlerden de dua” anlamınadır. Yani salât, kulların Al­ lah’a karşı yaptıkları dua, meleklerin kullar hakkında yaptık­ ları istiğfar, Allah’ın da m ü’minler hakkında merhametinin

Bakam Sûre-i Çelilesi (1-5. Â y e t le r ) _____________________________ 123

hakkıyla ikâme etmeyi; H JkJl kelimesi de kalbin Allah’a kar­ şı haşyetle, saygıyla dopdolu bulunmasını, lisanın bunu dile getirmesini ve aynı zamanda insanın da bunu rükû, sücûd ve

ifadesidir.

kâde gibi malum hareketlerle yerine getirmesini ifade etmek­
Arapça’da

kelimesi, kalça kısmına verilen addır.

ise, “vücudunun o kısmını hareket ettirdi” demektir. Rükûda, secdede o kısım hareket ettiği için namazı ifadede bu kelime kullanılmıştır. Bunun benzeri y S fiilidir. “ Kâfire” , kalçadaki ka­ ba etin ismidir. Yahudiler birbirlerine selam verip saygılarını ifade ederlerken başlarını eğer, hafif bir şekilde bellerini kıra­ rak reverans yapar ve sonra kalçalarını hareket ettirip doğrulurlardı ki, Araplar bu durumu ifade için

tedir. Binaenaleyh l'ÂJJI OyUĞj “Onlar vücutlarını Allah’ ın istediği, Efendimiz’ in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendileri­ ne tarif edip fiilen gösterdiği şekilde hareket ettirerek, değişik pozisyonlara girmek suretiyle, Allah’ ın onlardan ikâmesini is­ tediği ibadeti en mükemmel şekilde yerine getirme hususun­ da ihtimam gösterir ve hudû, huşû ve saygıyla onu eda eder­ ler.” mânâsına gelmektedir.

“Yahudi

Namazda, emre esas teşkil etmese de, bir çeşit fizikî ve be­

mezkûr hareketi yaptı.” derlerdi. Bu şekilde “iki uyluğu ha­ reket ettirme” mânâsına JU>, namazdaki rükû ve secdelerde yapıldığı gibi bizim “belini eğmek” dediğimiz mânâda kullanı­ lırdı. Bundan da anlaşılmaktadır ki, Araplar hem Yahudilerin baş ve belleriyle yaptıkları selam şeklini hem de yerlere eğilip eli hareket ettirerek verdikleri selam şeklini biliyorlardı.
Evet, lügat itibarıyla, dua ve niyazda bulunmak ve ayrıca beden ile yukarıda tasvir edildiği şekilde hareket etmek m â­ nâlarına gelen

kelimesi İslâm’da, Kur’ân’ ın emrettiği

denî eğitim de söz konusudur. Ne var ki, JuA

US I * jL “Namaz kılarken Beni gördüğünüz gibi namaz kılınız. ”195 hadis-i şerifinden anlaşıldığı üzere yapılan ibadetin Allah katında mak­ bul olabilmesi ve kişiye sevap kazandırabilmesi için hem kalbin
Allah’a karşı haşyet, hudû ve saygıyla dopdolu bulunması hem de davranışların, Nebiler Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sel­ lem) ikâme adına tarif edip gösterdiği şekle uygun îfâ edilme­ si gerekmektedir. Zira insan namaz kılarken kalbi haşyet, huşû ve saygıyla çarpmıyorsa, zâhiren namazını kılmış ve borcundan

ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarif buyurduğu

kurtulmuş olsa da kâmil mânâda namazını eda etmiş sayılmaz

şekilde kıyam, kıraat, rükû, sücûd gibi bir takım kalb, dil ve

ve iç-dış erkânına riayet edilerek kılınan namazdan hâsıl olacak

bedene ait fiillerle, hususi esaslardan oluşan ibadetin adıdır.

sevabı alamaz. Aynen onun gibi kişi, o ibadeti en zor bedenî

Bu itibarla Kur’ân-ı Kerim, bLikJl öjÂJÜj ifadesinde özellikle

hareketlerle yerine getirse de, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve

“salât” kelimesini seçerek kullanmıştır. Zira, salât kelimesinin

sellem) tarif edip gösterdiği şekle uygun değilse kâmil mânâda

yerini burada başka hiçbir kelime dolduramaz. Bunun için

namazını eda etmiş olmaz ve ondan beklenen engin sevabı da

mânâ, ne

elde edemez. Evet, namazda, İlâhî lütuf olarak bedeni sağlık­

ne

jjJu 2 ile değil de ö*>üaJt


Ül

Uj n

e

de sadece

ile ifade edilmiştir.

lı tutacak bir kısım fizikî hareketlerin yapılması emredilmiş olsa bile, kişi namazını eda ederken bunları maksat edinmemelidir.

Evet, kökünden gelen kelimesi, iç ve dış di­ namiklerle bir işe fevkalâde derecede ihtimam gösterip, onu

19
5

Buhâri, ezan 18, edeb 27, temenni 9; Dârimî, salât 42.

124___________________ _______________________ B ir İ ’câz Hecelemesi

125

Bakara Sûre-i Çelilesi (1-5. Ayetler)

j j j j l SUp S'j üI “Namaz, dinin direğidir. ” 196 hadis-i şeri­
Ü

kişinin namazını ikâme ederken hem o vakitteki namazının

fi, namazın dindeki ehemmiyetini göstermesi adına çok m ani­

başından sonuna kadar hem de hayatı boyu nca kılacağı b ü ­

dardır. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu beyanıy­

tün namazlarında aynı iç duruluğunu, içten saygısını ve haş­

la, dini yüksek bir binaya, namazı da onun dayandığı bir sütun

yetini devam ettirmesinin önem i işaretlenmektedir.

veya bir kaideye benzetmektedir. Hatta hadis kriterleri açısın­ dan tenkit edilse de bu hadisin devam ında ^ j J fiil Üü 1$*ISÎ
I

Zekâtta ise böyle bir durum mevzubahis değildir. Zira kişi bir an içinde niyet edip zekâtını verdiğinde bu mükellefiyet ye­ rine getirilmiş olur da daha sonra o kişinin aklından ne geçer­

5411 f Ü Jüü I'£ '}

“Namazı dosdoğru ikâme ed en kişi, dini

ikâme etmiş, onu (terk edip) yıkan kişi d e dini yıkmış olur. ” 197 buyrulmaktadır ki, V&JJ\

J&\ jŞJ -UiiI ^

se geçsin niyetine zarar vermez. Hâlbuki huşûun, namazın bü­ tün rükünlerine şamil olması gerekir. Bunun için tâdil-i erkâna

“Kul ile küfür

riayet, Şafiî mezhebine göre farz, Hanefi mezhebine göre ise

arasındaki perde, namazın terkidir. ” 198 hadis-i şerifi bu mânâyı

vaciptir. Hatta Hanefi ulemasından bazıları da tâdil-i erkânın

teyit etmektedir.

farz olduğunu söylemişlerdir. Bundan da anlaşılmaktadır ki,

Evet, namaz terk edildiğinde, küfürle insan arasında artık

-tâdil-i erkân ister farz, isterse vacip olsu n - namazın bütün rü­

herhangi bir perde kalmamıştır ve insan âdeta kâfir görü n ­

künlerinde, namazın ikâmesinin ruhunda anlatılmak istenen

tüsü sergiliyor demektir. O nun için imanın dil ile ikrar edil­

saygı, haşyet ve huşûun hâkim olması önemli bir esastır.

arkasından şeâirin en

Ö yleyse nasıl ki bir insan im andan ayrıldığı zaman kâfir

büyüğü sayılan namazın zikredilmesi çok mânidardır. İnsan,

olur hatta kalbin bir an tasdikten uzak kalması küfür emare­

imanını diliyle ikrar etm ese de nam az kılması onun hakiki

si sayılır; namazın herhangi bir rüknü de, onun ikâmesinin

m ü’ min olduğunun daha açık bir alâmetidir. Çünkü şeâir

ifadesi olan saygı, haşyet ve huşûdan uzak kaldığı zaman bir

(İslâm’ a ait âdet, işaret ve kaideler), fiilen Allah’ ı ilandan ib a ­

m ânâda nam az nâkıs sayılır. Aslında mesele dil açısından ele

rettir. Onun için imanın hem en arkasından ehem m iyetine b i­

alındığında da

mesinin alâmeti olarak,

naen şeâirin en büyüğü kabul edilen nam az zikredilmiştir.

o

j ’ nin bunu çok açık bir şekilde an­

lattığı görülecektir. Zira h ü d l o i f a d e s i n d e k i O jl^ . fiili,

Namaz, hem kalbi hem de b eden î bir ameldir. O nun için,

muzâri sigasıyla gelmiştir. Muzâri sigası, teceddüde ve geniş

burada kalbe mahsus bir amel olan im andan, o imanın pra­

zam ana delâlet eder; buna göre, o şahıs gelecekte de kılaca­

tik hayattaki yansımaları olan amellere geçilirken, bu am elle­

ğı bütün namazları âdeta bir sinema şeridi gibi zihninde can­

rin en başında, - o da ço k önem li olm asına rağm en, malî bir

landırır v e kendisini m ütem adiyen namazı ikâme ediyor ol­

ibadet o la n - zekâttan ö n ce

m a ruh hâleti içinde m üşâhede eder. Bu da Kur’ ân’ ın bu hu­

öyLJÛj ifadesiyle “ namazın

ikâmesi” zikredilmiştir ki burada konu ile alâkalı bir hususa

sustaki enfes tasviridir. Bu itibarla da

bilhassa dikkatlerinizi çekm ek isterim: b ü d l ö jL Ü j ifadesiyle

daima dosdoğru ikâme ederler. ” mânâsına gelmektedir. Ce-

j jJLtij, “Namazı

nab-ı Hak bizleri namazı tastamam ikâme etm eye muvaffak
19b el-Hakîm et-Tirmizî, Neuddiru’l-usûl 3/135, 136; ei-Beyhakî, Şuabü'l-îmân 3/39.

i9
7

el-Aclûnî, K eşfü’l-hafâ 2/40.

l*

Müslim, îmân 134; Tirmizî, îmân 9; Ebû Dâvûd, sünnet 15.

kılsın. Am in..!

Bir İ'caz Hecelemesi

126

Jjl&ı

Bakara Sûre-i Çelilesi (1-5. Âyetler)

127

“İnfak, nafaka verme, sarf etme, harcama ve malın elden

Li«j “N ezd-i ulûhiyetimizden onlara rızık

çıkarılması” anlamındadır. Tıpkı rızık gibi infak da oldukça şü­

olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler. ”

mullü bir mânâ ifade eder. Evet infak, hakiki mânâsıyla malı,
Buradaki lij;

ile U’ nın idğamlı hâlidir. Malum olduğu

üzere y*, teb’ iz (bir şeyin bir kısmını zikretme) ifade eder ve burada infakın Cenab-ı Hak tarafından verilen rızkın bir kıs­ mından olacağını işaretler. U ise, eski Türkçede “ nesne” , gü­ nümüzde daha yaygın olarak kullanıldığı şekliyle “şey” m â­ nâsına gelir ve daha ziyade “akıl sahibi olm ayan şeyler (nes­ neler)” için kullanılır. Arapçada akıl sahibi varlıklar için

ja

kelimesi kullanılır ki, “kimse” mânâsına gelmektedir.

mecazi mânâsıyla malın dışındaki şeyleri de içine alır. Zaten öyjû j jî-fcllSjj

^jjJl âyet-i keri­

mesinin kelimeleri arasında, anlatmak istediği hakikat etrafın­ da bir “tecâvüb” (birbirinin ihtiyacına cevap verme) vardır ve kelimelerin heyet-i umumiyesi, âdeta bir koordinasyon içinde­ lermiş gibi bir keyfiyet arz eder. Ayet-i kerimedeki infakı ifade eden o

kelimesinin, mânâ itibarıyla hem hâle (şimdiki za­

mana) hem de geleceğe delâlet eden muzâri sigasında gelme­

“Rızık”, lügat itibarıyla haz, nasip, pay; ıstılahı mânâsı açı­

si ve kelimenin mânâsının şümulü, infakın maldan olabileceği

sından ise Cenab-ı Hakk’ ın canlılara faydalanmaları için ih­

gibi sıhhat, ilim, fikir, düşünce, hatta başkalarını harekete ge­

san ve lütfettiği her şey mânâsına gelmektedir. Ehl-i Sünnet’e

çirecek müspet bir hareket... gibi diğer şeylerden de olabilece­

göre, rızkın ıstılahî mânâsı, lügat mânâsıyla aynıdır. Ancak,

ğine işaret etmektedir. İnsanın hoşuna giden ve muhtaç oldu­

Mutezile, haramın rızık olmadığı kanaatindedir. Mutezile’nin

ğu şeyleri, hoşuna gitmesine ve ihtiyacına rağmen başkalarına

bu kanaati, Ehl-i Sünnet akidesine ters olduğu gibi, kâinatta

vermesi mânâsına gelen “îsâr” da bir nevi intaktır.

câri olan kanunlara da aykırıdır. Binaenaleyh yukarıda da ifade edildiği gibi rızık, bütün canlılara faydalanmaları üze­ re bahşedilen nesne veya nesneler olduğu için, bu anlamdaki

Evet, infak edilecek şeylerin başında şüphesiz “zekât mal­ lan” gelmekle beraber, umumi mânâda infak çok şümullüdür ve zekâtın dışındaki ihsanları da ihtiva etmektedir. Nitekim Al­

rızka, hayvanların, hatta ağaçların istifade ettiği şeylerin hepsi dâhildir. Hâlbuki hayvanlar için helâl ve haram meselesi söz

lah Resûlü de (sallallâhu aleyhi ve sellem),

ÜUJ JUJI

b\

konusu değildir. Eğer harama “rızık değildir” denilecek olur­

ölSjJl “Malda şüphesiz zekâttan başka da hak vardır. ”199 hadis-i

sa, bu takdirde “Mütemadiyen haram yiyen kimseler, hiç rı-

şerifleriyle bu hakikati ifade buyurmak istemişlerdir. İşte bu

zık yemiyorlar.” türünden gayr-i makûl bir hüküm ortaya çı­

umumi mânâdaki infak, Kur’ân-ı Kerim’de: ö j i f i BU dİ:jJLU

kar. Buna mukabil Ehl-i Sünnet, rızkı, “helâl rızık-haram rızık” şeklinde ikiye ayırır.
Ayrıca rızık, zevce ve çocuk gibi nimetleri de içine alan şümullü bir mânâ ifade etmektedir. Nitekim Kur’ ân-ı Kerim, huri, gılmân ve evlat gibi nimetlerin verilişini birer rızık ola ­ rak anlatmaktadır. Bundan da anlaşılmaktadır ki, rızık sade­ ce mala has olmayıp canlıların istifade ettikleri her şeyi ihtiva etmektedir. 'UJ Jcr^'

U Ji

f -i p ** 3 1 o b J?- lyı I j İ ü “Sana Allah yolunda kimlere ve ne
>
harcayacaklarını sorarlar. D e ki: İnfak edeceğiniz mal ana-baba, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmış garipleredir.
Hayır olarak daha ne yaparsanız Allah muhakkak onu bilir. ”m
19
9
20
0

Tirmizî, zekât 27; Saîd İbn Mansûr, es-Sünen 5/100.
Bakara sûresi, 2/215.

128_____________________________________________ Bir İ ’caz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Çelilesi (1-5. Âyetler)

129

Li-?j “K en ­

mal sevgisine çok düşkündür. ” 203 mealindeki âyet de insan fıt­

dilerine mutlak olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler. ” ifa­

ratına dikkatleri çekmektedir. İnsandaki mal-mülk edinme his

desinin umumi olmasıyla, infakın sadece maldan değil, başka

ve hevesini silip atmak oldukça zordur. Burada dolaylı olarak

şeylerden de olabileceği hatırlatılmaktadır.

bu âyetin “özel mülkiyet” meselesine baktığına da temas et­

âyet-i kerimesiyle açıklanmıştır. Fakat

Evet, yukarıda da ifade edildiği gibi namaz, din binasının

mek gerekmektedir.

direğidir. Akideye, bedenî ve malî ibadetlere benzem esi ve

Evet zekât, mutlaka geçilmesi gereken, aynı zamanda da

kalbin huşû ve hudûunu ifade etmesi... gibi değişik yönleriyle

fevkalâde dar olan bir köprüdür. Dolayısıyla da insanlar hakiki

namaz câmi bir ibadettir. Onun için namaza bütün ibadetle­

İslâm binasına geçebilmek için her halükârda zekât vermelidir­

rin fihristi nazarıyla bakılmıştır. Bu itibarla o, “ m ü ’minin mi­

ler. Nisap miktarı mala mâlik olan ve zekât veren mü’ minin. ya­

racı olm a” gibi hiçbir ibadet için söz konusu olm ayan büyük

nında, ona mâlik olmayan mü’minin de, bu yoldan geçmenin

bir kıymeti hâiz sayılmıştır. İnsan oruç tutarken, zekât verir­

lüzumuna inanıp elindeki mevcut mallardan vererek bu köprü­

ken, hatta hac vazifesini eda ederken dahi tahakkuk ettireme­

ye bir katkıda bulunması gerekmektedir. Dahası, elinde hiçbir

diği miracını namazda gerçekleştirir. Evet, miraç yapm ak is­

şey olmayan bir m ü’min bile çalışmalı ve bu köprüyü tesis et­

teyen kimselere namaz bu isteklerini gerçekleştirme adına bir

mek için meşru yollardan kazanç temin etmeye bakmalıdır; zi­

helezon sayılagelmiştir. Ne var ki, kimin namazının ve hangi

ra 204ö jip 'i slsjjğ

namazın miraç olduğu m üphem bırakıldığı için bu yü ce ufra

re o m ü’minler zekât vermek için devamlı faaliyet içindedir­

ulaşmak, namazın devamlı ve ihtimam gösterilerek kılınma­

ler. Onların bütün aktivitelerinin arkasında zekât verme duygu

sına ve bu uğurda cehd ü gayret gösterilmesine vâbestedir.

ve düşüncesi yatmaktadır. Binaenaleyh insan, her zaman, al­

Zekât ise İslâm binasının bir köprüsüdür. Nitekim slS^\
SjpalS “Zekât, İslâm’ın kantarasıdır (köprüsüdür).”201

âyet-i kerimesinden anlaşılacağı üze­

mak için değil, aksine vermek için hazırlanmalıdır.
JUİJI ^dl

idili ddl

“Üst (veren) el, alt (alan) elden daha hayırlıdır.”205

hadis-i şerifi bu hakikati işaretlemektedir. Zekât, bir insanın

hadis-i şerifi bu hakikati ifadede önemli bir esastır. Aslında bu

İslâm binası içine girebilmesi adına behem ahal geçm esi gere­

husus bir Allah ahlâkıdır. Çünkü Allah (celle celâluhu), kulları­

ken dar ve zorlu bir yol mahiyetindedir. Çünkü i_ rüT'i/l na bol bol nimetler ihsan etmekte ve ihsan ettiği bu nimetler­ den onların da muhtaç olanlara vermelerini istemektedir. Sa­

202çJj\ âyetinin ifadesiyle nefisler, cibillî olarak cimrilik üze­

dece veren değil, alan kişi de İlâhî ahlâkla ahlâklanmak için

rine yaratılmışlardır. Bir anlamda gelecek nesillere bir şeyler

kendi çapına göre az dahi olsa vermeye çalışmalıdır.

bırakmak için tutumlu olma duygusu suistimal edilince bun­ dan cimrilik doğmuştur. Binaenaleyh bu duygularla m üceh­ hez olan insanın zekât yolundan geçmesi zorlaşmış sayılır.
Yukarıdaki âyet gibi l o i )

leri câmi bulunan, İslâm binasının hayatî iki büyük rüknüdür.

ç J J k,\j “Doğrusu o (insan),

301 et-Taberânî, el-M u’cem ul-evsat 8/380; el-Kudâî, Müsnedü'ş-Şihâb 1/183.
Nisâ sûresi, 4/128.

Evet, bedenî ibadetlerin en önemlisi olan namaz ve malî ibadetlerin esası sayılan zekât, insanın yapacağı bütün ibadet­

20
3
24
0
25
0

Bkz.: Âdıyât sûresi. 100/8.
Mü’ minûn sûresi, 23/4.
Buhârî, zekât 18, uesâyâ 9; Müslim, zekât 94-97.

130

B ir İ ’câz Hecelemesi

Âyetin dil açısından tahliline geçm eden ön ce konuyla alâ­

Bakara Sûre-i Çelilesi (1-5. Âyetler)

131

kalı İşârâtü’l-İ’câz’âa zikredilen şu tespitleri arz etmekte yarar

m ü’ minler, mutlak adalet ve eşitlik ekseninde vicdanî bir ce­ maat teşkil etmektedirler. Dolayısıyla onlar, hep beraber ha­

var:

reket edildiği zaman anlaşabilecek şekilde, aralarında eşitlik
“İnsanların heyet-i içtimaiyesinde intizam v e asayişi te ­

min eden köprü, zekâttır. Â lem -i b eşerd e hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten doğar. İnsanların terakkiyatına e n ­ gel olan isyanlardan, ihtilallerden, ihtilaflardan m eydana g e ­ len felâketlerin tiryakı, ilacı, muavenettir.
Evet zekâtın vücubu ile ribânın hürmetinde büyük bir hik­ met, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır.
Evet, eğer tarihî bir nazarla sahife-i âlem e bakacak olur­ san ve o sahifeyi lekelendiren beşerin mesâvisine, hatalarına dikkat edersen, heyet-i içtimaiyede görünen ihtilaller, fesatlar ve bütün ahlâk-ı rezilenin iki kelim eden doğduğunu görürsün.
Birisi: ‘Ben tok olayım da başkası açlığından ölürse ölsün

bulunan bir cem aat olarak Allah’ ın huzurunda arz-ı ubûdiyet etmekte ve O ’ ndan yardım talep etmektedirler. Malum ol­ duğu üzere matematikte toplanabilecek şeylerin aynı cins­ ten olmaları esastır. Yani “Bir koyu n+bir elm a+bir insan=3 eder.” denilemez. Çünkü bu işlemi meydana getiren unsurlar arasında cins itibarıyla bir eşitlik söz konusu değildir. Aynen onun gibi, vicdan insanlarından oluşan sâlih bir cemaatin te­ şekkülü, İçtimaî adalet prensipleri çerçevesinde o cemaatin fertleri arasındaki eşitliğe bağlıdır.
Böylesi bir sosyal adalet ve eşitliğin tesis edildiği bir top­ lumda; 1 . D ünya malı ve dünya anlayışı cihetiyle zengin, Cenab-ı
Hakk’ ın kendisine lütfettiği şeylerden verir ve böylelik­ le fakir hoşnut edilir.

bana ne. ’
İkincisi: ‘Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim . ’
Âlem -i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmağa yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekâttır.

2 . İhtiyaç sahiplerinden gelebilecek öfke, şiddet ve hidde­ tin kesilmesi ve zenginlerden gelebilecek zulüm ve gad­ rin sona ermesi için “ Ben tok olayım, fakat başkalan da benimle birlikte tok olsun; şayet başkaları aç kalacak olursa, ben de onlarla birlikte aç kalayım.” yüksek İn­

Nev-i beşeri umumi felâketlere sürükleyen v e bolşevikli-

sanî duygu ve düşüncesi hâkim olur. Onun içindir ki,

ğ e sevk edip terakkiyâtı, asayişi m ahveden ikinci kelim eyi k ö ­

bu eşitliğin zirve noktada temsil edildiği Asr-ı Saadet’te

künden kesip atan da hurmet-i ribâdır. ” 206

Hazreti Ömer (radıyallâhu anh), insanların fakr u zaru­

Binaenaleyh zekât veren, infakta bulunan veya umumi

ret içinde kıvrandıkları ve günde ancak iki-üç tane hur­

mânâsıyla her türlü hayır peşinde koşan bir insanın, “Ben

ma ile yetindikleri bir dönemde, kendisi de aile efra­

tok olayım da başkası açlıktan ölürse ölsün bana n e!” şek­

dıyla birlikte aynı şeylerle yetinmiş ve gerçek bir dev­

linde bir duygu ve düşünce içinde olması mümkün değildir.

let adamının nasıl olması gerektiğini göstererek halkıyla

Çünkü

ü b jj Aiü İİIjI “Yalnız Sana ibadet eder, yalnız

Senden yardım dileriz. ”207 ortak paydası etrafında hâlelenen
26
0
27
0

eşit şartları paylaşmıştır.
Asr-ı Saadet’te tesis edilen böyle bir sosyal adaletin, hu­ zurlu bir toplum hayatı için ilelebet devam ettirilmesi gerekir

Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.45.
Fâtiha sûresi, 1/5.

ki böyle vicdanî bir toplum hâline gelmiş ve inançla coşmuş

132____________________________________________ Bir İ'râz Hecelemesi

133

Bakam Sûre-i Çelilesi (1-5. Âyetler)

Evet, rızkı veren Cenab-ı Hak’tır. Dolayısıyla infakta bu­

sineler, Hazreti Mâbud-u Mutlak’ ın huzurunda da mahlûkiyet

lunan kişi, verdiğini insanların başına kakmamalıdır. Kur’ ân-ı

ve abdiyette eşit olduklarını ifade edebilsinler.
İşte zekât, bu eşitliği sağlayan en büyük âmillerden biri­ sidir. Bunun karşısında ise “faiz” vardır. Kur’ân-ı Kerim, faizi

Kerim:

^JJlS

j

1 ş Y 1 jA jjÛ \$ Z jik J

haram kılmakla sosyal hayattaki büyük bir hastalığı tedavi et­

isYy. ^ j j “Ey iman edenler! Sadaka verdiğiniz kim selere minnet etmek, incitmek suretiyle sada­

miştir. Zira faiz, “Sen zahmetler içinde kıvran ki, ben nimet­

kalarınızı boşa çıkarmayın., ve Allah’a da, ahirete de inan­

ler ve lezzetler içinde rahat edeyim . ” felsefesine dayanmakta

madığı hâlde sırf insanlara gösteriş yapmak için malını harca­

ve adaletsiz sistemi vasıtasıyla, tefecilik usulüyle, mal stoku

yan kimsenin durumuna düşm eyin...”209 âyetiyle bu hakikati

yapma veya daha değişik spekülasyonlarla başkalarını fakr u

dillendirmektedir. Ayrıca, rızkı veren Cenab-ı Hak olduğuna

zaruret içinde bırakarak hayat-ı içtimaiyedeki eşitliği temelin­

göre, infakta bulunurken fakirliğe düşmekten korkulmamalı-

den dinamitlemektedir.

dır. Nitekim Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi­

Yine İşârâtü’l-İ’câz’da208 ifade edildiği şekliyle,

li-j

j j i f i âyetinde:
1. T eb’ izi ifade eden

sinden herhangi bir şey istenildiğinde varsa verir, olmadığın­ da da vaat ederdi. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bazen üze­ rine giydiği tek elbisesini bile isteyen olursa tereddüt etme­

israfı reddeder.

2. Ilın ın cümlenin başında zikredilmesi, verilecek sa­ dakanın, kişinin kendi malından olmasının lüzumuna işaret eder.

den verir ve bununla ayrı bir ruhanî zevk yaşarlardı.
Bir defasında bir şahıs gelip O ’ ndan bir şey istemişti, Allah
Resûlü ona istediği şeyi vermişti. Bir başkası gelip istemiş, O yi­ ne vermişti. Başka biri istediğinde ise, verecek bir şey kalmadığı için, Allah Resûlü vaat etmişti. Yani mal eline geçtiği ilk fırsat­

3. & jj ifadesi, sadakayı veren kişiyi, minnet etmekten

ta ona verecekti. Bu durum Hazreti Ömer’i fevkalâde üzmüş,

yani yaptığı iyiliği başa kakmaktan meneder. Çünkü

Allah Resûlü’nün bu derece rahatsız edilmesinden rahatsız ol­

veren Allah’tır, kul ise yalnızca bir vasıtadır.

muştu. Dizleri üzerine doğruldu ve:

4. Rızkın Ü
’ya olan isnadı, yani “bizim verdiğimiz rızık-

xo ", 9

o u p ji

oJl İ l *

c j LpU d

k i p SAj-U d L i

p “istediler verdin. Bir daha istediler yine verdin.

tan” şeklinde ifadesi, fakirlikten korkulmaması gerek­

Bir daha istediler vaat ettin. (Yani, kendini bu kadar eziyete sok­

tiğine işaret eder.

ma yâ Resûlallah!)” dedi. Ancak bu sözler Allah Resûlü’nün hiç

5. Rızkın âmm ve mutlak olarak zikredilmesi, sadakanın ilim ve fikir gibi şeylere de şamil bulunduğuna delâlet eder.
6.

Ibn Huzâfetü’s-Sehmî ayağa kalkmış ve:
J
l

\ maddesi; alanın, sefahete değil, zaruri ihtiyaç­ larına yani nafakasına sarf etmesi gerektiğine işaret eder. m

hoşuna gitmemişti. Kaşlarının hafif çatıldığını gören Abdullah

Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü'l-İ’câz s.43-44.

ja

V j İ4 İ JjJ-3 b Jiİl
Û

diyerek tesellide bulunmuştu. Yani: “Ver ey

Allah’ın Resûlü, sakın Allah’ın Seni fakir bırakacağını ve Sana olan nimetlerini kesivereceğini zannetme!” İki Cihan Serveri bir m Bakara sûresi, 2/264.

134 ____________________________________________ B ir I ’câz Hecelemesi

müddet sükût buyurdu ve ardından şöyle dedi:

İÜJb “İşte

Ben d e bununla emrolundum. ”210
Bir başka husus: bük)I j j i J j j j ifadesinde olduğu gibi IX j

Bakara Sûre-i Çelilesi (1-5. Âyetler) ______________________________ 135

Çünkü
6 ^ ' ite sayba iman şeklinde “ icmalî iman” anlatıldıktan sonra sanki burada da “tafsili iman” an­ latılmaktadır. kelimesinin muzâri sigasıyla

Ayetteki inzâl kelimesi, bir şeyi yukarıdan aşağıya sarkıt­

vârid olması da yine teceddüde (yenilenmeye, devamlılığa)

mak ve indirmek demektir. Türkçemizde bir memuru maka­

delâlet etmektedir. Ayrıca, âyet-i kerimedeki & j j ’ nın mâzi,

mından indirmek veya onun maaşını eksiltmek de aynı kök­

jjÂÂİj

ifadesindeki

üjâ&

j^ ii^ ’un muzâri olarak gelmesiyle Cenab-ı Hak, sanki kulla­ rına, “Allah’ın geçm işte verdiği her rızıktan hâl ve istikbalde, durmadan, tekrar tekrar infak ediniz. ” buyurur gibidir.

ten gelen “tenzil” kelimesi ile ifade edilir. Kur’ ân-ı Kerim’ in dünya semasına indirilişi, bir defada indirilme mânâsına ge­ len inzâl sözüyle, yeryüzüne indirilişi de “tenzil” kelimesiy­ le ifade edilmiştir.212 Tenzil kelimesi tefîl babından gelmek­

Konu şöyle tasvir edilebilir; sanki rızık, insanların başları­ na rahmet-i ilâhiyeden yağıyor veya yerden fışkırarak bütün çeşitleriyle onları çepeçevre sarıyor. Buna karşılık onlar da ha­ zinedarlık ettikleri bu rızkı, bakım ve görümleriyle mükellef ol­ dukları en yakın çevreden en uzak çevreye kadar bütün ihtiyaç sahiplerine infak ediyorlar.

tedir. T e fîl babı ise genellikle teksir (çokluk) için kullanılır.
Dolayısıyla tenzil, vahyin “ ceste ceste inmesi” ni ifade eder.
İnzâl ve tenzil arasındaki bu fark, açık olarak Kur’ân-ı Ke­ rim’ in bir muallâ mekâna defaten indirildikten sonra Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) 23 senelik nübüvvet hayatı boyunca parça parça inmesiyle de teyit edilmektedir. Ayrıca,

Bir başka tasvirle ifade edilecek olursa, sanki bir hazine

âyet-i kerimede geçen ikinci J jil’ den de anlaşıldığı şekliyle, -si-

odasının bütün menfezlerinden, kapı ve pencerelerinden içe­

yak-sibak nazara alındığı takdirde- Kur’ân-ı Kerim dışında, di­

riye gürül gürül rızık akıyor da, hâzineden mesul olan memur,

ğer peygamberlere gönderilen suhuf, Zebur, Tevrat ve İncil gibi

Hazreti Sam ed’den gelen bu rızkı, el açıp kapısına gelenlere

İlâhî mesajlar için de aynı durum bahis mevzuu olabilir.

bol bol infak ediyor.

Esasen inzâl, şer’î mânâda, vahy-i semavinin taraf-ı İlâ­

***

ö jr$jı

5

1
*
J^JI jk “İlâhî kitaplar içinde Sana vahyettiği-

gınlığı görememişlerdir.

miz bu Kitap, daha önceki kitapları tasdik ed en gerçeğin ta

Evet, Kur’ân-ı Kerim nâzil olduktan sonra insanlığın diğer

kendisi bir kitaptır... ”214 gibi âyetler hep bu hakikat etrafında

peygam ber ve dinlere karşı sergiledikleri katı tavır kısmen yu­

şeref-nüzul olmuşlardır. Binaenaleyh m ü ’ minler de, Yahudi

muşamış ve belli ölçüde de olsa birbirini kabullenen nesillerin

ve Hıristiyanlar da bu yaklaşıma dikkat etmeli ve temkinli o l­

yetişmesine ışık tutmuş, en azından başkalarının kanaatlerine

malıdırlar. Zira Kur’ ân-ı Kerim her ne kadar zâhiren Tevrat

saygılı olm a ve hiç olmazsa insanı insan olarak değerlendirip

ve Incil’ in hükümlerini neshetmişse de haddizatında onlar da

herkesi kendi konum unda kabul etme düşüncelerini savunan

bidayet itibarıyla birer İlâhî kelâm olup m ü’minler nazarın­

bir kısım “ liberal sistemler” in, “hümanist cereyanlar” m zuhu­

da Hak’tan gelmiş olmalarıyla, asılları açısından kutsaldırlar.

runa vesile olmuştur.

Evet, her vahy-i semavî, inzâl keyfiyetindeki hususiyetiy­ le mukaddestir. Dolayısıyla Kur’ ân dışındaki kütüb-ü sem a­ viye, mensuhiyetleri ve bazı kısımlarının tahrif edilmiş olm a­ sı itibarıyla bugün kendileriyle amel edilmese de, kerametle­ ri ilk vürûd ve nüzullerine ait, onlara inanma da bir esastır., ve mü’minler bu çerçevede onları tasdikle mükellef sayılırlar.
Ne var ki Yahudi ve Nasranîler, Kur’ ân mesajını görmezlik­ ten geldiklerinden, kendi devirleri ve daha sonraki dönem ler­ de sadece kendi kitaplarını kabul etmiş ve onların dışında ne bir kitap ne de bir nebiye hayat hakkı tanımayarak bütün bir
Islâm camiasını küstürmüşler ve tarih b oyu nca pek çok defa bu İlâhî meşaleyi söndürmek için seferler teşkil etmiş, Müslü­ manların üzerine yürümüşlerdir.
Bu arada Kur’ân-ı Kerim’ in diğer kitapları da tasdik et­ mesi ve onlara şahit olması, dün ve bugün dünyada bir kısım

Ayrıca dUŞ -y* Jjiî U j dü)l J>î IX. j j L j J J l j âyetinde;
“H em Sana indirilen Kitab’ı hem de Senden ön ce indirilen ki­ tapları tasdik ederler. ” demekle önceden kendilerine kitap gön­ derilen nebilere inanmakta iken daha sonra Allah Resûlü’ne inanan kişilere de dikkat çekilmektedir. Peygamber Efendimiz
(sallallâhu aleyhi ve sellem) konuyla alâkalı bir hadis-i şerifle­ rinde mükâfatları ikişer kat verilecek olan üç zümreden bah­ sederken, jdSJ,J jdLij a p îiSl
A u

j

l y I C SÜ JÂÎ l y Jk-j
--Ü I

^

buyurarak, bunlar arasında ilk olarak Ehl-i Ki-

tap’tan olup kendi peygamberine imandan sonra, Hazreti Nebi’ye (sallallâhu aleyhi ve sellem) erişen; O ’na da iman edip, tâbi olan ve tasdik eyleyen kimseleri saymıştır.215
İşte bu hadis-i şerifte zikredilen üç zümreden birincisi, Ab­ dullah İbn Selâm ve Necâşî gibi önceden başka nebilere inan­ mışken daha sonra Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) inananlardır ki tebcil ve takdir edilmişlerdir.

fitneleri önlemiş ve bir sulh anahtarı vazifesi görmüştür. Yani bugün Yahudinin elindeki Tevrat ile Hıristiyanın elindeki İn­ cil, sahip oldukları saygınlığı büyük ölçüde Kur’ân-ı Kerim’e

Ayrıca dilS

Jjîî l l j dilil Jjîî IL j j J J l j

âyetinde

şöyle bir nükte daha söz konusudur: Kur’ân-ı Kerim ve ondan ön ce nâzil olan İlâhî suhuf ve kitaplara, nüzul keyfiyetlerine

213 Âl-i İmrân sûresi, 3/3.
254 Fâtır sûresi, 35/31.

2,5 Buhârî, cihâd 145; Müslim, îmân 241.

138

B ir İ'caz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Çelilesi (1-5. Âyetler) ________________________ ■

bağlı olarak inanmak bir esastır. Şöyle ki, bir insanın “Allah’a inanıyorum.” diyebilmesi için Allah’ ın varlığına; “A hirete inanıyorum. ” diyebilmesi için ahiretin bütün d eb d eb e ve ih­ tişamıyla zuhur edeceğine inanması şart ve elzem olduğu gi­

Ayrıca burada âyet-i kerimenin dllŞ

139

kısmıyla

alâkalı olarak İşârâtü’l-İ’câ z’da217 temas edilen birkaç nükte­ ye de -ifa d e tarzıyla az oynayarak- dikkatlerinizi çekmek is­ tiyorum: bi, bir insanın “K ur’ân’a inanıyorum. ” diyebilmesi için de
1. Hazreti M uham m ed (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir

Kur’ân’ ın Allah tarafından Peygam ber Efendimiz’e peyder­

resuldür.

pey nüzulüne inanması şart üstü bir şarttır.

2. Resûl-i Ekrem, ek m elü ’r-rusüldür. Yani O, en mükem­

Aynı zamanda bu âyette Müslümanlara, Kur’ ân ’dan ö n ­

mel N ebi’dir. Çünkü “Ekâbir ve sultanlar, daima halk,

ce nazil olan suhuf ve kitaplara da nüzul keyfiyeti itibarıy­

cem aat ve ordunun sonunda gelirler.” fehvasınca Ne­

la saygılı olmaları, en azından onları tekzip etmemeleri talim

biler Serveri, tıpkı bir sultan gibi kendisinden önce ge­

buyrulmaktadır. Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sel-

len umum peygamberleri teyiden gelmiş; gelmiş ve si­

lem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar:

nesi O ’ nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) aşkıyla yanıp tutuşanlara, “ Bir sultan gibi kadem bastın gönül tahtı­ na, sultanım safa geldin!” dedirtmiştir.
^a

jlS- olj pA jjj£ j

lip- d L" ûb
>S

jj

3. Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem), hâtemü’l-en-

“Ehl-i Kitap size bir şey anlattığı zaman onları ne yalanla­

biyadır. Meşhur kaide şudur ki, “Vahdet tekessür ettiği

yın ne de tasdik edin. Fakat şöyle deyin: ‘Biz Allah'a ve O ’nun

zaman teselsül eder gider. Ama kesret ittihad ettiği za­

gönderdiği bütün kitaplara ve peygam berlere inandık. ’ B öyle

man da istikrar kazanır.” Tabir-i diğerle, bir meselenin

yapmakla onların söylediği şey doğru ise tekzip etmemiş, eğer

istikrar kazanabilmesi için onun nihayet itibarıyla mut­

yanlış ise tasdik etmemiş olursunuz. ”216

laka bir vahdete bağlanması lazımdır. İşte bu vahdet,

Binaenaleyh bu âyet-i kerime ve bu hadis-i şerif Müslü­

nübüvvet müessesesinde Efendimiz’le teessüs etmiştir.

manlara, Ehl-i Kitab’ a nazil olan vahye inanıp saygılı olmaları­

O ’nunla vahdet tesis edildikten sonra yeni bir peygam­

nı; aynı zamanda bunun altında Ehl-i Kitab’ a da âdeta, “Sizin

berin gelmesi, nihayeti bulunmayan bir teselsülü gerek­

kitaplarınız kabul edilip tasdik edilmediği bir dönem de Kur’ân-ı

tirir. Bu ise mümkün değildir. Dolayısıyla O (sallallâhu

Kerim onları tasdik edici bir şahit olarak gelmiştir. Zaten siz

aleyhi ve sellem), hâtemü’l-enbiyadır ve peygamberlik

kendi kitaplarınızdan, hem Kur’ ân’ ı hem de hâl ve tavırlarıy­

ağacının en son ve en mükemmel meyvesidir.

la Sahib-i Kur’ân’ ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok iyi tanı­

4. İnsanlığın İftihar Tabiosu’nun risaleti evrenseldir. Çün­

yor ve biliyordunuz. Bu sebeple Ehl-i Kitap olarak evvela sîzle­



rin onlan tanımanız gerekmektedir.” diyerek Kur’ân ve Sahib-i

le demektedir: “Senden evvel gelen nebi ve resûl-

Kur’ ân’a karşı saygılı olmalarını salıklamaktadır.

lerin hepsi, Senin seleflerin; Sen ise onların hepsinin

26
1

Ebû Dâvûd,

ilim 12; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/136.

27
1

Bkz.: Bediüzzaman,

ifadesiyle Allah, sanki Resûlü’ne âdeta şöy­

İşârâtü'l-İ'câz s.49.

140_____________________________________________ B ir İ'câz Hecelemesi

halefisin. Binaenaleyh Sen, onların bütününün mira­ sına vârissin. Öyleyse Sen, aynı zam anda âlemşümul-

Bakara Sûre-i Çelilesi (1-5. Âyetler) ______ _______________________ ı4l

1. ^

: Dünüv veya bir görüşe göre denâet kökünden tü­

remiş olan dünyaya, “öte” ye nispeten bize yakınlığın­

sün.” Nitekim Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sel-

dan veya ahiret karşısında pespaye olduğundan dola­

lem), bir hadis-i şeriflerinde

yı “dünya” denilmektedir.

â51 p ^ u l p : Bazen de ahiret,
L -L

I 0jjJb'j ® îL-UJl ö

j

J ; 'İS

“G erçek şu ki: Siz bu peşin dünya hayatına çok düşkün­
Bu âyetin üçüncü fıkrası olan j JSjl

kısmına

gelince, burada tamimden (genellem eden) sonra bir tahsis vardır. Yani İİİŞ

öy\ U j dUJI J_pî IX

sünüz. Onun için ahiret (duygu ve mülâhazasını) terk edip durursunuz.”220 âyetinde olduğu gibi, iL-li-’ nin

âyetinin

karşılığında kullanılmıştır. Bütün bunlardan anlaşıl­

ifade ettiği mânâ içinde “ahirete iman” da vardır. Zira Al­

maktadır ki, ahiret; zatı, cevheri, arazı ve sıfatlarıyla, bir

lah’ ın peyderpey indirdiği suhuf ve kitapların hem en hepsin­

“mukabele” sanatı içinde dünyanın karşısında özel bir

de, ama icmalî ama tafsili, ahiret inancına dair âyetler m ev­

âlem olarak zikredilmektedir.

cuttur. Ne var ki, burada umumi ifadeden sonra tahsis yapı­ larak jU I f r 'f k j ifadesi, kendinden önceki ifadelere j

Bu âyet-i kerimedeki son kelime olan j J jjİ ise, j l l l kö­ künden gelip, yakînen inanma, bir şeyin dosdoğru olduğu­

ile atfedilmiştir. Hususi ehemmiyetin vurgulandığı b öyle bir

nu kabul etme, muhalif mânâlarıyla reybîlik ve tereddütten

atfa “atfü’l-hâss ale’l-âm m ” denir.

uzak olm a ve aksine ihtimal verm eme mânâlarına gelmekte­

« 3 ^ ' kelimesinin başındaki harf-i tarif, ahd için olduğu takdirde mânâ, “İşte sizin öted en beri araştırıp durduğunuz, adını söylediğiniz ahiret budur.” şeklinde olur. Malum oldu ­ ğu üzere

kelimesi,

dir. Binaenaleyh o k e l i m e s i , bu mânâları ifade ederken ahiret hakkında şüphe ve tereddüde düşülmemesinin gerek­ tiği vurgulanmaktadır ki, bu da onun aksinin iman sayılama­ yacağını ihtar etmektedir. Yani bunun aksine ihtimal veren

sıfatının müennesidir ve “son

biri kafiyen müttakilerden olamaz. Zira kişinin müttakînden

ya da sonradan olan şey” demektir. Fakat Kur’ân-ı Kerim’de

olabilmesi “A caba ahiret olmayabilir mi?” şeklindeki bir yak­

,

j

ahiret, bazen Lo, bazen ^ j l , bazen de Âİ^Ii- kelimelerinin karşılığında kullanılagelmiştir:
218

Buhârî, teyemmüm 1; Dârimî, salât 111; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/304.

laşım ve anlayışla te’lif edilemez.
219 Duhâ sûresi, 93/4.
22 Kıyâmet sûresi, 75/20-21.
0

142

B i r İ ’câz Hecelemesi

İşte bu mânâda îkân ve yakîniyyât, umumiyet itibarıyla

Bakara Sûre-i Çelilesi (1-5. Âyetler) ______________________________ 143

veya tedavi şeklinin zararlı olduğunun uzun zaman sonra an­

klasik telakkideki ifadesiyle “akıl, havâss-ı selime, mücerrebât,

laşılmasıyla ilgili yaşanmış birçok tecrübe vardır. Binaenaleyh

müşâhedât ve mütevâtirât” ile sübut bulur. Aynı zamanda bu

tıp ve diğer ilimlerde serdedilen hatalı delillerin götürdükleri

hususlar -ifadelerde tasarruf hakkı m ahfuz- ilmin esbabı da

bir kısım nazariyelere yakînî nazarıyla bakılamaz.

sayılmıştır. Bazı felsefî cereyanlarda bunlardan bazıları öne çı­

Bu itibarla dünün kimya ve astronomi bilginleri istidlâldeki

karılmış, mütevatir haber gibi bazıları da görmezlikten gelin­

hatalarından dolayı bir kısım yanlış kaide ve prensipler vaz’

miştir. Aslında böyle düşünenlerin dünyaya ait bir kısım işler­

etmiş olabilirler. Mesela, astronomi, bir dönem de dünyayı

de onu kabul etme gibi bir çelişki yaşadıkları da açıktır. Mesela,

bütün kâinatın merkezi addetm e gibi yanlış bir hüküm ortaya

birkaç adam gelip, Amerika kıtasının mevcudiyetini söylese,

koymuştu. Bu dün böyleydi; bir anlamda bugün de böyledir.

onlar orayı bizzat müşâhede etmiş ve gidip görmüş gibi kabul

Bu açıdan, o alanla alâkalı hususlara da yakînî nazarıyla ba­

ederler. Esasen bu, tam bir tenakuzdur. Bu arada kimileri, bazı

kılamaz. Bununla birlikte bu hükmün yakînî hiçbir değeri ol­

İlmî alanlarla alâkalı meselelerde yakînin varlığını kabul etse­

madığı iddiasında bulunmak da doğru değildir.

ler de bazılarında şüphe içindedirler. Mesela matematik m ev­ zuunda hemen hemen herkes yakîne sahiptir. Zira “ 1, 2 ’ nin yarısıdır” , “2, l ’ in iki katıdır” ve “ 1, 2 ’den başkadır” gibi hü­ kümler, birer riyazî hakikattir ve yakîn ifade eder. Ayrıca, yakînî olan şeylerin bir kısmı zaruridir. Yani iki tane l ’ in 2 olması ve 2 ’nin 2 ’ye bölündüğü zaman 1 olması zaruridir. Am a fizik ve kimyadaki veriler, zaruri değil, yakînîdirler. Zaten bu ilim­ lerdeki verilerde mühim olan, onların zaruri olması değil, vâki olmasıdır. Mesela suyu meydana getiren hidrojen ve oksijen elementlerinin bir araya gelmesiyle suyun oluşması; yine ha­

Şimdi de isterseniz ahiretle alâkalı bilgilerin yakînîlik arz edip etmediğini inceleyelim: Mesela, herkes tarafından yakînen bilinen meselelerden biri sayılan “ hayat” muammasını ele ala­ cak olursak, beşerî imkânlarla hayat hâsıl etmeye imkân ve ih­ timal yoktur. Ancak, Allah (celle celâluhu) dilerse, herhangi bir canlı yapm aya beşeri de muvaffak kılabilir. Böyle bir şeye
“Mümkün değildir.” denilemez. Zira mümkün olmasa canlı ol­ maz. Vâkıa, beşer eliyle bir canlının meydana gelmesi bugün için pek mümkün görünmemektedir. Ama yukarıda da ifade edildiği gibi, şayet Allah (celle celâluhu) dilerse, kerametvâri

vanın terkibi, içindeki maddelerle insanın teneffüsüne elverişli

onların azim ve gayretleri vasıtasıyla da yaratır ve yaratmıştır

bir hususiyet ihtiva etmesi yakînî bir bilgidir. Yani bunlar hak­

da. Nitekim O (celle celâluhu), Hazreti Mesih’ in eliyle ölüleri

kında rahatlıkla herhangi bir hüküm verilebilir.

diriltmiş, bugün için tedavisi imkânsız gibi görünen en onul­

Ne var ki, aynı şeyleri tıp ilmi hakkında söylem ek mümkün değildir. Zira henüz tecrübe safhasında bulunan tıbbın kanun­

maz hastalıkları tedavi etmiş ve anadan doğma körlerin gözü­ nü açmıştır.22
1

larına belli ölçüde güven duyulsa da ne yakînî ne zaruri ne de

Binaenaleyh bugün yakînî görünmeyen çok şeyin gele­

vâki denilemez. Çünkü bu kanunlar hakkında kesin hükümler

cekte yakînî birer bilgi hâline gelmesi ihtimal dâhilindedir.

ortaya koymak, büyük ölçüde bazı deney ve gözlemlere bağ­

Mesela daha evvelki devirlerde, insanların zihinlerinde can­

lıdır. Hatta bu deney ve gözlemler neticesinde faydasına ina­

sız şeylerin canlı ve hayattar şeylere medar olup olamayacağı

nılarak tatbik edilen tedavilerde bir kısım yan tesirlerin olması da her zaman mümkündür. Mesela faydasına inanılan bir ilaç

21
2

Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/49; Mâide sûresi, 5/110.

144____________________________________________ Bir 1’câz Hecelemesi

145

B akam Sûre-i Çelilesi (1-5. Âyetler)

şüphe ve tereddüt konusuydu. G ünüm üzde ilim ve teknoloji­

nebeviyenin esası; beşer mahiyetinin câmiiyeti ve insan la-

nin gelişmesiyle dün için şüphe ve tereddüt mevzuu olan pek

tifelerinin haşri iktiza etmesi... gibi çok farklı yöntemlerle ko­

çok husus, bugün artık söz konusu değildir. Zira ilim ve tek­

nuyu anlaşılır bir hâle getirmiştir ki konunun tafsilatıyla ala­

noloji, havadaki zerrelerin titreşimlerinin sesleri intikal ettir­

kalı mezkûr eserlere müracaat edilebilir.

dikleri ve her bir zerrenin âdeta Eflatun şuuruyla bu ağır va ­

***

zifeyi îfâ ettiğini yakînî bir surette ispatlamış bulunmaktadır.
Evet, en büyük müfessir olan zaman, dün şüphe ve te­ reddütle bakılan meseleleri, bugün riyazî bir kat’ iyet içinde

İsterseniz şimdi de o y i # ^

âyetini dil açısından

hecelem eye çalışalım:

;

ortaya koymuştur. İhtimal, günü gelince, bütün ecramın diğer nesneler gibi etrafında olup bitenlerin ses, söz ve hatta resim­

1. Yukarıda da ifade edildiği gibi,

deki j , umumi

ifadeden sonra daha özel bir anlam ifade etmekte ve

lerini tespit ettikleri görülecektir. Her ne kadar bugün için bu meseleye şüpheyle bakılsa da yarın tecrübeler bunun doğru­

inzâl edilen kitaplar içinde icmalen anlatılmış olsa da

luğunu yakînî olarak ispat edecektir. Dolayısıyla ahiret gibi

burada hususi bir rükün olarak ahiret akidesinin ehem­

metafizik bir meseleyi, bugünün kriterleri içinde “yakînî değil­

miyeti gayet net olarak vurgulanmaktadır.

dir” nazarıyla bakarak değerlendirmek, en basit ifadesiyle, bir

2. s^-Yl kelimesindeki harf-i tarif, ahd içindir ve burada

gaflet ve muhakemesizliktir. Bunun gibi gelecekte, ölm üş bir

mânâ, “Sizin ebediyet arzusuyla öteden beri araştırıp

insana soru sorulduğunda onun bu soruya cevap verebileceği

durduğunuz, ancak mahiyetini tam bilemediğiniz ahi­

de ihtimalden uzak görülmemelidir.

ret, işte böyle bilinen bir ebediyet yurdudur. İşte bu­ nun hakkında yakîn çok önemlidir.” şeklinde olur.

Binaenaleyh bir yönüyle ilimler ilerlerken “Artık tabiatta­ ki kanunların üstüne çıktık; keşfedip hâkim olmadığımız hiçbir

3.

zamirinin,

ile ö y i # kelimelerinin arasına gir­

kanun kalmadı.” gibi materyalist bir anlayışla dalâlet-âlûd bir

mesinde şöyle bir belâgat nüktesi söz konusudur: Ahi-

yaklaşım ortaya koymak; diğer bir yönüyle de “Bugün gördü­

rete tam mânâsıyla inananlar, ancak ve ancak mütta-

ğümüz şeylerden başka bir hakikat tanımıyoruz. Biz daha çok

kilerdir. Bu ifade, mefhum-u muhalifiyle ele alınacak

mahsüsâtımıza itimat ederiz ve bunun dışında bir şey tanıma­

olursa, kendilerine peygamberler vasıtasıyla İlâhî suhuf

yız.” gibi bir şüphecilik içinde bulunmak, insanı içinden çıkıl­

ve kitap gelen kimselerin ahiret hakkında bir kanaatleri

maz bir durgunluğa sürükleyen öldürücü bir inhiraftır.
Burada o y i #

olsa da, her kişinin tasdiki yakîn derecesinde değildir.

âyetinin haşre bakan yön ü ­

Ayrıca o y i # kelimesinin muzâri. sigasıyla gelmesi, bu

nü izah için Ustad Bediüzzaman’ ın S özler isimli kitabından

mevzuda bir kavs-i urûc ve seyr ü sülûkun ifadesi ola­

“Onuncu Söz” olan “Haşir Risalesi” ni ve İşârâtü’l-İ’câ z’da bu

rak, insana, içinde bulunduğu andan başlayarak, nâ-

âyetin tefsiri sadedinde zikredilen esasları nazara verm eden geçem eyeceğim :

sına çıkan “bedihî, yakînî” bütün delilleri değerlendire­

Bu risalelerinde Üstad, İlâhî isim ve sıfatlar, kâinatın hâl-i

rek ahiret akidesini tahkim etmesi gerektiğini ihtar et­

hazırdaki şekli, nizamı, rahmet-i ilâhiyenin gereği; davet-i

mektedir. Zira ö y i # kelimesinde “yakîn hâsıl ederler”

mütenahî istikametinde hayatının sonuna kadar karşı­

146

Bir I ’câz Hecelemesi

Bakam Sûre-i Çelilesi (1-5. Âyetler) ______________________________ 147

mânâsı da vardır. Binaenaleyh insan, hayatı boyu nca

o binayı payandalamalıdır ki o muhteşem saray yıkılmasın.

hep bu yakîni pekiştirmeye çalışmalıdır.

Zira onun düşmanı olan İblis ve avenesi daima onun yaptığı

Burada üzerinde durulması gerekli olan iki önem li nokta söz konusudur:

bu binayı tahribe çalışmaktadır. Onların tahriplerine karşılık m ü’ min de sürekli tamir ve takviye için koşup durmalıdır ki

1. Her şeyden evvel insan, ahirete yakîn hâsıl edecek don a­

gayretler heba olmasın.

nım peşinde olmalıdır. Zira ahiret mevzuu; bir mânâda

İşte bu tasvirde olduğu gibi insan ahiret inancı adına en

mahsüsât, müşâhedât ve mücerrebâtın dışında oldu­

ufak bir şüphe ve tereddüde meydan verm eyecek şekilde bir

ğundan çokları buna yakîniyyât nazarıyla bakmayabi­ lir.. ve bu tür kimseler şüphe ve tereddütten sıyrılamazlar. İnsanın tam bir yakîne sahip olması ve iç dünyasın­ daki sıkıntı ve huzursuzluktan kurtulması için devam ­ lı surette ahiret akidesini takviye etmesi gerekmektedir.
2 . İnsan, ahirete inanması lazım geldiği ölçüde inanma­ lıdır. Konunun kuşkuya, tereddüte tahammülü yok ­ tur. Bu itibarla da burada yakîn çerçevesinde bir inanç gerekmektedir. İman, bir tasdikten ibaret olup, vakıa mutabık bir esası kabullenme olmasına karşılık; yakîn, şüpheyi, tereddütü ve inanılan şeyin aksine ve zıddı­ na ihtimal vermeyi ortadan kaldıran sağlam bir iz’ an demektir. Böylesi şüphe ve tereddütlerin kol gezdiği bir noktada, insan bir kere tam inansa da hem en her zaman onun inancına dokunabilecek pek çok hâdise olabilir. Öyleyse insan, herhangi bir sarsıntıya maruz kalmamak için her zaman inancında yakîn hâsıl etme peşinde olmalıdır.
Ayrıca
^ sim de söz konusudur:

hassasiyet göstermelidir ki bütün bu mânâları,

oJ âA

kelimesi

gayet veciz olarak ifade etmekte ve mü’ mine kalbî ve ruhî sa­ adeti adına âdeta sihirli bir anahtar sunmaktadır.
Evet, bu konuda düz inanma hafife alınmamalıdır. An­ cak ahiret için “ iman” kelimesi umumiyet, “îkân” kelimesi ise hususiyet arz etmektedir. İman umumi bir tasdik olup, iman edilmesi gereken her şeye inanmayı; îkân ise daha ziya­ de inanılacak şeylere dair vâki ve muhtemel şüphe ve tered­ dütleri elden geldiğince izale etmeyi ifade eder. Bu sebeple dikkat edilecek olursa, C enab-ı Hakk’ m esmâ-i hüsnâsı ara­ sında, “ Kendi vahdaniyetine en başta Kendisi şehadet eden, tasdik eden, kullarını emniyete erdiren ve onlar arasında bir­ birlerine karşı emniyet hâsıl eden ” mânâsına “M ü ’min” ismi olduğu hâlde, O ’ nun ne “M ûkin” gibi bir ismi, ne de “yakîn” gibi bir sıfatı bulunmaktadır. Zira yakîn, yukarıda da ifade edildiği gibi, şüphe ve tereddüdü izale etmek için kullanılan bir kelimedir. Kullar için şüphe ve tereddüt söz konusu olsa da Cenab-ı Hak için bunlar asla bahis mevzuu değildir ki,

ifadesinde şöyle bir tasvir ve re­

İnsan, bu dünyada emniyet, huzur ve saadet içinde yaşa­

O ’ nun böyle bir isim veya sıfatı bulunsun.
Ayrıca, iman ile yakîn kelimeleri, kök itibarıyla birbirinden ayrıdırlar. İman, umumi olarak inanılması gereken hususların

yabileceği bir bina yapmanın yanında bu binanın üzerine de

hepsine inanmayı ifade etmesine karşılık, ahiretle alâkalı me­

içinde ebedî olarak yaşayacağı ahiret binasını kurmaya çalış­

selelerde imanda îkân, istîkân, yakîn ve teyakkun söz konusu­

maktadır. İşte böyle biri o ahiret binasını kurarken, mütem a­

dur. Şöyle ki, Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de Kendisini deği­

diyen tefekkür, tezekkür ve sâlih amelle sağından solundan

şik âyetlerle tanıtmış, ama Resûlü’nün diliyle de Zât’ ı hakkında

148_________________________________ ___ _______ Bir İ ’câz Hecelemesi

Baltam Sûre-i Gelilesi (1-5. Âyetler)

düşünmeyi men etmiştir.222 Zira, Zât-ı Baht akılla idrak edi­

o münbit zem inde ve vahy-i semavî gölgesinde serpilip ge­

lemeyeceğinden dolayı, O ’ na “ min haysu hüue h ü v e” iman

liştiğini tahayyül ettiren ayrı bir resim gibidir. Bundan başka,

149

edilmelidir. Vücud-u Bârî hakkındaki yakîn, esmâ ve sıfât çer­

bu âyette nebilerin arkasından giden kimselerin, müttakiler

çevesinde temkin edalı bir yakîn olmalıdır. Ahiret hakkındaki

zümresine dâhil olabilmeleri için yapmaları gereken önemli

yakîne gelince, o alabildiğine detaylandırılarak kabul edilm e­ lidir ki bu, ferdî, ailevî ve İçtimaî hayatı tanzim etme ve ahenk içinde sürdürme adına da fevkalâde önemlidir.

hususlardan birinin de Kur’ ân-ı Kerim’ in ısrarla üzerinde dur­ duğu dört imanî rükünden biri olan ahirete yakîn hâsıl etme olduğu talim buyrulmaktadır.

***

İşte baştan beri tasviri yapılan müttakiler grubunun akı­

Kur’ân-ı Kerim, buraya kadar hususi ve umumi mânâsıyla

betini ise yine Kur’ân-ı Kerim çok canlı bir tasvirle ve_bir fez*

kimin “müttaki” olduğunu, hem tahliye (Sdî«5) hem de tahli­

leke hâlinde, o d k J j j j

ye (Âd^J) buudlarıyla onu herkesin hem en ilk anda anlaya­

bunlardır Rabbileri tarafından doğru yo/a ulaştırılanlar. Ve iş­

cağı şekilde anlatmış ve o vasıfla donanm ış topluluğu gayet veciz bir şekilde ortaya koymuştur.

sözü, muzâri

sigasıyla, müttakilerin devamlı surette imanlarını yeniledikle­ rine, gayba inanmakla kalmayıp imanlarını sürekli artırdıkla­ rına ve “sayrûret” mânâsıyla da, yani bir taraftan iman yeni­ lerken diğer taraftan da emn ü eman içine girerek, emin hâle geldiklerine işaret etmektedir. ıyja}\ müttakilerin dinin binası veya din binası­

nın direği olan namazı, onun iç ve dış derinliğine, m ânâ ve mahiyetine uygun bir şekilde ikâme ettiklerinin/edeceklerinin

jj  f i

te bunlar felah bulanlardır. ”223 ile ifade etmekte ve içlere in­ şirah salmaktadır.
.. T »

d ld jl :

takva kahramanlarının, C enab-ı Hak

tarafından kendilerine bahşedilen nimetlere mukabil, kendi­ lerini birer emanetçi ve tevziat memuru görerek, Allah’ ın (cel-

T *

,

j\ lafzının hilafına S’ nın çoğulu bir ism-i işaret­

tir. Buradaki II ise bir hitap harfidir ki, dJU de olduğu gibi, ilk
S’
olarak ve doğrudan doğruya Efendimiz’ e (sallallâhu aleyhi ve sellem) has bir hitap, ikinci olarak da herkese bir imadır.
•İEÎjl kelimesinde sonsuz uzaklık içinde sonsuz bir yakınlık vardır. Dolayısıyla mânâ, “Size diyorum , işte peygamberlerin arkasındaki bahtiyar topluluk!” şeklindedir. tjli resmini işaretlemektedir.

dld jî “İşte

“ (Onlar) bir hidayet üzerinedirler.” denerek,

“m asdar” dan “ hâsılün bi’ l-masdar” a geçildiği vurgulanmak­ tadır. Burada “ hidayet” ile alâkalı olarak şu hususları belirt­

le celâluhu) ihsan ettiği o nimetleri yine O ’nun rızası daire­

mekte de fayda mülâhaza ediyoruz:

sinde ihtiyaç sahiplerine verdiklerini tablolaştıran bir İçtimaî

Buraya kadar geçen kısımda

„ O

yardımlaşma fotoğrafı mahiyetindedir.

,

t$*& ve



,

/ T {

İEJjl,

lyt âyetlerinde olm ak üzere iki yerde “ hidayet” geçmek­

‘•ildi d
Ü ö
L
ise, vahy-i semavinin bütün bir geçm işe sağanak sağanak

tedir. Bu iki hidayetten her ikisi de, Fâtiha’daki Uyâi\ IİaİI

rahmet olup yağdığını, nice kâmil fert, millet ve devletlerin

Jü- ise bir arzdır. Arzla icabet arasında şöyle bir fark söz

^yKy.



\yh^

(y,

Bkz.; et-Taberânî. el-Mu'centit l-eusat 6/250; el-Beyhakî, Şuabü'l-imân 1/136.

(Udillll duasına bir arz ve bir icabettir.

2 -1 Bakara sûresi, 2/5.
2

ı£& bir icabet,

150 __ _________________________________________ Bir İ ’câz Hecelemesi

151

Bakara Sııre-i Çelilesi (1-5. Âyetler)

konusudur: Mesela, “ Ben, bir mal almak istiyorum.” şeklin­

Ayrıca ö j^ lliM ’ daki harf-i tarif de tahsis ifade etmekte­

deki bir talebe bir başkasının “ Ben sana istediğin malı ver­

dir. Bundan başka, te’kid ifade eden p , zamir-i fasıldır ve

dim .” demesi bir icabet; herhangi bir kimsenin böyle bir ta­

nahiv kaidesince, mübteda ile haberin her ikisi de mârife ol­

lep olmaksızın satılacak malını tüccara sunması ise bir arz­

dukları takdirde, mübteda ile haberin bilinmesi ve habere sı­

dır. Binaenaleyh,

JUlyjaJl iLuPde her mânâsıyla sırat-ı

müstakime bir talep vardır, bet; J

lp’de

de bu talebe bir ica­

fat veya müşârun ileyh nazarıyla bakılmaması için araya girer ve bu durumda cümle kasr ifade eder.

ise bu icabeti takip eden bir arz vardır.

Meseleyi sarf ilmi ve iştikak bakımından ele alacak olur; sak; (^Jük kelimesi,

y t {S-** cümlesinde ise hâsılün bi’l-masdarı işaretlemek­ tedir. İlkinde insanın kesbi, İkincisinde ise Allah’ ın yaratma­ sı vardır.

Bu müttakiler zümresi yapacakları işler

itibarıyla, seçkin vasıflarıyla görünecekleri âna kadar mesele proje ve plândan ibaret olup, konu nisbiyet ve kisb çerçevesin­ dedir. Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri (5. Âyet) .

cümlesinde masdarı, ^

J ıp ’de ise Cenab-ı Hak, bu yüce vasıflara

İ H jî kelimesi, nebilere tâbi o kutlu kâfileyi nazara vermek­ tedir. »ikJj \genelde uzakta olan mahsûsa işaret eden bir ism-i işa­ rettir. Bununla, işaret edilen kimselerin yüce-yüksek ve görkem­ li endamları işaretlenmektedir. Vâkıa uzağı işaret eden zamirle bazen hafife alma, hakir görme de kastedilebilir; ama burada si­ bak, tahkire müsait değildir. Çünkü

opy,

sahip olan ve hayatını Kur’ânî çizgide sürdürenlere talep ettik­

jji d

leri şeyi artık lütfetmiştir.

o p y p SysjA/Lj gibi çok müstesna ve âli vasıflarla tavsif edilen

Aynı zamanda

^ l i ’deki hidayet, müttakilere isnat

edilmiştir. Hâlbuki “ halk” beşere isnat edilemez. Jip İH ç-f.) Irî

ifadesinde ise hidayet doğrudan doğruya onların

Rabb-i Kerim’leri tarafından gelen bir ihsan ve bir lütuf ola­ rak vurgulanmıştır. f-» İ H j'J “Ve kurtuluşa erenler de ancak işte onlardır. ”

ğuludur. yİ4Jl ise

Jjil Uj İHI Jjjl \ >jji o jj ^ jJ lj jl bir zümrenin tahkir edilmesi düşünülemez.
Öyleyse burada, uzaklığın altında gizli bir taltif bulunmakta­ dır. Evet, Allah (celle celâluhu), şanlarına tazimen onlan, âdeta azamet ve cesametleriyle, takdir u tebcîl ederek zirvede duruyor gibi ve nereden bakılırsa bakılsın herkes tarafından görülebile­ cek kadar büyük, yüce ve görkemli bir şekilde tasvir etmektedir.
Aynı zamanda daha önce

İUS’daki hitap zamiri olan il

ile Resûl-i Zîşân Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Sana

dldjl kelimesi yukarıda izah edildiği için burada tekrarına lüzum görmüyoruz, ö

lXj» ve < L î j «L b

Ij

kelimesi, £disJl kelimesinin ç o ­
- y l j - y i l ’tan gelmektedir ve “felâh

diyorum, işte şu kitap. ” denildikten ve O ’nun terbiyesine teslim edilen bahtiyarlar, O ’nun getirdiği ahlâk-ı âliye ile donanıp bi­ rer terbiye ve edep timsali olduktan sonra buradaki İ H jî’deki

bulan-kurtulan” demektir. Dünya, nefis ve şehvet engellerini aşmış bulunanlar, Cehennem’e girmekten kurtulup, Cennet

İl ile de yine O ’ na (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitap edilmekte

yoluna girmiş olmaları itibarıyla felâhla müjdelenmişlerdir.

leyen Mahzun Nebi’ye “İşte Sana diyorum ey şanı yüce Nebi!

ve ağır vazifesinin altında en yüksek bir heyecanla inim inim in­

152

B ir I ’ câz Hecelemesi

Bunlar Senin arkandan gelen kimselerdir. ” denilerek kendisine bir kere daha iltifat edilmektedir.

Bakara Sûre-i Çelilesi (1-5. Ayetler)

153

Burada önem li bir husus da o k e l i m e s i n d e k i ıtlak ve bunun ifade ettiği şümuldür. Yani “ Onlar, Cehennem ’den

J i - : Şâyân-ı dikkattir ki, âyet-i kerimede mesela cS gJ1 p^J “Onlar için hidayet vardır.” değil de özellikle ^
JL
( j j i “Hidayet üzerine. ” denilmektedir. Evet,

c ^ ’ deki

kurtularak felâha ermişler; Cennet’ i elde ederek felâha ermiş­ ler; dünyanın sıkıntılarından kultularak felâha ermişler; vic­ dan huzurunu elde ederek felâha ermişler...” gibi pek çok mânâyı şamil umumi bir ifadedir.

ifadesinde, hidayeti elde etmek için kişinin sa’y u gay­
JJpldi Ujlj reti söz konusudur. Buradaki ^ u i ’de ise

harf-i cerrinin

■N

^

$

S

lijl p $11
1
*

o

*

*

isti’ lâ (üst-üzerinde) mânâsı ifade etmesiyle âdeta bize şö y ­ le bir tablo çizilmektedir: Hidayet bir cadde, bir şehrah veya

!(^ r

insan, sahabe-i kiram’ ın “ Biz hem en hemen hakkında küfür! hükmüne varırdık.” dediği sınıfa dâhil olur. Bu iki durum bir- J birine karıştırılmamalıdır. lOnun için ibâdet u taatını terk eden/ kimseler hakkında herhangi bir hüküm verirken mutlaka dik­ katli olunmalıdır.
Ayrıca burada bir kere daha amelin önemini vurgulamak­

Mantık tabiriyle bunlardan birincisine “ mâniatü’l-hulüv” , İkin­

ta fayda var.

cisine de “mâniatü’l-cem” denir. Bu sebeple bir insana, ay­

edildiği gibi, Ehl-i Sünnet’e göre bir insanın hakiki mü’min

âyetinin tefsirinde de ifade

nı anda “hem kâfir hem de mü’ min” denilemeyeceği gibi,

olabilmesi için iman etmesi gereken şeyleri kalbiyle tasdik,

^

160 _____________________________________________ B ir İ ’câz Hecelemesi

161

Bakara Sûre-i Gelilesi (6-7. Âyetler)

lisanıyla da ikrar etmesi gerekmektedir. Kalbin tasdik etmesi

“dünya ve ahirette kötülüğe terettüp eden bir şeyin encamın­

aslî rükündür, lisanın ikrarı ise tâlî bir rükün sayılagelmiştir.

dan korkutmak veya neticesinde mukadder ve muhakkak

Onun için insan bazen meşru bir mazeret durumunda -d a h a

olan kötü bir akıbetten sakındırmak için ikaz ve ihtar etmek”

evvel geçm işti- imanını lisanen ikrar etmeyebilir. Bazen de

demektir. Mesela geçim sıkıntısı endişesiyle önceden yatırım

fiil, ikrar yerine geçebilir. Mesela bir insan, diliyle ikrar etm e­

yapmayı tavsiye etme ya da makam ve mevkiini muhafaza et­

diği hâlde ezan okumak, namaz kılmak, oruç tutmak... gibi

me adına “aman, sakın” dem e dünyevî bir inzardır.

İslâmî esaslardan birisini yerine getirdiği takdirde, bu fiiller birer ikrar sayılır.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, inzar mevzuuyla alâkalı olarak İşârâtü’l-İ’câ z’da şöyle bir işarette bulunur: “Cenab-ı

Bundan anlaşılan şudur: İnsanın iman mevzuunda bir iç

H akk’ın sıfât-ı ezeliye âlem inde biri celâlî, diğeri cemâli iki

mükellefiyeti, bir de dış mükellefiyeti vardır. Bu iç mükellefiyet­

türlü tecellisi vardır. Celâl ile C em âl’in, sıfât-ı e f ’âl âleminde

te mü’ min, tavır ve davranışlarını Allah’ ın Müheymin ve Rakîb

tecellisinden; lütuf v e kahır, hüsün ve h eybet tezahür eder.

olduğu inancına ve kendisinin tamamen O ’ nun gözetimi altın­

E fa l âlem ine tecelli ed in ce; Â dü (tahliye, arınma, arındırma)

da bulunduğu hesap ve anlayışına göre tanzim eder ve on a

ile

göre vaziyet alır ki, bu bir kalb tasdiki ve iz’an demektir.
Dış âleme gelince, mü’minin açıktan açığa mükellefiyetle­

(tahliye, tezyin) doğar. ”231
Bunların birisi, yasaklanan hususlardan temizlenmeye,

İkincisi ise emredilenlerle mamur hâle gelmeye bakar. Bu

rini yerine getirmesi, her şeyden önce m ü’minleri suizandan

husus, evâmir âleminde emir ve nehiy şeklinde zuhur eder.

kurtarması ve onlara günah işletmemesi; sâniyen kendisine ah-

Sonra bu, emr-i bi’ l-m a’ruf ve nehy-i ani’ l-münker konusun­

kâm-ı şer’ iyenin uygulanması ve mensup olduğu heyetin bir

da teşvik, tergib, terhib, inzar şeklini alır. İnzar umumiyetle

parçası olduğunu ortaya koyması adına önemli bir esastır. Bi­

terhibin yanında, tergib ise tebşirle beraberdir. Öyleyse şöy­

naenaleyh mü’ min, bir taraftan Cenab-ı Hakk’ m görüş ve bil­

le denebilir: Tergib-tebşir, inzar-terhib, bunlar bir hakikatin

mesine karşı içini tanzim edip ona göre vaziyet almak, diğer ta­

pozitif ve negatif yanlarını ifade etmektedirler ve bir vâhidin

raftan da mü’minlerin hüsn-ü zan beslemeleri ve kendisinin ah-

farklı yüzleri mesabesindedirler. Cenab-ı Hakk’ m bize olan

kâm-ı ilâhiyenin tatbikine mahal hâline gelebilmesi adına, sarih

emirlerinde her zaman bir tergib ve terhib, bir inzar ve tebşir

veya zımni bir mukavele ile mensup olduğu topluma karşı tavır

söz konusudur. Tergibin karşısında terhib, tebşirin karşısın­

ve davranışlarına çeki düzen vermek mecburiyetindedir.

da inzar fevkalâde latiftir. Burada nahvî bir kaide ile cümleyi

kelimesi aslen * j i i l / j U j (eşitlik) mânâsına masdar1 dır ama

(eşit) mânâsına isim olarak kullanılması da ­

tevil-i müfrede sokacak olursak mânâ,

^Ü j iijliil p P# şeklinde olur.
Daha sonra, bu mazmunun müfessir ve mübeyyini ola­

ha yaygındır ki burada da o anlamdadır. Daha sonra gelen j^jÂiÛ’ ün başındaki I bir işin yapılıp yapılmamasının eşit ol­

rak

duğunu belirtmek için kullanılan tesviye (eşitlik) hemzesidir.

bir bakıma isti’ naf-i beyanî cümlesi gibidir. Yani “Onlar niçin

^ 3 -k t’ ün masdarı olan

kelimesi ise, ifâ l bâbm dan gelip,

21
3

jî M “Onlar iman etmezler. ” kaydı gelmektedir ki, bu

Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-f’câz s,64.

162

B ir İ'câz Hecelemesi

iman etmezler?” şeklinde tevcih edilen mukadder bir soruya da


;

t

ı

ı

>>

A

Bakara Sûre-i Çelilesi (6-7. Âyetler) ______________________________ 163

gibi beden-ruh münasebeti çerçevesinde onunla münasebet-

"Allah

tar olan çok fonksiyonel bir mübarek organdır. Evet, yapı­

(ce//e celâluhu) onların (kesp ve meyelanları sebebiyle) kalble-

sı itibarıyla bir çam kozalağı şeklinde olan bu cismanî kalb,

rini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine d e bir çeşit

latîfe-i Rabbâniye denilen mânevî kalbimiz için âdeta bir

perde gerilmiştir...”232 şeklinde cevap vermektedir.

anahtar ve bir düğm e mahiyetindedir.

Kur’ân, SjLİp

^

Bu iki kalbin birbiriyle çok sıkı alâkası vardır ama, insan­ ların çoğu bu alâkayı tam olarak anlayamamaktadır. Şu ka­ j j £ kelimesi, “bir şeyi tevsik eder mahiyette mühürle­ mek, mühürleyip muhafaza etm ek” mânâlarına gelir. Burada

dar var ki, insanın bedenine nispeten cismanî kalbi ne ise, ruhuna nispeten latîfe-i Rabbâniyesi de odur. Binaenaleyh

da, isti’la için gelen J p ile sılalanmıştır ve mânâsı, “ mühürle­

nasıl ki, cismanî kalbin çalışması, vücuttaki bütün mekaniz­

mek ve girişi, çıkışı önlem ek” olur.

maların fonksiyonlarını eda etmesine vesile olmakta, öyle de

^

Ü p>- “Allah onların kalblerini mühürlemiştir.” ıl ^ jl » ; v.Ji’ in çoğuludur. Esasen kalb, “yürek” ve “gön ül” o l­ mak üzere iki mânâda kullanılagelmiştir. Bunlardan biri, g ö ğ ­ sün sol tarafında bulunan, atar ve toplar damarların merkezi

latîfe-i Rabbâniye de çalıştığı nispette insanın ruhanî hayatı­ nın yükselmesine, ruh plânında seyr-i ruhanisine, kemalâtm zirvesine tırmanmasına vesile olmaktadır.
Bu iki kalbi birbirine karıştırmamak gerektiği gibi,

üâ

(ku­

olup kendi kendine hareket eden, ayrıca karıncık ve kulakçık­

lak) ile

ları bulunan, vücuda kan pom palayan, çam kozalağı şeklin­

rine karıştırmamak çok önemlidir. Vâkıa, bunları biz Türkçede

de -eskilerin tabiri ile “sanavberiyyüşşekl” - cismanî kalbdir

kullanırken bazen müşterek bir unvanla bazen de farklı keli­

ki daha ziyade tıp ilminin meşguliyet alanı sayılan kalb işte bu

melerle ifade ederiz. Mesela latîfe-i Rabbâniye olarak değer­

kalbdir. Diğeri ise, başta Kur’ ân-ı Kerim, Sünnet-i Sahiha ve

lendirilen şeye de; insan vücudundaki o cismanî organa da

tasavvufta kastedilen, aynı zam anda latîfe-i Rabbâniye deni­ len kalbdir ki, “kalbsiz, yüreksiz, temiz kalbli veya kalbi çü ­ rük...” vb. sözlerle ifade edilen ve mahall-i mârifet olan esas kalb de budur. Keza, insan mahiyetinden hedeflenen, vicd a­ nın duyuş ve sezişleri, kuvve-i akliye ve idrâkiyenin madeni, merkezi de işte bu latîfe-i Rabbâniyedir. Bu yönüyle kalb, in­ sanın engin bir derinliğinin unvanıdır ve ruhun da santralidir.

(işitme)’yi ve

(göz) ile ^

(görme)’yi de birbi­

“kalb” deriz. Ancak, dilimizde bu cismanî kalbe, “yürek” den­ diği hâlde latîfe-i Rabbâniye olan kalbe “yürek” denilmez. Ba­ zen “ iradeli” ve “ cesaretli” mânâsına “yürekli insan” gibi ta­ birler kullanıldığı da olur ama, burada görüldüğü gibi, mutlak olarak değil, terkibe girdiğinde olur.
Latîfe-i Rabbâniye olan kalbin kendine has birtakım rü­ künleri de vardır. İnsanın içindeki bütün letâif, âdeta onun

Cismanî kalb, insan vücudu için hayatî bir uzuvdur; b u ­ nun yanında o, insanın maddî yapısını m anevî yapısıyla irtibatlandıran, onu uyaran ve yerinde düğm esine dokunuyor
2 2 Bakara sûresi, 2/7.
3

ordusu gibidir. Mesela insanın basarı, bir başka ifadeyle mâ­ nevî bakışı, onun nazarıdır; kalb onunla bakar. Akıl, kalbin ruhu, şuur ise aklı gibidir; aklı gibidir zira kalb, bilinecekleri, şuurla bilmektedir.

164

___Bir Vaiz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Gelilesi (6-7. Âyetler) ______________________________ 165

kelimesi, Türkçeye tercüme edilirken, jİÎ kelimesi­

tetkik, tefekkür v e tedebbürü neticesinde) Cenab-ı Hakk’ın

nin ifade ettiği mânâyı da içine alarak işitmek, kulak ve din­

insanın içinde yarattığı bir nurdur. ” şeklinde tarif etmektedir.233

lemek şeklinde mânâlandırılmasma rağmen Arapçada, ^ ° •

ile j i î mânâ itibarıyla birbirinden farklıdırlar. Zira Arapçadaki j i l kulağa,

ise daha ziyade kulakla harekete geçen işit­

Bu tariften anlaşılan şudur; kalbde iman nurunun parıldama­ sı Allah’ ın aydınlatması ile olmaktadır. Şu hâlde bu İlâhî nu­ run sönm esi de Cenab-ı Hakk’ ın mühürlemesi ile meydana gelmektedir. me mekanizmasına denilmektedir.

Ayrıca buradan şu mânâyı da çıkarmak mümkündür: Kal­ birbirin­ be mühür basıldığında açık yer kalmamakta ve kalb, “feyz-i

den ayrılmadan, her ikisine de “göz” denilmektedir. Hâlbuki

akdes” ten gelen nur ve sırlarla beslenemediği ve hava alama­

: Türkçeye çevrilirken

Arapçada

j Ip

ile ^

m addî göz, jJaî ise görm e duyusu ve kalb gözü

için kullanılmaktadır.

dığı için ondaki iman ateşi de sönmektedir. Ama dikkat edile­ cek olursa kalb ve kulaklarının mühürlenmesi, Allah tarafından onların kesblerine bir ceza olmasına karşılık, gözlerindeki per­

Kalb ve sem ’e vurulan mühürlerin her birisi, ayrı ayrı delillere ait olduğundan, J tp j

J lp ül

de, şart-ı âdi plânında onların bakıp görmezliğine karşılık bir mekr-i İlâhidir. Bu itibarla insan, her zaman gözünü açmalı,

tekrar edil­

âfâkî ve enfüsî delilleri değerlendirerek sürekli kalbine mârifet

miştir. Ayrıca kalb ve sem ’ için “Allah onların kalblerini ve

nurları göndermelidir. Zira bakmak ve kalbe mârifet gönder­

Ç>lIp jî-gJj

sjlLp

pjLaJI ifadelerinde

sem ’lerini mühürlemiştir.” ifadesi kullanılmış olm asına m u­ kabil, basar için “Basarlarının üzerinde p erd e vardır. ” ifade­ sinin seçilmesi, bu mevzuda doğrudan doğruya insanın kesbinin ehemmiyetini göstermektedir.
Aynı zamanda buraya kadar fiil cümlesi kullanılmasına rağmen, s jlip

^ j d e üslubun değişip, fiil cümlesi ye­

mek onun kesbine bırakılmıştır. Rahmet-i ilâhiyeden ümit edi­ lir ki, kalbe gelen bu mârifet nurları insan gönlünde iman me­ şalesini tutuşturur. Demek ki, insan ne kadar delillerle içli dış­ lı olursa olsun imanın kalbde hâsıl olması, tamamen bir lütf-u
Rabbânî ve ihsan-ı İlâhidir. Zaten hikmet ve rahmet-i İlâhiye umumiyetle böyle bir araştırmayı mukabelesiz bırakmamakta ve sarf edilen cehd ü gayretleri de boşa çıkarmamaktadır.

rine isim cümlesine iltifat edilmesi (dönülmesi) basar ile görü­ len delillerin sabit olduğuna, kalb veya sem ’ ile ulaşılan delil­ lerin ise yenilendiklerine ve sabit olmadıklarına işarettir. Yani âfâkî ve enfüsî birçok delil, bu âyet-i kerimedeki ifadelerin mu­ hatabı olan insanın nazarına arz edilmiş, Cenab-ı Hak, onun gözünü açıp o delilleri göstermiş; ancak insanın basarında hak ve hakikatleri müşahede etmesine engel bir perde bulunduğu için bu da öyle bir üslup ve ifade tarzıyla vurgulanmıştır.

Netice itibarıyla, s j l l j “perde, gözü kapayan ve göz var­ ken görem em e hâline sebebiyet veren şey” gibi mânâlara gelmektedir. Kanaat-i âcizânemce kelimeye, “göz merceği­ ni kapayan m ânevî bir katarakt” mânâsı vermek de müm­ kündür. Zira katarakt olmuş bir göz, iyi bir ameliyat olmaz­ sa görem ez. Nitekim sinir sistemi bulunup, görme melekeleri tam olmakla beraber bu fonksiyonlarla bütün cisimlerin resmedileceği nokta arasında perde bulunan bir göz, o cisimleri

Burada şöyle bir nükte de söz konusudur: Sadüddin
Teftâzânî, imanı, “(İnsanın, iradesini sarf edip âfâkî v e enfüsî

m

et-Teftâzânî, Şerhu't-Teftâzânî s.69.

166

Bir İ ’cnz Hecelemesi

167

Bakam Sûre-i Çelilesi (6-7. Âyetler)

tefrik edemez. İşte bu da Bediüzzaman ifadesiyle “aklın g ö z e

Kalbi sizin için tir tir titrer, O, müzminlere karşı da p ek şefkatli

inmesi”234 demektir ki, böyle bir göz, mânâya karşı kör old u ­

ve merhametlidir. ”235 âyet-i kerimesinde de bu hakikat açık­

ğundan, hiçbir zaman eşyayı asıl mahiyetiyle değerlendirej
'T
meyecektir. Dolayısıyla SjLİP
“Onların gözlerine

ça görülmektedir. Bu âyet-i kerimede Efendimiz’ in (salîallâhu

d e bir perd e inmiştir. ” ifadesi, gözün bütün meleke ve fakül­ teleri faal olmasına rağmen fonksiyonunu tam edâ e d em e­ mesi, eşyayı görem em esi ve varlığın arka plânını değerlendi­ rememesi demektir.

kökünden gelen

gelen

sair insanların da Müslüman olabilmeleri için ciddi bir arzu ve istek içinde olduğu müşâhede edilmektedir. Aslında, Allah
Resûlü, Medine-i M ünevvere’ yi teşrif buyurduklarında, iman dairesine girmeleri adına orada yaşayan Yahudilerle Evs ve
Hazreç münafıklarına da aynı hırs, aynı re’fet ve şefkati gös­

fJâe- s jIÜ- f ö j “fetebunların hakkı büyük
I

“ceza”

aleyhi ve sellem) m ü’minlere karşı olabildiğine re’fet ve şefkat,

termiştir. Nebiler Serveri (salîallâhu aleyhi ve sellem), bü m e­

ve s^llp’a göre

kelimesi,

bir azaptır. ”

selede o kadar şiddetli bir arzu izhar etmişti ki, Cenab-ı Hak,

mânâsını ifadede daha hafiftir. Esasen aynı kökten kelimesi, “tatlı” mânâsındadır. Nitekim A rapçada

İU denir ki, “tatlı, içimi kolay su” demektir.

kelim e­

\l >
JS\

lû *

jl

sil...a


siil».İ3 Şimdi

bu s ö z e (Kur’ân) inanmazlarsa, Sen onların arkasına düşüp n erdeyse kendi kendini yiyip bitireceksinZ
”236; k e z a .^ U İLUJ

sine gelince, yukarıda da ifade edildiği gibi Jl3£ ve s^lip’ dan

1 f i i YÎ siLii; “Onlar iman etmiyorlar diye üzüntüden y daha hafif bir bela, musibet ve nikmet mânâsına gelmektedir.

n erdeyse kendini yiyip tüketeceksin!”237 diyerek Efendimiz’i

^ lâ p kelimesinin sonunda tenvin vardır. Tenkîr ifade eden bu tenvin, tehvîl ve tazime delâlet ederek o azabın, m a­ hiyeti meçhul ve korkunç olduğunu işaretler. fJâe kelimesi, tâzimi ifade eden sİJİü-’ daki tenvine bir te’kid olarak gelmiştir ve o ürperten azabı fevkalâde büyük göstermek içindir.
***
Bu iki âyetin sebeb-i nüzulüne gelince: İbn Abbas’ tan (radıyallâhu anh) gelen rivâyetlerde bildirildiğine g ö ­ re Efendimiz (salîallâhu aleyhi ve sellem), Mekke’deki müşrik­ lerin Müslüman olmaları için olağanüstü bir hassasiyet gös­

(salîallâhu aleyhi ve sellem) bir yönüyle bu ölçüde bir arzu göstermekten vazgeçirmek murad buyurmuş, bir yönüyle de hem O ’ nu (salîallâhu aleyhi ve sellem) takdir etmiş hem de onların iman etmeyeceklerine dair tembihte bulunmuştur.
M edine’de ilk nâzil olan ve en son tamamlanan Bakara
Sûre-i Celîlesinin bu âyetlerinde Allah (celle celâluhu), Efen­ dimiz’e (salîallâhu aleyhi ve sellem), “G erçek şu ki, küfreden ve küfre düşen herkes değil, küfürde ısrar eden kimseleri Sen azap ile korkutsan da korkutmasan da onlar için müsavidir; onlar asla iman etm ezler.” buyurarak, İlâhî âdetini ihtar et­ mektedir. Nitekim Firavun, Nemrut. Kârun ve bütün dinsiz, cebbâr, zalim ve kendini beğenmiş benciller gibi, hayatlarını

teriyordu. Nitekim: ^ frTJ U aŞ p
İ

^İJ6\

ja

J

şki\Zr J İİ
L

jA t/ - “Size kendi aranızdan öyle

bir Peygam ber geldi ki zahm ete uğramanız O ’na ağır gelir. m küfür ve dalâlet içinde geçirip, bütün bir ömür boyu hiç mi hiç

Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye s.222 (Şûle)

23 Tevbe sûresi, 9/128.
5
236 Kehf sûresi, 18/6.
23 Şuarâ sûresi, 26/3.
7

B ir İ ’câz Hecelemesi

168

Bakara Sûre-i Çelilesi (6-7. Ayetler) ______________________________169

hak ve hakikate dönmeyi düşünmeyen tali’sizler, neticede kü­

Evet, Cenab-ı Hak onların iman etmeyeceğini bildiği ve

für ve dalâletleri içinde boğulup gitmişlerdir. Bir sözde de ifa­

Resulü’ ne de bildirdiği hâlde “Artık onları davet etme!” demi­

de edildiği gibi: “Nasıl yaşarsanız öyle ölür, nasıl ölürseniz ö y ­

yor; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de onları İslâm’ın

le haşrolunursunuz. ” Binaenaleyh küfre düşenleri bu gayyaya

aydınlık iklimiyle tanıştırabilmek için ızdırap soluklanıyor ve

iten herhangi bir cebir mevzubahis değildir. Zira onlar küfre

var gücüyle çalışıyordu. Çünkü nebinin gönderilmesindeki hik­

meyletmiş, dolayısıyla kalbleri kaymış; Cenab-ı Hak da onla­

metlerden birisi de, Kur’ ân-ı Kerim’ in değişik âyetlerinde ifade

rı kaydırmıştır,

edildiği gibi, O ’nun yaptığı davete icabet etmeyenler aleyhin­

ç

^

£İjJ

j

j ^

“Evet, onlar bâtıla meyledince, Allah da onların kalblerini hak­

de bir hüccet olmasıydı.240 Nitekim Nebiler Serveri (sallallâhu

kı kabul etm ekten bütün bütün uzaklaştırmıştı. Ö yle ya, Allah,

aleyhi ve sellem), vazifesini yaptığına dair hayatının çeşitli d ö ­

yoldan çıkmakta ısrar eden birgürûhu kafiyen hidayet etm ez,

nemlerinde kendi ümmetinin şehadetini istemiş, onlar da “Na­

onları doğru yola çıkarmaz. ”238 âyet-i kerimesi de işte bu haki­

sihat ettin ve Allah’ ın emrettiği şeyleri tebliğ buyurdun.”241 di­

kati ifade etmektedir. Onun için m ü’ minler daim a kaymadan

yerek şehadette bulunmuşlardı.

x

#

S9 f' korkm alı ve «ibl IzJ-j dJLiJÜ

/

uJ ZS)

/

y

O

i)

^

& j J>
U

O

j

^

Burada izaha muhtaç olan hususlardan biri de şudur:

Y £5

ZjlAjJl cJl “Ey bizim Kerim Rabbimiz, bize hidayet verdikten sonra kalblerimizi kaydırma ve nezdinden d e bize bir rahmet gönder. Şüphesiz bağışı bol olan Vehhâb Şensin, S en !”239 di­

Ayet-i kerimede iman etmeyecekleri belli olmuş, kalbleri, kulak­ ları mühürlenmiş ve gözlerine perde inmiş kimseler için yine de teklifte bulunulması teklif-i mâlâ yutâk gibi zannedilebilir.
Bu, onların fıtrat-ı selimelerine yapılan bir hitaptır. Zira her

yerek Cenab-ı Hakk’a sığınmalıdırlar.
Yukarıda da ifade edildiği gibi, bu âyet-i kerimelerde C enab-ı Hak, kâfirlerin iman etmeleri için yanıp tutuşan, hatta yer yer heyecanlar yaşayan H abibi’ ni (sallallâhu aleyhi ve sellem) âdeta “Senden evvelki peygam berler de aynı ızdırabı çekmiş ve insanların kurtuluşa ermelerini istemişlerdi. A n ­

insan, yaratılırken hanif fıtrat üzerine yaratılmıştır. Dolayısıyla küfre, dalâlete düşmemiş olan o selim fıtratlarıyla âfâkî ve enfüsî delilleri tetkik ederek Allah’a inanabilecekleri nazar-ı iti­ bara alınarak onlara teklifte bulunulmuştur ki, bu zaviyeden bakınca “teklif-i mâlâ yutâk” ın söz konusu olmadığı açıktır.

cak öncekiler gibi bunlar da, Sen inzar etsen de, etm esen de iman etmeyecekler.” diyerek hakikat-i hâli ve onların âkıbe-

Bütün bunlardan başka, ^ j& J
Ü
fo d * t\

1

ve

d jL jl ile ol

^JJI arasında bir de tezat sanatı vardır. Şöyle ki,

tini haber vermektedir. jju iıl J\

şeklinde ifa­

de ettikleri gibi, mârifet-i ilâhiyeye giden yollar, mahlûkatın solukları sayısıncadır. Bu itibarla da, kalben Cenab-ı Hakk’a vâsıl olan mârifet yolları nâmütenâhidir. Onun için bu âyet-i kerimede kalb kelimesi,

“onların kalbleri” şeklinde çoğul

olarak zikredilmiştir. ^ -L i’ in müfred kullanılmasına gelince:

hakkında geniş açıklamalarda bulunulmuştur. Zira münafık, gizli

S em ’ in yolu birdir ve o da vahy-i semavîdir. jU^Î’ ın cem ’ iliği

düşmandır. Kâfir ise Allah’ın, kalblerine, sem ’lerine ve basarla­

ise: Afâkî ve enfüsî tetkikte onda da yollar nâmütenâhidir. Bi­

rına mühür vurduğu açık düşmandır. Dolayısıyla Müslümanlar,

naenaleyh iki cem i’ arasında sem ’ in müfred olarak: zikredil­

onlar hakkında gerekli tedbirleri alıp kendilerini koruyabilirler.

mesi bu nükteyi işaretliyor olabilir.

Zaten Ijjis" jJ J l jl âyetinde de işte bu “bilinen kâfir” mânâsı

Üstad Bediüzzaman, bu hususla alâkalı da şunları söyler:

kastedilmiştir. Sahabe ve tâbiînden pek çok kimse, bu kâfirlerin

“Kalb ile basarın taalluk ettikleri şeyler mütehâlif, yollan müte-

Ebû Cehil, Utbe, Şeybe ve İbn Ebî Muayt gibi malum ve önde

bâyin, delilleri mütefâvit, talim ve telkin edicileri mütenevvidir.

gelen kâfirler olduğunu söylemişlerdir. Ayrıca bu ifadeden, kıya­

Sem ’ ise, kalb ve basarın hilafına, masdardır. İşittiren ferddir.

mete kadar gelecek olan bütün kâfirlerin, hususiyle de onların elebaşlarının kalb, sem’ ve basarlarının değişmeyen âdet-i İlâhi­ ye çerçevesinde mühürleneceğini anlamak da mümkündür.
Yine Bediüzzaman Hazretleri, 2ıl p  ifadesinde lafzatullahın mütekellim zamiri yerine sarih olarak zikredilmesiyle alâ­ kalı şöyle bir nükte zikretmektedir:

Cemaatin işittikleri, ferddir. İşiten ferd, ferd olur. Bunun için müfred olarak iki c e m ’in arasına düşmüştür. ”259 Yani vahyi işit­ tiren Allah (celle celâluhu) tek, O ’ ndan işitip cemaate işittiren peygamber de tek olduğu gibi, onu işiten, dinleyen fertler, ha­ kiki fert olma liyakatini kesb eder ve herkes teker teker kendi­ ne göre işitir. Aynı zamanda burada irşadda insanların teker teker ele alınması gerektiğine de bir telmih var gibidir. Kalb ve

: Zamir-i mütekellimin yerine ism-i zahirin gelmesi, te­ kellümden gaybete iltifattır. Ve bu iltifatta latif bir nükte var­

gözlerin durumuna gelince, bunlar telakkiler adedince değişe­ bilir. Kalbin serâdan süreyyâya (yerden göğe) kadar delillere

dır. Şöyle ki: j j L J i y ’den sonra û l mukadder ve m envî (mak-

mahall-i vürûd olması, basarın serâdan süreyyâya delilleri mü-

sud) olduğuna nazaran, sanki nur-u marifet onların kalblerinin

şâhede ve değerlendirme yöntemleri yine nâmütenâhidir. Alla-

kapılarına geldiğinde kalblerini açıp kabul etmediklerinden,

hu a’ lem, bunun için âyet-i kerimede kalb ile basar cemi’ , sem’

Allah da gazaba gelerek onların kalblerini hatmetti (mühürle­ di, kapattı).”257

ise müfred olarak gelmiştir.

jjU J ; p j U d î

J i - S)1 p  : Burada
S

pk.fr p ilfr p J j : Âyet-i kerimede p k * P'üfr p p l p yerine p k p piûfr

denilmektedir ki bu ifadeden, onların bu azabı,

çoğul, ç-S-i tekil, jL iîî ise yine çoğul olarak gelmiştir.
258 Bkz.: İbn Arabî. el-Fütûhâtü’I-Mekktyye 3/549; el-Âlûsî. Rûhu'l-meânî 1/396, 6/165.
256 Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.70.
257 Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.77.

14/160.
259 Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtii'l-İ'câz s.78.

B ir İ'câz Hecelemesi

188

tıpkı mal kazanır gibi kendilerinin kazandıkları anlaşılmaktadır.
Yani onlar, tarlalara iyi bir tohum zannıyla zakkum saçmışlar, faydalı bir ürün elde ettik düşüncesiyle de ektiklerini biçip ha­ sat ederek ambara doldurmuşlar; ne var ki ambara doldur­

BAKARA SÛRE-İ ÇELİLESİ

dukları şey daha sonra karşılarına yılan ve çıyan olarak çıkmış.

(8 -1 0 . ÂYETLER)

Sanki onlar kendi lehlerine bir iş yaptıkları zannıyla her zaman çalışmışlar ama hep belâ ekip azap biçmişlerdir. sl;l.İp kelimesine gelince o, yukarıda da izah edildiği gibi,

4* 4 " ^ '

4 4 -^ 4 4 3 1

j -l

m

“tatlı” mânâsına da gelen bir kökten gelmektedir; evet, sanki ijjiir i_£j 4 )1 4 1 JLP

onlara, küfür ve küfrandan lezzet aldıkları hatırlatılarak, işaret tarikiyle, “Tatlı amelinizin acısını çekin!” diye başlarına vurul­ makta, yüzlerine çarpılmaktadır. Yani

“tatlı (su)” kelime­

sinin türediği aynı kökten gelmesi itibarıyla 4 ' ^ kelimesi kul­ lanılarak, “Esasen bu azaba müstehak olanlar, Cennet ehli gi­ bi ahirette İlâhî nimetleri tadacaklardı; fakat onlar, iradelerini suistimal edip kötüye kullandıklarından dolayı, o tatma, azap hâline dönüştü.” şeklinde bir tehvîle (korkutma) gidilmiştir.

^ 1 4 *^3*

‘İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıklan hâlde ‘A l lah’a ve ahiret gününe inandık.’ derler. Onlar (kendi akılla' nnca) güya Allah’ı ve mü’minleri aldatırlar. Hâlbuki onlar sadece kendilerini aldatıyorlar ama bunun farkında değiller.
(Aslında) onların kalblerinde bir hastalık var. Allah da onla­ rın hastalığını artırdıkça artırmakta. Söylemekte olduklan ya' lanlar sebebiyle de onlar için elim bir azap vardır. ”

Ayrıca 4 '- ^ kelimesindeki tenvin, tenkîr için olması itiba­ rıyla tazim ve tehvîle de delâlet etmektedir. Tenkîrin, tazime

Ö nce de temas edildiği gibi, Kur’ân-ı Kerim’de taksime

delâlet etmesi, azabın ihata edilem eyecek kadar büyük oldu ­

tâbi tutulan sınıfların üçüncüsünü, diğer bir yönüyle de, iki

ğuna; tehvîle delâlet etmesi ise, onun tasavvurunun dahi in­

sınıfa ayırdığımız kâfirler gürûhunun ikinci kısmını münafık­

sanı ürpertecek kadar korkunç olduğuna işaret etmektedir.

lar teşkil etmektedir. Onların şahsî hâllerini ve ruhî hayatları­

Tenvinin tenkîr için olması, bazen de anlatılmak istenilen şe­

nı ele alarak ifade edip küfürdeki ilk mübaşeretlerini, Cenab-ı

yin meçhul olduğunu göstermektedir ki bunda, C ehennem

Hakk’ ın, kalblerinde maraz bulunduğu hükmünü vermesinin

azabının dünya azabı cinsinden olm adığı ve dünya azabı ne

tafsilini anlatan münafıklarla alâkalı on üç âyetten bu ilk üç

kadar büyütülürse büyütülsün asla C ehennem azabının bü­

âyet, onların umumi durumlarını bir istiare-i temsiliye sure­

yüklüğünü ifade edem eyeceğine de bir ima vardır.

tinde anlatmaktadır. Diğer âyetler ise, ileride izahı yapılacağı

pJ?* kelimesi ise, tazim ifade eden 4 ' ^ ’deki tenvine açık bir te’kiddir.

şitli tavırlarını, duygu ve düşüncelerini tercüme edip dile ge­

üzere, münafıkların toplum hayatında kavlî, fiilî ve kalbî çe­ tirmektedir. Evet, bu âyetlerde kâfirlerden daha ziyade münafıklar üze­

. j Iap

u

‘4 4 ^

rinde durulmaktadır ki, bunun da başlıca sebepleri maddeler hâlinde şu şekilde sıralanabilir:

190

B ir f'câz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Gelilesi (8-10. Âyetler)

191

1. Yukarıda da ifade edildiği gibi kâfir hakkında Cenab-ı

sellem), münafıkların kâfirlerden daha tehlikeli bulunmaları­

Hakk’ m hükmü belli olup m ü’ minler bu zümreye karşı

na, onlar hakkında pek çok âyet nâzil olmasına, hatta kendisi

uyarıldıktan sonra, tavırları açık ve net olm ayan mü­

de bizzat onları tanımasına rağmen onlara karşı umumi olarak

nafıklara geçilmiştir. Münafıklar, Kur’ ân-ı Kerim’de de

öldürme işine asla teşebbüste bulunmamıştır. Nitekim Hazreti

ifade edildiği gibi, iki taraf arasında gel-git yapmaları260

Ömer’ in (radıyallâhu anh), hususiyle münafıkların elebaşı olan

ve bazen Müslümanlara yaklaşmaları bazen de yan­

Abdullah İbn Übey İbn Selûl’ ün öldürülmesine ve emsali hak­

daşlarıyla beraber olmaları itibarıyla sabit bir çizgileri

kında bir kısım kararlar isdar edilmesine dair taleplerine cevap

olmadığından, bunların umumi ahvâl ve ahlâkını gös­

olarak Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), sahih hadiste

terme adına Kur’ân-ı Kerim gayet veciz bir şekilde ruh

şöyle buyururlar: “ ‘Muhammed, ashabım öldürtüyor.’ dedirt­

portrelerini ortaya koyarak onlar karşısında m ü’ minleri

m ek istemem. ”261 Diğer bir husus da, münafıklar dış görünüş­

dikkatli olmaya çağırmaktadır. Dikkat edilecek olursa

leri itibarıyla Müslüman olduklarından diğer Arap kabilelerini,

küfürle iman arasında pek çok mertebe bulunması ve

onların Müslüman olmayıp kâfir olduklarına ikna etmek müm­

münafığın bu mertebeler arasında sürekli mekik d o ­

kün değildir. Binaenaleyh İslâm’ın bir esası olan “zâhire g ö­

kuması, öyle karışık bir hâlet-i ruhiyenin ifadesidir ki,

re hükmetme” prensibiyle hareket edilerek, münafıkların içleri

bunu bir tabloda bütün hatlarıyla resmetmek çok zor­

dışlarını yalanladığı hâlde zâhirî olarak Müslüman göründük­

dur. Bunların bu oynak ruh hâllerini anlatmak için bel­

lerinden onlara ilişilmemiştir.

ki de bir cilt eser yazmak gerekecektir. Ancak Kur’ ân-ı
Kerim, koca bir cilt eserle anlatılabilecek bu meseleyi

Ayet-i kerimedeki ^ Ü l y> j “İnsanlardan bir kısmı” ifade­

kâfirlere nispeten biraz uzunca olsa da beş-on âyetle

si, münafıkların mahdut sayıda olduklarına işaret etmektedir.

gayet veciz bir şekilde anlatmaktadır.
2. Münafıklardan gelecek şer, kâfirlere nispeten daha giz­ li, dolayısıyla da onlar daha tehlikelidirler.
3. Kıyamete kadar insanlık içinde bu türden, vicdanları te­ fessüh etmiş ve nifaka kilitlenmiş kimseler hem en her zaman bulunacağından, mü’ minlerin bu tür tembih­ lere ihtiyaçlarının olacağı açıktır. İşte bu sebepledir ki âyetler, mü’ minlerin münafıklara karşı uyanık olm ala­ rını tembih için onlara ezelî bir ders vermektedir.

Hatta bazı yorumcular, burada ahd ile anlatılan münafıklann,
Tebük seferinde Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) sui­ kast teşebbüsünde bulunan, Allah Resûlü’nün de Hazreti Huzeyfe’ye isimlerini bildirdiği 14 kişiden ibaret olduğunu söyle­ mişlerdir. Kanaat-i âcizanemce bu ifadeyle umumi mânâda bütün münafıkların anlatılmış olması daha uygun gibi görün­ mektedir. Zira Efendimiz’ in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bildi­ ği ve Hazreti Huzeyfe’ye bildirdiği münafıklar 14 kişi miydi, yoksa daha fazla mıydı, bu konu çok su götürür bir husustur.
Nitekim Cenab-ı Hak, münafıklarla alâkalı bir âyet-i kerimede

Kur’ân-ı Kerim, açıktan açığa mütecaviz ve saldırgan kâ­ firlere karşı cihad etmeyi ve Müslümanlara karşı savaşanla­ rı öldürmeyi emrettiği hâlde, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve
Bkz.: Nisa sûresi, 4/143.

şöyle buyurur:

o.u Jl JÂİ

v ı ^ J\
2 1 Buhârî, tefsîru sûre (63) 5, 7; Müslim, birr 63.
6

lyt f ö y * I M j

^

l_ sı* Bir İ ’câz Hecelemesi

192

193

Bakara Sûre.-i Gelilesi (8-10. Âyetler)

“Çevrenizdeki bedevilerden ve M edine ahalisinden öyle mü­

ülfet ve ünsiyet tesis edebilen İçtimaî bir varlık;

nafıklar vardır ki, onlar nifak işinde fevkalâde mahirdirler. Pek

den geldiği kabul edildiğinde de unutkan bir varlık mânâsına

sinsi hareket ettikleri için Sen onları bilemezsin, ama Biz o n ­

gelmektedir. İkinci mânâda bu varlığa insan denilmesi, ken­

ları p ek iyi biliriz., ve onları çifte cezaya çarpacağız. Sonra da

dini vazife zamanında unutup, mükâfat zamanında hatırlama

azabın daha müthişine itileceklerdir. ”262 Bir başka âyet-i ke­

veya kendisine lütfedilen nimetleri unutma gibi bir nükte ile

kökün­

Jjj “E ğer dileseydik

irtibatlandırılabilir. Bazıları, ^ G l kelimesinin, doğrudan d oğ­

onları Sana tek tek gösterirdik, Sen d e onları alâmetlerinden

ruya bir ism-i cem ’ i olduğunu söylemişlerdir ki müfred, tes-

tanırdın. ”263 buyrulmaktadır.

niye ve cem ’ i yok demektir. ^ G l ’ ın başındaki harf-i tarif de

rimede de, pJfcU-—
;

p edatının ifade ettiği mânâdan hareketle, “E ğer d ilesey­ dik onları Sana gösterirdik, Sen d e onları tanırdın.” ifadesin­

ahd içindir. p d L j 4)L G l J yu j i âyetindeki

malum olduğu

den, Cenab-ı Hakk’m münafıkların hepsini Efendimiz’e (sal-

üzere ism-i mevsûldur. Kur’ ân-ı Kerim, bazen bu türlü kimse­

lallâhu aleyhi ve sellem) bildirmediği ve Nebiler Serveri’ nin de

lere câm id nazarıyla bakmasına rağmen bu âyet-i kerimede

onları tanımadığı anlaşılmaktadır. Evet, Allah Resûlü’ nün mü­

münafıklar, akıl sahibi varlıklar olarak ele alınmıştır.

nafıklardan bildikleri olduğu gibi bilmedikleri de vardı. Her-

J jjb : Bu kelimenin müfred olarak kullanılmasında şöyle

hâlde Cenab-ı Hak, onların en şerlilerini Efendimiz’e bildir­

bir nükte vardır: Teker teker münafıklardan hangisiyle kar-

mişti. Allahu a’lemu bissavâb.

şılaşılsa, tek başlarına oldukları hâlde aynı şeyi ama nevile­

İsterseniz şimdi de müfredatın tahliline geçelim:

ri namına söyleyerek Gsl “Biz iman ettik. ” derler ve aldatma psikolojisi içinde kendi nevini, yani münafıklar gürûhunu tez­

Müfredat Mânâsı (8. Âyet)

kiye lüzumunu duyarlar.

: Dil açısından baktığımızda, m ü’ minler anlatı­

umumiyet ifade eden lafızlardandır ve lafzı itibarıy­

lırken ayrı bir tarz ve üslup, kâfirler anlatılırken değişik bir ifa­

la J yû gibi müfred olmasına karşılık; mânâsının umumiyet

de şekli, münafıklardan söz edilirken ise bam başka bir anla­

ifade etmesi itibarıyla hem G l hem de

M

^

U j’ in işa­

tım söz konusu olmuştur. ret ettiği üzere cem ’e delâlet eder. Yani j.«’ in râci olduğu şey
Malum olduğu üzere j * teb’ iz içindir. ^-G l ise, öUİYl ke­

müfred olabileceği gibi, cem i’ de olabilir. İşte bu itibarladır ki

limesinin alâ gayri’l-kıyas cem ’ idir ve aslı ^-UÎ’tır. jU İI ke­

ip , lafız itibarıyla müfred, mânâ itibarıyla ise umumiyet ifade

limesinin,

eden lafızlardandır.

veya jG i ; kökünden türemiş olduğu söylen­

mektedir. Bu kelime

kökünden olduğu takdirde, herkesle

p d l jj 4 U : Lafz-ı celâle, Zât-ı Vâcibu’l-Vücûd’un
&

262 Tevbe sûresi, 9/101.

ism-i hâssıdır.

263 Muhammed sûresi, 47/30.

rada çji'e nispetle

müzekkerdir, müennesi ise Sj^-Yl’dir. Bu­ olmuştur. 194

Bir İ ’câz Hecelemesi

f ji kelimesi, hem gün hem de gündüz için kullanılabilen

195

Baltam Sûre-i Çelilesi (8-10. Âyetler)

nifak ve şikakı idare eden pek çok kimse varmış. Efendimiz

bir isimdir. Bazen “gündüz” , bazen de “gece ve gündüzden

(sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine-i Münevvere’yi teşrif bu­

müteşekkil bir gün” mânâsına gelir. Ona izafe edilen hususun

yurunca bir kısım Yahudilerin bütün ümniye ve kuruntula­

bir günü veya bir gündüzü kapsaması durumunda günün ya

rı boşa çıkmış ve Medine yoluyla Arap yarımadasında hâki­

da gündüzün tamamını ifade edeceği gibi, aksi durumda ise

miyetlerini devam ettirmeyi düşlerken, kendi içlerinden çık­

o günün ya da gündüzün bir bölümünü ifade eder. Mesela

masını bekledikleri hâlde Kureyş’ten çıkan bu sürpriz Pey­

l

gamber, onların kuruntu ve plânlarını altüst etmişti. Bunun

“ Bi r gün oruç tuttum.” diyen bir insan, sabahtan

akşama kadar oruç tuttuğunu ifade etmiş olur. Am a fjd l c J s\

üzerine büyük bir sarsıntı geçiren bu kimselerin içinde çok inatçı bir gürûh teşekkül etmişti ki, âyet-i kerimedeki teb’ iz

\j&- “ Ben bugün ekmek yedim .” diyen insan, gün b oyu ek­ mek yediğini değil, o günün belli bir bölüm ünde bu işi yaptı­ ğını anlatmaktadır.

ifade eden ^ ile, umumi mânâda sarsıntı geçiren bu topluluk içinde sağa sola gidip yalpa yapan, bir türlü yörüngesini bu­

kelimesi, mutlak olarak “vakit” mânâ­

lamamış azınlığı teşkil eden bu münafık gürûh kastedilmek­

I p d L j ifadesindeki “ İlâhî gün” , dünya

tedir. Karşılaştıkları kimselere yalan söyleyip “Biz Allah’ a

karşılığında sürüp giden upuzun bir zaman mânâsına gelen

iman ettik.” diyenler de işte bu azınlığı teşkil eden kimseler­

nispî ve izâfî bir gündür.

dir. Onlar, m ü’ minlerle karşılaştıklarında

sına da kullanılır.

Uj : Buradaki U, nefy (olumsuzluk) ifade eder.
^ j l / d e k i zaid ^ ise -d a h a doğrusu bâussıla- nefy mânâsını te’kid ettiği gibi, fiil cümlesi yerine isim cümlesinin tercih edil­

diyorlardı ki, as­

lında burada küçük bir telmih vardı. Şöyle ki lİsİ’nm mâzi sigasıyla ifade edilmesinden anlaşılan, Kur’ân’ m işaret ettiği bu azınlık gürûh, bu yeni dine (İslâm’ a) bid’at nazarıyla bakıyor

mesi ise istiğraka delâlet eder ve o zaman mânâ “ Haddi za­

ve içlerinden şöyle diyorlardı: “ Biz çok önceden iman etmiş­

tında onlar hiç inanmıyorlar, asla inanmazlar.” şeklinde olur.

tik, şimdi yeniden iman edecek hâlimiz yok.” Bunu derken de Nebiler Serveri’ ni (sallallâhu aleyhi ve sellem) hafife al­

Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri (8. Âyet)
Şimdi de, bu âyetin üzerinde dil nükteleri açısından kısa­ ca durmaya çalışalım: p-* ^ j

ma ve reddi işmam eden bir üslupla söylüyor ve

41I Esi
İ

“Biz Allah’a ve ahiret gününe (zaten) inanmıştık.” di­ yorlar; ancak bunun yanında Kitab’a inandıklarını da özellik­ le söylemiyorlardı. Zira onlar, Kitab’ a inandıklarını söyleseler

pdbj

CrîJ

ya Tevrat’ ı ya da İncil’ i kastedeceklerdi. Fakat hem Tevrat hem de İncil, âhir zamanda gelecek Son Peygamber’ i müj­

“Öyle insanlar vardır ki, ‘Allah’a ve ahiret gününe inan­ dık. ’ derler; ama onlar iman etmemişlerdir. ”
Buradaki

ja ,

teb’ iz için olup insanlardan belli bir güruha

delâlet etmektedir. Bundan da anlaşılmaktadır ki, o dönem de

deliyor ve O ’nun vasıflarından bahsediyordu. Binaenaleyh
Tevrat veya İncil’e inandıklarını söylediklerinde Kur’ân’a da inanmak zorunda kalacaklardı. Hâlbuki onlar, Efendimiz’e
(sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Kur’ân’a inanmıyorlardı.

196

Bahara Sure t Çelilesi (8-10. Ayetler)

Bir İ'caz / 1mdemesi

dünyaya gelmişken, iradelerini kötüye kullanmaları ve ken­

Yukarıda da ifade edildiği gibi, fiil cümlesi yerine isim cümlesinin tercihi ve

dilerini imanın diriltici iklimine taşıyacak istidat ve kabiliyet­

kelimesindeki nefyi te’kid eden

lerini köreltmeleri neticesinde

harf-i cemi, cümleye çepeçevre onları kuşatacak bir mânâ kazandırmıştır. Yani:

197

niz katılaştı.”264 veya p&Js

p* Uj “Hiç iman etmiş değil­

p “Sonra kalbleriJJ>s\ p p s- JÜJ “ (Kitab’ı ta­

nımalarının üzerinden kendilerince) uzun zaman geçmesi se ­

lerdir. ” âyeti hem dünlerini hem de bugünlerini gözler ön ü ­ ne sererek onların genel durumlarını resmetmektedir. Şöyle

bebiyle, onlarda ülfet ve kanıksama meydana gelmiş, netice­

ki, onlar adına geçmişe doğru bir yolculuk yapılıverse, ulü’ l-

de kalbleri katılaşmıştı. ”265 âyetlerinde ifade edildiği gibi inkâr

azm bir peygamber olan Hazreti Musa’ya (aleyhisselâm) da o

edalı ikinci bir fıtrat kazanmışlardı. Evet onlar, imana açık o

devrin münafıklarının asla inanmadıkları görülecektir. Onlar,

ilk fıtratlarını değiştirip kabiliyetlerini kaybetmiş ve kaskatı ke-

Hazreti Musa’ nın vefatından sonra bir kabile dinine inanmış

silerek âdeta birer taş hâline gelmişlerdi ki,

olma darlığı içinde onun dinine sahip çıkmışlar; fakat bu mü­

i f l î l i l jî

nafık gürûh, daha sonra Hazreti Mesih zuhur edince onu da

tık onlar taş gibi, hatta ondan da katıl”266 âyet-i kerimesi de iş­

inkâr etmişlerdir. Bu itibarla da münafıkların &l demeleri as­

te bu hakikate işaret etmektedir.

lında koca bir yalandan ibarettir. Zira onlar tarihin hiçbir d ö ­

p

Yukarıdaki izahlardan da anlaşılacağı üzere münafıklar,

neminde hakiki olarak iman etmemişlerdi/etmeyeceklerdi de.
Ayrıca bunlar,

p& pî

iilJi jJ “Sonra kalbleriniz katılaştı, ar­ u kâfirlerle beraber olup onlarla beraber hareket etmenin yanın­

p d b j *İ)l &! şeklinde ifade ettikleri

da, bazen de mü’ minlerle birlikte Allah’ ın nezd-i ulûhiyetinde,

gibi sadece Allah’ a ve ahiret gününe gerçekten iman etmiş

nübüvvetin himaye kanatları altında ve Kur’ân’ın saçtığı nur

olsalar da yine de bu, kâmil mânâda bir iman sayılmazdı; zira

ikliminde görünmektedirler ki, böylesi karma karışık bir ruh

iman, bütün esaslarıyla bir bütündür ve ancak onu m eyda­

hâletine sahip olmaları itibarıyla Kur’ ân-ı Kerim onları mü­

na getirecek rükünlerin varlığıyla gerçekleşebilir. Onun için­

meyyiz vasıflarıyla tanıtacak kesin bir tarif yapmamış ve ne

dir ki, “Sadece Allah’ a ve ahiret gününe inandım.” diyen bir

mü’minler ne de kâfirler için kullanılan tabirlerle değil de,

insan hakiki mü’ min sayılmaz.

mü’ min-kâfir bütün insanların ortak bir paydası olan “insan ol­

Dil açısından âyet-i kerimedeki nüktelere gelince; Kur’ân-ı

ma” vasfını kullanarak ^-01

Kerim, daha önceki âyetlerde mü’ minleri Allah’a iman etme­

beyanıyla resmetmiştir.

Ayrıca ^ Ü l kelimesinde şu tür nüktelerin mevcudiyeti de

leri, emn ü eman içinde olmaları, emniyet telkin etmeleri,

söz konusudur:

vefakâr olmaları gibi mümeyyiz vasıflarla; kâfirleri ise inzar ve adem-i inzarın yani uyarılmanın ve uyarılmamanın hak­

;

larında müsavi olması, kalblerindeki bütün istidat ve kabili­

|

“Onların yaptığı bu akıl almaz ve insanlık dışı işler bir in-

yetleri köreltip ruhlarındaki inkişaf istidadını öldürmüş olm a­

|
}

san tarafından nasıl irtikâp edilir!” gibi bir hayreti ifade
..........

ları ve böylece inkâr eksenli ikinci bir fıtrat kazanmaları gibi

|

1. Esasen münafıklar da insandırlar. Ama Kur’ân-ı Kerim,

2M Bakara sûresi. 2/74.

mümeyyiz vasıflarıyla ele almaktadır. Zira kâfirler de her in­

2 İ Hadı'd sûresi, 57/16.
W

san gibi, yaratılış itibarıyla hakka açık bir fıtrata sahip olarak

'I h Bakara sûresi, 2/74. h 198

Bir İ ’câz Hecelemesi

B akara Sûre-i Çelilesi (8-10. Âyetler)

199

etmesi bakımından doğrudan doğruya onları İnsanî uf­

etmediklerini söylem eye cesaretlerinin olmadığı anlaşılmak­

ka yönlendirme imasında bulunmaktadır; çünkü bir in­

tadır. Ne var ki Kur’ân bize onların sözlerini naklederken ya

san bu şekilde nifaka düşmemelidir; zira nifaka düşen

aynen iktibas ederek ya da onların maksatlarını, duygu ve

birinin insaniyeti sorgulanır hâle gelmiş demektir.

düşüncelerini, içten konuşmalarını veya değişik kurgularını,

2. Kur’ân-ı Kerim, ayıp ve kusurlarının açığa çıkmaması,

Kur’ân’ ın kendine ait ulvî kalıpları içinde formüle ederek inti­

aradaki perdenin yırtılmaması ve yaptıkları bu insanlık

kal ettirmektedir. Binaenaleyh y ' i I p d L j

dışı işleri artık çok rahatlıkla yapar hâle gelmemeleri için

si, o günkü münafıkların söyledikleri sözün bize intikal etmiş bir

münafıkların bu hâllerini setretmekte ve onları ^ 0 1 ( y j

iktibasından ibarettir. Allah (celle celâluhu) onların söyledik­

ifadesiyle sadece “insan” olarak ele almaktadır.

leri sözleri bize naklederken hem onların hissiyatlarına hem de

3. Bundan başka ^ E ll y j ifadesiyle Kur’ ân-ı Kerim, in­ sanlar içinde m ü’minler ve kâfirler olduğu gibi m ü­ nafıkların da bulunacağına; münafıkların m ü’ minlerin maddî güç ve hâkimiyetleri karşısında İslâm’ ın zâhirini kabul etmiş gibi gözüktükleri hâlde iç dünyalarında sü­

Esi J y . y ifade­

duygu, düşünce ve inançlarına tercüman olarak nakletmekte­ dir. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk’ ın onların sözüne bir ilave ve­ ya kısaltmada bulunduğunu söylemek doğru değildir. Öyleyse yukarıda da ifade edildiği gibi, onların Esi demeleri bir “lâf-ı güzaf” tan ibarettir ve ona kafiyen “ iman” denilemez.

rekli küfürle içli-dışlı olduklarına ve yeryüzünde insan

^>-^1 p d L j 4İ)L Esi ifadesinde şöyle bir nüktenin mevcu­

kaldığı m üddetçe daima böyle bir münafık gürûhunun

diyeti de söz konusu olabilir: Allah’ a ve ahirete iman, bü­

da bulunacağına dair bir telmihte bulunmaktadır.

tün semavî dinlerin üzerinde ittifak ettikleri iki önemli esastır.

Kur’ân-ı Kerim,

p d L j 4& Esi J j2> y ibaresinde evve­
L

Âyet-i kerimede münafıkların y )!I p d U j 4İL Esi “Allah’a ve

la münafıkların “İman ettik. ” sözlerinin b oş bir ifade oldu ğu ­

ahiret gününe iman ettik. ” demeleri her şeyi bu iki esasa bağ­

nu beyan buyurmakta, onların bu sözlerinin iman olmadığını

lı götüren diğer din mensuplarına mümâşat adına bir tavır da

vurgulama sadedinde: “Onlar ‘İman ettik.’ d erler.” diyerek

olabilir; zira bu iki rükün inkâr edildiği zaman hiçbir anlayışa

%T

*

^

y

bunun, Lfblî ' y iüS l£l * 1 “Hayır, hayır! Bu onun söylediği
>5
mânâsız bir sözdür. ”267 âyetinin de ifade ettiği gibi hakikatten uzak bir söz olduğunu belirtmektedir. Evet münafıkların Esi

göre imanla alâkaları kalmayacak ve yalnızlaştırılacaklardır.
Evet, daha sonraki âyette de görüleceği gibi münafıklar, kesin bir kanaat sahibi olmadıkları ve daima şüphe ve tered­ ç jd b j 41L Esi
İ

“Biz iman ettik.” demeleri sadece bir “lâf-ı güzaf” , bir b oş

düt anaforunda savrulup durdukları hâlde,

sözden ibarettir ve kafiyen imanın ifadesi olarak içten gelen

sözünü bütün din sahiplerini karşılarına almama üslubuyla

bir söz değildir.

söylemiş gibidirler. Ayrıca bu sözün altında hem Efendimiz’e

Aynı âyet-i kerimede ayrıca şöyle bir nüktenin var oldu­ ğu da söylenebilir: ilil Jyu y
26 Mü'minûn sûresi, 23/100.
7

ifadesinden, münafıkların iman

(sallallâhu aleyhi ve sellem) hem de Kur’ân-ı Kerim’e kar­ şı sinsi bir tavrın bulunduğu da açıktır. Evet, münafıklar bu sözleriyle, iman ettiklerini söyledikleri esaslar arasında Allah
Resûlü’ nü ve Kur’ ân-ı Kerim’ i kasten zikretmemişlerdir.

200

Bir İ ’câz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Çelilesi (8-10. Âyetler)

201

Burada münafıkların, tereddütlerini imaya delâlet ed e­

doğruya kendi inançlarının, kalbî yapılarının gereği ve tesirin­

cek bir kelime seçip onunla kendilerini anlatmaları gerekir­

de kaldıkları hâlet-i ruhiyenin sonucudur ve Zât-ı Ulûhiyet’e

ken &l “Biz iman ettik. ” diyerek mâzi sigasıyla anlatmalarına

karşı kafiyen söz konusu değildir. Evet onlar, bununla sade­

ve âdeta “Artık şimdi bize iman lazım değil.” şeklindeki üs­

ce kendi duygu ve düşüncelerini ifade etmiş olurlar. Yani gü­

luplarına karşılık Kur’ân-ı Kerim,

neşi balçıkla sıvadıklarını zannederler.

Lsj ifadesiyle, on ­

“ Hud’a” kelimesinin mânâsı, zâhirde ıslahçı, selâmet-saa-

ların ne geçmişte ne de şimdi iman etmiş olmadıklarını ve ilil

det taraftarı görünmekle beraber içinde fısk u fücûr, başkaları­

p d L j diL sözlerinin de hakiki iman için yeterli bulunma­

na zarar verme ve siyasî mânâsıyla, kendi haince stratejileriyle

dığını bildirmektedir.

başkalarının nizam ve ahenklerini altüst etmeyi plânlama de­ mektir. Beyzâvî’nin beyanına göre, farenin avcıya karşı korun­ mak için iki delik açmasına, girdiği delikte avcı onu çıkacak di­

Müfredat Mânâsı (9. Ayet)

ye beklerken, onun öbür delikten çıkmasına muhâdaa denir.268

Münafıklarla alâkalı ikinci âyette ise şöyle buyrulmaktadır: l a j ^ g« ,a 1
Ç 1

(j

LJ IL a o j t

Evet onun girdiği delik başka, çıktığı delik başkadır. İşte müna­ fıklar, ifade tarzında tasvir edilen bu muhâdaayı -h â şâ - Allah’a

< )I Ü ^Pilisi
Ü

karşı yapmaya kalkışıyorlar.
“Onlar, akılları sıra Allah’ı ve iman edenleri aldatmayı ku­ a»l j c ü m l e s i n d e , İlâhî isimlerden herhangi biri de­

rarlar. Aslında kendilerinden başkasını aldatamazlar ama bu­

ğil de bizzat doğrudan doğruya Zât’ ın ismi olan lafz-ı celâ-

nun farkında değillerdir. ”

lenin 4İI kullanılması, bunların küstahlıklarının boyutunu gös­

Şöyle ki, onlar takıyye ve hud’a (aldatma, hile) yapmak

termesi açısından gayet mânidardır. Yüceler Yücesi Zât hak­

suretiyle Allah’a ve m ü’ minlere karşı muhâdaa (aldatmaya

kında hiçbir kitap bu denli küstahlığa kapı aralamadığı hâlde

çalışma) suretiyle harp ilan etmeye kalkışıyorlar. Hâlbuki o n ­ lar sadece nefislerine hud’a yapıyor ve böylelikle kendi ken-

j

dilerini aldatmış, nefislerine zarar vermiş oluyorlar da bunu,

I

ilk anlayış ve kavrayış merhalesi sayılan şuurlarıyla dahi se-

onlar su-i edepte böylesine ileri giderek -h â ş â - Allah’a mu-

|

I jI
J

“Aynı zamanda onlar iman edenlere de mu­

hâdaa yapıyorlar. ” Buradaki ifadeden de, aynı zamanda on­

zemiyorlar. jy o U d kelimesi

hâdaaya kalkışacak kadar küstahlaşmalardır.

ların bir şaşkınlık içinde oldukları anlaşılmaktadır. Hâşâ, Al­

sülâsi fiilinin müfâale babından mu-

lah’a muhâdaa insanın kendi başına vurduğu bir taş gibidir;

zârisidir. Bu bab bazen tek taraflı kullanılsa da çoğunlukla iki taraf arasında müşâreket içindir, yani karşılıklı yapılan işler için kullanılır. Her ne kadar ilk bakışta insanın aklına “ İnsan nasıl Allah’ ı -h â ş â - aldatmaya kalkışabilir?” şeklinde bir s o ­ ru gelse de, durum tetkik edilince meselenin mahiyeti anla­ şılır. Şöyle ki, Allah’a karşı yapılan bu muhâdaa, doğrudan

j

mânâsız olduğu ve sonuçsuz kalacağı açıktır. Cenab-ı Hakk’a dayanan inananlara karşı muhâdaa yapmak da geriye tepe­ cek boş bir atıştır. Bu ifade, Kur’ân-ı Kerim’de pek çok yer­ de tekrar edilen, mü’minlere karşı yapılacak muhâdaalarm m Bkz.: el-Beyzâvî, Envâru't-tenzil ue esrâru’t-te’vîl 1/162,163.

202_________________________________________ ___ Bir İ'câz Hecelemesi

geriye tepeceğinin de özeti gibidir. Zira, her şeyden evvel

Bakam Sûre-i Gelilesi (8-10. Âyetler)

203

Ayrıca nefis kelimesi, kalb ve ruh mânâlarına da gel­

mü’ minler, Allah’a iman edip O 'n a dayanmışlardır ve onlara

mektedir. Şeriat ıstılahında ise nefis; insanın gazap, şeh­

karşı yapılacak hile ve hud’ anın boşa çıkacağı açıktır.

vet gibi kuvvelerine, hayvani arzularına esas teşkil eden

Aslında burada münafıkların iki küstahlığı söz konusudur:

temel unsurdur. O, saflaştığı zaman insana hizmetçi hâ­

Biri, akıl ve mantıkla izah edilem eyecek bir tavırla Zât-ı Va-

line gelebildiği gibi, saflaşacağı âna kadar da insanın

cibü’ l-Vücud’ a karşı; bir diğeri ise, onların sırlarını ve iç dün­

mücadele aşk ve şevkinin zembereği vazifesini görmek­

yalarını m ü’ minlere izhar eden Allah’ a inanmış ve dayanmış

tedir. Onun için, insanı sürekli fenalıklara yönlendirene

m ü’minlere karşı muhâdaa. Öyle ise bu yaptıklarıyla sadece kendilerini rezil etmiş ve oynadıkları bütün oyunları da kendi

Evet, hud’a yapılam ayacak birine karşı hud’aya kalkışj U

ama yaptığı olumsuzluklardan rahatsızlık duyana nefs-i levvâme; ötelere açık, ilhamla müeyyed olana nefs-i

aleyhlerine çevirmiş olmaktadırlar.

makla

nefs-i emmâre; bir ileri bir geri değişimler arenasında

mülheme; sıçrayıp tam itminana ulaşıp huzur solukla­ maya durana nefs-i mutmainne; onun Hak’tan razı ol­

j “K endi nefislerine h ud ’a yapmış

duğu hâline râdıye ve nihayet Hakk’ m da kendinden

oluyorlar.” Onların bu hâli, gündüz gözü gözlerini kapatan

razı olduğu ufka mardiyye; derken zılliyet plânında en­

kimsenin hâline benzer. Gözlerini kapayan böyle biri sadece

biya ufkunun vârid ve mevhibelerine açık ve her şeyi

kendi gündüzünü gece yapmıştır. G üneş bütün ihtişamıyla

‘min haysü hüve hüve’ temaşa eden nefse de zâkiye ve­

mevcudiyetini herkese hissettirse de j U

ya sâfiye denmektedir.

j

“ Onlar farkın­

2. Şuur: Şuur, ilk hissediş ve duyuşun ifadesi olarak yo-

da değillerdir. ”
Burada ilim, akıl, vicdan, tefekkür gibi kelimelerin yerine j k e l i m e s i y l e ilk kavrayış dem ek olan şuur vurgusu fev­ kalâde önemlidir. Yani onların yaptıkları akla, zihne gitme­ den ilk kavrayışla dahi anlaşılacak kadar basit bir meseledir ama gel gör ki bunu dahi anlamamaktalar. Merhum Âlûsî ve
Allâme Elmalık Hamdi Yazır gibi müfessirler, eserlerinde n e­ fis, şuur, akıl, fikir kelimelerini hem felsefî hem de psikoloji­ deki yerleriyle genişçe izah etmişlerdir. Arzu eden onlara b a ­ kabilir. Ben şimdilik bu konunun hak ettiği engince izahı o n ­ ların eserlerine bırakarak meseleyi icmalen ele almada fayda mülâhaza ediyorum:

henüz akıl ve muhakem e merhalesine geçilmeden ön ­ ce ilk mertebedir. Binaenaleyh şuurla elde edilen ilim, ilmin en zayıfıdır. Evet, eşya ve hâdiselerle temasta duyulan ilk his, insana bir ilk şuur intibaını vermekte­ dir. Fakat bu intihaya şuur denebilmesi için hâricî bir tesirin olması gerekmektedir. Zira hâricî bir tesir olma­ dığı takdirde bu bir his olmadan öteye geçemez. Aynı zamanda, hissedilebilen şeylerin, hariçten hissedilebilmesine de şuur denilmektedir. Mesela hararet, soğuk­ luk, şua ve kokuyu hissetmeyi ifade etmek için hep şu­ ur kelimesi kullanılmaktadır.

1 . Nefis: Nefis, insanın özüne, kendisine denir. Nitekim,

Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen

rumlanagelmiştir. O , bir meselenin bilinmesi adına,

Şuurun âni ve hâli intibaları vardır. Bu şuna benzer:

\J£\ ifadesinde­

Bir projeksiyonla biz birbirine bağlı kareler müşâhede

ki vecihlerden biri “Kendinizi öldürün.” şeklindedir.

ederiz. Sıra ile nazarımıza arz edilen bu şeylerde,

_ Bir İ'c/ız Hecelemesi

Bakara Sûre-i Çelilesi (8-10. Ayetler)

_205

parça parça kareler birer birer bizim nazarımıza akse­

Şöyle ki, insan her an, gözü ile bir şey görür, kulağıy­

der. Teker teker bir sinema şeridindeki lemhalardan

la bir şey duyar., ve dış ihsaslarıyla algıladığı şeyler de

herhangi birinin diğerleriyle münasebetini düşünm e­

olur; bunların hepsi zâhirîdir. Kalbin hissi ise daha ziya­

ye yani bu münferit hissedişte tek tabloyu m üşâhede

de bir hiss-i bâtındır. Hariçten gelen şeylerden mütees­

ediş ve bundan hâsıl olan intibaımıza da şuur diyoruz.

sir olsa da, çok defa daha ziyade nereden geldiğini, na­

Bunu,

sıl olduğunu bilemediği ledünnî bir tesirin var olduğunu

U j sözünü ve diğer kelimelerle arasın­

daki farkı anlamak için hatırlamada fayda var.

duyar. Bazen bu tür sübjektif duyuşlar sekr, istiğrak, ka­

3. Vicdan: Metâlib ve M ezâhib’de de temas edildiği gi­

lak ve heyman hâllerinde ortaya çıkar. Bazen de bizim

bi hâricî intibalarla bir şeyler hissedip şuur dediğimiz

bu dış duyularımıza (havâss-ı hamsemize) geljp ilişen

şeye mukabil, bir de hariçten kat-ı alâka ile doğru ­

resimler (eşbah) olur ki yukarıda da işaret edildiği gi­

dan doğruya nefsin kendinde bir şuur vardır ki, buna

bi teker teker bunların her birerlerini diğerleriyle müna­

kendi kendini bilmek mânâsına vicdan diyoruz. Bina­

sebetlerinden kopuk ve ayrı ayn olarak ele almaya şuur

enaleyh şuur bir hâricî his olmasına rağmen, vicdan

denmektedir. Bu türlü kopuk kopuk idrâkin de hâfıza-

hâricî his yönü düşünülse de tam amen bir iç duyuştur.

ya intikali söz konusudur ama bunlar kopuk kopuk bi­

Bu duyuş sıcaklık, soğukluk gibi hâricî bir ihsasla şuu­

rer idrâktirler. Meselenin içine akılla, tefekkürle girilme­

run hâsıl olmasına lüzum kalmadan doğrudan doğru ­

diği zaman işte bu parça parça şuurlar projeksiyondaki

ya, kendi kendine bir şey hissedilmesidir ki, Bergson

bir resme im’ an-ı nazar etme gibi, onun dışına çıkma­

ve Pascal gibi 20. asrın büyük filozofları daha ziyade vicdanın bu tür duyuşlarına ön em atfetmişlerdir. Ne

yan idrâkler olarak kalırlar. Esasen şuur böyle bir şeye hasr-ı nazar edip kalmaz da; nazarını ondan alır, öbürü­

var ki bunlar, entüisyon (intuition), hads veya sezi d e ­

ne bakar. Fakat bu iki şey arasında münasebeti kuran,

dikleri hususları, inanmanın en önem li unsuru kabul

bir üçüncü hükme varan -ki esas hüküm de odur, o şu­

ederek, âfâkî delillerle Kur’ân-ı Kerim gibi İlâhî kitap­

ur değil- akıl veya ilimdir.

lara ve nebilerin beyanlarına bir bakıma kulak tıka­

İnsanın göz kırpışları, bakışları, kavrayışları şuurla başlar.

mışlardır. Bu konudaki yanlışlık, vicdan ve on a ait bir

Akıl, bu şuurun taalluk sahasının ötesindedir. O, şuurun orta­

kısım sezileri iman adına kâfi sebep saymalarındadır.

ya koyduğu levhaların özünü alır, tahlil ve terkiplerle bir kısım

Yoksa haddi zatında bu da diğer yol ve yöntemlerin

istidlâllere varır ve neticesinde bunlardan hareketle bir kısım

yanında önemli bir rükün mahiyetindedir. Bundan

lazımlara, melzumlara gider. Mesaia, sırtımıza gelip çarpan ve

anlaşılan şudur; şuur nasıl hâricî ihsaslar karşısında

bizi ısıtan hararetin, behemahâl arkamızda bir hararet var ol­

bir duyuş, bir hissediştir; öyle de, vicdan dahi hariç­

duğu hissini uyarması bir şuurdur. Gözümüze gelip çarpan bir

ten kat-ı nazar nefsin kendi içinde bir hissedişi ve du­

şuam, karşıda bir şuam olduğu hissini bizde uyarması bir şu­

yuşudur. Öyle ise bir bakıma vicdan, nefsin kendini

urdur. Ama bu şuurun ötesinde onun özünü alan göze bir şua

bilmesi veya kendi varlığını anlaması demektir. Sözün

çarptı, göz merceğinden içeri girdi, resimlendirmeler içeride

hulâsası, şuurun şuuru vicdandır.

yapıldı, fikre tembihte bulunuldu, beyin fakülteleri çalıştı ve

206_____________________________________________ Bir İ'cnz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Gelilesi (8-10. Âyetler) _____________________________207

biz resimleri, ışık dalgalarını, hüzmelerini gördük. İşte bütün

sermayesi olarak gelen değişik şe’ n ve hususlar zaman aşımı

bunları yapacak olan ise akıldır. Şuurun resimlendirdiği şey­

veya onun üzerinden daha müessir şok hâdiselerin gelip geç­

lerden öz olarak aldığı, tahlil ve terkipler yaptığı ve sonra bun­

mesi ya da şuurda derin bir çizgi bırakmaması gibi hâllerle,

larla istidlaller yaparak, bir kısım lazım ve melzumlar arasın­

gayr-ı m eş’ur (şuurun duyup hissedemediği) hâle gelir. Ancak

da gelip giderek kurduğu bazı bağlar da vardır ki, bu saha ta­

hiçbir zaman bütün bütün kaybolmazlar. Yani bunlar bir şu­

mamen aklın sahasıdır. “Işık göze nereden geliyor? G üneş’ten

uraltı müktesebat hâline gelir. Biz bunların bazılarını ne teak-

gelen şua bize nasıl ulaşıyor? Dalgalar hâlinde gelen şuaların keyfiyeti nasıldır? Farklı dalga boyları hâlinde gelen bu şualar göze nasıl giriyor? G öz merceğinin massetme (algılama) keyfi­ yeti nasıldır? İmtisas durumu nasıl oluyor? Burada bir ihtisas, bir ihsas vardır; bunların keyfiyeti neden ibarettir?” gibi husus­ ları biz aklın sahası olarak kabul ediyoruz.
Avam ifadesiyle meseleyi ele alacak olursak şuur, bir kı­ sım malumat, mahsüsât kırıntıları ortaya dökm esine karşılık, akıl, bu kırıntıları bir araya getirmek suretiyle terkipler yapıyor ve bunları yeniden çözm ek, tahliller yapm ak suretiyle yeni mânâlara ve mülâhazalara ulaşıyor. Aklın tarifi m evzuunda o kadar çok söz söylenmiştir ki, her hâlde şuurun verâsmda, ö y ­ lesine hâkim bir sahaya hâkimiyeti içerisinde aklın ele alınma­ sı belki lazımıyla, melzumuyla tariflerin en makûlü olur zan­ nediyorum. Demek oluyor ki, akıl esasen, şuurun nispetlerini değerlendirmekle işe başlıyor. Şöyle ki, sperm ve yumurta bir araya geldiği zaman şuur, aşılanma oldu diyor. Akıl böyle bir aşılanmada spermin vazifelerini, yumurtanın vazifelerini araş­ tırıyor; şuurun işi bıraktığı yerde, akıl alıyor o vazifeyi üzerine ve bir kısım terkiplerle yeni yeni neticelere ulaşmaya çalışıyor.
Diğer bir yaklaşımla şuur, insanın “b en ” veya “ e g o ” da denen nefsine uğrar; benlikte gelip geçici hüviyette bir çiz­ gi bırakır. Onun bıraktığı bu çizgiler bir bakıma, artık şuu­ run alanı dışına çıkmıştır. Bellek de dedikleri “ hıfz” da bun­ lar birer birer kaydedilir. Biz bu ameliyeyi yapan fakülteye
“kuvve-i hâfıza” diyoruz. Şuurun her lemhası nefse uğradık­ tan sonra, kuvve-i hâfızada muhafaza edilir. Bu hıfz esasen zihnî bir kuvvetin eseridir. Bazen de şuurun lemhaları, aklın

kul ne tezekkür ne tefekkür ne de tahattur edebiliriz. Ne var ki, hayatımızda onların benzeri lemhalarla karşı karşıya gel­ diğimizde, öyle bir hâdiseyi hatırlamasak da, şuuraltı mükte­ sebat bütün vuzuhuyla ortaya çıkar.
Mesela siz, küçüklüğünüzde bir araba gürültüsünü mütea­ kip bir belaya maruz kalmış ve sonra böyle bir hâdisenin vuku bulduğunu unutmuş olabilirsiniz; ancak her ne zaman böyle bir gürültü tarrakasını duyuverseniz aynı ürperti, aynı haşyet, aynı korku ile tir tir titremeye başlarsınız. Bu, oradaki şuural­ tı çizgilerin insan ruhunda tesir icra etmesinin bir sonucudur.
Bazen de bir kısım çağrışımlarla bu tür şuuraltılar ortaya çıkar ve biz bunlara tezekkür ve tahattur deriz. Yani “Unutmuştum hatırladım, birden tezekkür ettim.” deriz. Aslında bizim ha­ yatımız hep bu türden şuuraltı ve şuurüstülerle doludur. Bu şuuraltı ve şuurüstü meselelerle insanın çağrışımlarını bulup, şuurunun içine girmek mümkündür. Psikiyatride ve Freud’un her zaman değişebilen nazariyeleri içinde belki değişmeyen bir mesele varsa, o da işte bu meseledir. Evet, onun iddiaları içinde de doğru olan hususlar vardır; doğru olmayan, onun her dediğini doğru sanmaktır.
Demek ki insan daima akıl ve şuurla beraber bir seyr u sü­ lük içinde olmalı ve akıl, şuurun refakatinde böyle bir seyri gerçekleştirmelidir. Evet, şuur, bir kısım lemhalar ve levhalar sun­ masına mukabil akıl bu levhalar ve bu lemhalarda hep fark­ lı hakikatlere intikal etmektedir. İşte aklın, şuurun refakatinde seyrettiği bu ameliyeye biz ilim diyoruz. İnsanın havâss-ı hamse-i zahiresi (beş duyu), değişik yollarla aldığı şeyleri şuurun

208

B ir İ'câz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Gelilesi (8-10. Âyetler) --------------------------------------------209

imbiğinden geçirip aklın takdirine sunmaktadır. Akıl, kendisi­

ihtisas, hariçten kat-ı nazar kendi içinde v e hiçbir şeye dayan­

ne sunulan mahsüsatm özünü alır, süzer, değerlendirir onu bir

madan ruhta duyulan bir şeydir ki, işin bu cephesi tamamen

ad ve unvanla ortaya koyar. Ne var ki, şuurun avladığı ve aklın

vicdana aittir. Öbür cephesi ise akla malzeme sunan şuurla

da değişik imbiklerden geçirdiği her şey ilim değildir. Böyle hü­

alâkalıdır. Bu itibarla ister ihtisas yönüyle, ister ihsas yönüyle

kümlere yerine göre faraziye, nazariye veya hipotez denir. Ş öy­

meseleyi ele alalım; zaman müdahaleli insanın bu türlü parça

le ki, bazen şuurumuz bize bir lemha sunar. Güneş’ in başımı­

parça, kopuk kopuk duyuşlarına şuur denir.

zın üzerinde dönüyor olması gibi bir lemha. Biz bu lemhayı akıl süzgecinden geçirerek bir hükme varırız: Yer duruyor, Güneş hareket ediyor. Bu şekilde vardığımız hüküm bir ilim değildir; bu sadece bir nazariyedir. İlim; şuurun taalluk ettiği meş’ urda hakikat hesabına en son varabileceği hükümdür. Başka bir ifa­ deyle ilim, tenâsüb-ü illiyet (sebep-sonuç) prensibi çerçevesin­ de illetle malûl arasında tam bir münasebet kurarak varılacak nihai hükümdür. Onun için Hazreti Üstad, faraziyeler ve nazariyeler üzerine bina edilmiş ilimler cehildir, der.269 Zira burada hakikat aranmamıştır ki bulunabilsin. Aslında böyle bir ilim de insanı hakikate götürmez.
Şimdi isterseniz, şuur, akıl, şuuraltı, tezekkür, tahattur, ilim ve ilim güzergahındaki faraziyeleri gördükten sonra b i­ raz da meselenin özüne ve esasına bakm aya çalışalım. Evet, acaba Uj bize gerçekten ne ifade ediyor?

İşte Kur’ ân-ı Kerim, münafıklar hakkında,

Uj der­

ken, daha ileri seviyede fikrî, kalbı, ruhî hiçbir derinliğe sa­ hip olm adan ve bu türlü araştırmalar neticesinde varılabilecek ufukların kendilerinden istenmesi değil, bir çocuğun dahi an­ layabileceği, hatta bir hayvanın dahi idrâk edebileceği kada­ rıyla en basit bir idrâk, en ibtidaî bir kavrayış, en sığ ve dağı­ nık bir düşünce tarzı, işte bu kadar dahi bir duyuşları olsaydı, bu “ m uhâdaa” ya başvurmayacaklardı dem ek istemektedir.
***
Şimdi de dar bir çerçevede bu âyeti, münafıkların Allah’ a ve m ü ’minlere yapm aya cüret ettikleri muhâdaanın sebepleri açısından incelem eye çalışalım:
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), Medine’yi teş­ rif buyurduğunda, S a ’d İbn Ubâde’ nin (radıyallâhu anh) ifa­

İnsan bazen içinde, tasavvufî ifadesiyle, bast hâli dediğimiz

desiyle, orada kendisini Medine hükümdarlığına layık gören,

bir inşirah, bir huzur, bir zevk duyar ve bunu ta iliklerine ka­

bunun için de bir hazırlık içinde bulunan Abdullah İbn Übey

dar yaşar. Bazen de kabz hâli olur. Hiç farkına varmadan bast

İbn Selûl vardı. Belki başkaları da vardı ama bu zat en önde

hâlinin inşirah meltemlerine mukabil, hüzün ve sıkıntı rüzgârları

idi. İşte bu İbn Selûl, böylesine kurulacağı koltuğun, giyeceği

eser insanın içinde, ki insanın bunları duymasına ihsas veya ih­

kostümlerin hayalleriyle oturup kalkarken Resûl-i Ekrem’ i (sal­

tisas denmektedir. Bu esintiler hârici bir sebeple meydana gel­

lallâhu aleyhi ve sellem) karşısında görünce pirelendi, öfkelen­

diği gibi, böyle bir sebep olmaksızın da meydana gelebilir.

di ve kinle, nefretle köpürmeye durdu.270

Benlikte, nefiste meydana gelen duyuşlara, hissedişlere

Ayrıca Medine’de Yahudiler, Arapları hor ve hakir görü­

ihsas_denir. Bir de ihtisas vardır. İhsas, daha ziyade hariçte

yor, bir gün onları ezip, hâkimiyetleri altına almayı kendile­

bir nokta-i istinat ve mevcut bir sebebe dayalı olduğu hâlde,

rinden bir peygamberin gelişine bağlıyorlardı. Evet, onlar bu

Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.602 (Otuzuncu Söz, İkinci Maksat).

270 Bkz.: Buhârî, tefsîru sûre (3) 15, merdâ 15, edeb 115.

B ir İ ’câz Hecelemesi

210

Bakara Sûre-i Gelilesi (8-10. Âyetler)

211

peygamberin, mutlaka kendi içlerinden zuhur edeceğine ina­

tezekkür kalır. İşte bu bir hastalıktır ve bu ruhî maraz onlarda,

nıyorlardı. İçlerinde zuhur eden bir peygamberle dünyanın

doğruyu eğri görme hâlini hâsıl etmiştir ki, gayrı böylelerinin fıt-

her yerindeki insanlığı, Yahudi efendiliği altında esir edecek­

rat-ı sekmeleri bozulmuş, hayvanî yanları hükmetmeye başla­

leri hülyalarıyla yaşıyorlardı. Şüphesiz bu, onların zihinlerinde

mış demektir. Böyle bir ruh hâleti içinde bulunan birisi ise -h â ­

bir ümniye şeklinde hep canlı tutuluyordu. Aslında Yahudiler

şâ !- Allah’ ı (celle celâluhu) bile sorgular hâle gelir. Onun için

oldukça realist olmalarına rağmen bu mevzuda ciddi bir ku­

âyetteki 3)1 o y o lid ifadesini, onların, doğrudan doğruya, tevile,

runtu içindeydiler. Efendimiz’ in (sallallâhu aleyhi ve sellem)

tefsire sapmadan, bizzat Allah’a karşı harp ilan ettikleri şeklinde

zuhuruyla onların düşündükleri şeylerin tamamen aksi olm uş­

anlamak mümkündür. Bunu tam bir maddecilik mülâhazasıyla

tu. Kur’ân, yer yer bunların bu tür kuruntularından bahseder.
Peygamberimiz’ İn, Yahudilerin hor gördüğü insanlığı aziz e d e­ cek şekilde bütün ilhad dünyasının karşısına çıkması, Yahudi­ lerin kuvve-i mâneviyelerini kıracak bir hâdise olmuş ve onları bütün bütün panikletmişti. İşte bu, onlarda cinnet derecesin­ de şok tesiri yaptı ve fıtratlarında ciddi bir maraza dönüştü.
Bu marazdı onları Allah’a karşı muhâdaaya sevk eden sebep ve sâik. Kur’ân-ı Kerim, onları muhâdaaya, kine, nefrete sâik olan marazın,

beyanıyla, derinlemesine kalble-

rine yerleşmiş ve tabiatları hâline gelmiş olduğunu vurgular ki, fevkalâde mânidardır.

ele alacak olursak, muhâdaanm müfâale babından Allah’ a kar­ şı nasıl bir ilan-ı harp anlamına geldiğini görürüz.
Psikolojik yönüy/e meseleyi ele alacak olursak, bu duru­ mun mü’ minlerde bile ara sıra bir kısım lemhalar hâlinde ken­ disini gösterdiği olur. Cenab-ı Hak’tan, imanlarına karşılık za­ fer ve muvaffakiyet ümit eden bazı imanı zayıf kimseler, kâ­ firlerin zaferi veya kendilerine gelen tokatlar karşısında, sözle açığa vurmasalar da, içlerinde Allah’ a karşı bir küskünlük hissi belirebilir. '

“M ü ’m inleride (aldatmaya kalkışırlar). ” Bunlar,

Onların cinnet derecesine gelmiş o kahreden psikoloji­

Allah’ a karşı m uhâdaa yapınca, m ü’ minlere karşı haydi hay­

leriyle doğrudan doğruya Allah’ a karşı harp ilan etmelerini

di yaparlar. Burada önemli bir nükte-i belâgat şudur: Bir kı­

anlamak için şöyle bir misal verilebilir. Mesela, birisinin g ö ­

sım inkârcılar size oyun yapabilirler, münafıklar her gün farklı

nül verip maddî-mânevî mutluluk, refah ve ikbalini kendisi­

bir entrikayla karşınıza çıkabilirler; buna karşı yine de siz hiç

ne bağladığı ve beklentilere girdiği birisini düşünün. Bu çok

müteessir olmayın, zira bunlar her şeyden önce Allah’ a karşı

sevdiği insan on a maddî-m ânevî refah ve saadet vaadi adı­

ilan-ı harp edecek kadar çılgın kimseler. Dolayısıyla da mut­

na açık durmakla beraber, o onda, ümniyeleri istikametinde

laka Allah’tan (celle celâluhu) bulurlar. Bu açıdan işi O ’na bı­

beklediğini bulamıyor ve iç inkisarlar yaşıyor. Hatta daha da

rakmak en doğrusu. Aslında bir keresinde Hazreti Musa, kav-

hezeyana girerek o çok seviyor gibi göründüğü zata karşı kü­

minin kendisine isyanlarına mukabil Allah’a yalvarıp, “Bun­

süyor, kırılıyor ve tavrını sorgulamaya kalkıyor.

ların rızkını kes Allah’ ım!” dediği zaman, Allah (celle celâ­

İşte böyle bir ruh hâletiyle doludizgin giderken beklenme­

luhu) “Onlar devamlı bana isyan ettiler, ben yine de rızıkla-

dik korkunç bir gayz içine giriyor. Bu durum nefretle soluklan­

rını verdim .” buyurur. Zaten Allah’a hud’a yapmakla ilan-ı

ma ve bütün bütün dengesini kaybetme hâlidir ki, o zaman

harp edenlerin m ü ’minlere karşı aynı şeyi yapacakları açık­

böyle birinde artık ne akıl ne mantık ne fikir ne tahattur ne de

tır. Ayrıca muhâdaanm, böyle bir kudret-i kâhire’ye karşı

212

B ir İ ’câz Hecelemesi

yapılmasının boşa çıkacağının anlatılması yanında, bunda mü’minlere bir tesellinin olduğu da açıktır. Evet, Allah’a karşı muhâdaaları boş olduğu gibi mü’ minlere karşı muhâdaaları da boş bir gayrettir. Bu, Ijl S ls \ j ® IjuS ş" Bakara Sûre-i Çelilesi (8-10. Âyetler)

İkincisi, a ıl
S

213

“Allah’a karşı hud’a yapıyorlar.” de­

mekle, Allah’ a muhâdaa yapmakla ne kadar mantıksız bir iş yaptıklarına dikkat çekmenin yanında onlar aynı zamanda,

“O kâfirler,

bu çirkin işi de devamlı yapıyorlar, diyerek daha derin bir kı­

var güçleriyle hile kurarlar. Ben de kurarım (yani hilelerini

nam ada bulunuluyor. Evet, çirkin olan bir işi devamlı yap­

boşa çıkarırım). ”271 mealini müeyyiddir.

mak ondan daha çirkindir. Ondan da çirkin bir şey varsa o

Yİ ö y -lL i Uj “ Onlar öz nefislerine, kendi ken ­

da bunu Allah’ a karşı yapmaktır. Ondan daha acınacak olanı

dilerine hud’a yapıyorlar, kendilerini aldatıyorlar.” Burada

da bunu kendilerine karşı yapıyor olmalarıdır. Çünkü onlar

“müfâale” babından, ^ 4 -^ ' Yi jy o U J U j kıraati da vardır

kullanamayacakları bir silahı ellerine alıp ateşliyorlar ve kur­

ki o zaman mânâ “Kendi kendilerine muhâdaa yapıyorlar. ”

şun dön üp kendilerine isabet ediyor. Aslında âyetin devamı

olur. Zira onlar, uğraşılmaz biriyle uğraşmaya kalkışıyorlar.

da işte bu hususu vurguluyor:

Mesela, iç dünyalarında gizledikleri bütün sırlarını bilen, bü ­

hud’ aya kendilerini korumak, rahat etmek, huzur ve saadet

tün ledünniyatlarına vâkıf birine karşı, onlar hâlâ bir kısım hi­

içinde olmak için başvursalar da, maksatlarının aksiyle tokat

le ve hud’ a peşinde iseler, kendi oyunlarıyla kendilerini ate­

yiyor ve kendi nefislerine kötülük yapmış oluyorlar. Onlar,

şe atıyorlar demektir. Binaenaleyh m eydana getirdikleri zarar

bu hâlleriyle en basit bir idrâkle anlaşılabilecek bu kadar açık,

da doğrudan doğruya kendilerine ait olacaktır.

bu kadar net bir meseleyi anlamaktan bile âciz bir dürümda­

Yİ j U

j

Onlar o

lar. Dem ek ki, onlarda böyle basit bir idrâk dahi yok.

Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri

Burada ayrı bir noktaya daha dikkatinizi çekmek istiyo­

(9. Ayet)

rum: “Acaba bunlar, bu kadar zeki oldukları hâlde, nasıl böyle-

jy o U d kelimesi muzâridir. Demek ki insanlar içindeki bu

sine basit bir meseleyi idrâk edemediler?” sorusu akla gelebilir.
Evet, onlarda böyle bir idrâk vardı ama Üstad Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi, bir insan bir meselede çok fazla derinleşir,

münafıklar gürûhu sadece bir devirde hud’ asını, hilesini ve oyununu oynayıp o işten vazgeçecek değildir. Ayrıca bun­ lar, Saadet Asrı’nda devamlı bu türden oyunlar oynadıkları gibi, hâdiselerin yenilenmesine göre teceddüt eden yeni y e­ ni oyunları da olacaktır ve bu daha sonraları da devam edip duracaktır. Evet bunlar daima m ü’ minlere karşı bunu yapa­ caklardır; az yukarıda ifade edilen öbür kıraatin ifadesiyle de mü’ minler karşısında kendileri de muhâdaaya uğrayacaklar­ dır. Yani Allah onların hud’ alarını başlarına dolayacak ve et­

ona derinlemesine dalarsa, o meselenin dışındaki konularda, hususiyle o mevzua zıt meselelerde, umumiyet itibarıyla gabi­ leşir.272 Bir örnek istenecek olursa, Einstein gibi dünyada eşi az bulunan dehalar, kendilerini ilgilendirmeyen meseleler karşı­ sında umumiyet itibarıyla cahilce bir görünüm sergilemişlerdir.
Oysaki kendi alanında onun aklının cevelangâhı olan ufuklara, en zeki insanların aklı asla ulaşamamıştır.
İşte bu zeki kavim, maddeye o denli dalmışlardı ki, ba­

tiklerine bin pişman edecektir.

sit bir şuurla dahi idrâk edilebilecek, mânâ ve ruha ait bu

2Î1 Tank sûresi, 86/15-16.

2 2 Bediüzzaman, Muhakemat s. 12 (Birinci Makale).
7

214____________________________ _______________ Bir İ'câz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Çelilesi (8-10. Âyetler) _____________________________215

meseleleri idrâk edememişlerdir. Zira bu iki mesele birbirin­

hâline gelmiş ve ikinci bir fıtrat iktisap etmelerine yol açmıştır

den çok uzak ve birbirine çok zıttır.

ki, bunun neticesi de ahirette azab-ı elimdir. Evet, bunlar o ka­

Aslında Yahudiler içinde inanmış kimseler de vardı. Tabi,

dar çok yalan söylemektedirler ki, artık yalan onların ayrılmaz

imanları Allah nezdinde makbul keyfiyette olmayanlar da var­

bir parçası olmuştur. Dahası, bunlar hem yalan söylerler hem

dı. Böylelerine kendi aralarında da kâfir nazarıyla bakılıyor­

de yalanı yalan saymazlar. O kadar ki insanları aldatmaları, hi­

du. İşte bunlar, zaten taklidî bir imana sahip olmalarından

le, siyaset, propaganda yapmaları onlarca âdeta bir kiyâset ve

ötürü gel-git yaşıyor, dışarıda m ü’ min görünüyor, içeriye d ö ­

fetanet sayılmaktadır. Öyle ki onlar bu kiyâset ve dirayet say­

nüp şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında da m ü’ minlere yapa­

dıkları durumlarıyla Peygamberimiz’ e (sallallâhu aleyhi ve sel-

bilecekleri oyunları, hud’aları, keydleri, mekirleri plânlamaya

lem) karşı da dem ogojiye kalkışmaktadırlar.

duruyorlardı. Binaenaleyh bunların hem dış dünyaları hem iç

Evet, bunlar her yönüyle âdeta yalan kesilmişlerdi; sü­

dünyaları mü’ minlere zarar verme düşüncesi ile d op dolu idi

rekli yalan imal ediyor ve yalanla oturup kalkıyorlardı. Arap

ve bir türlü doğru dürüst inanamıyorlardı. Onun için Kur’ ân-ı

şairi bir şiirinde,

Kerim onlarla alâkalı iman noktasında

tefekkür ağlarım.”274 der. Yani o kadar düşünüyorum, o ka­

gibi, idrâk ve anlama noktasında da, U j

dediği
Yİ o

\ Uj

diyordu. Evet, onlar sadece nefislerine hud’ a yapıyor­ lar ve buna da şuurları asla taalluk etmiyordu, edem ezdi de.
Çünkü onları meşgul eden kendilerince önemsedikleri öyle meseleler vardı ki, onları aşamıyor ve asıl düşünülecek husus­ ları düşünemiyorlardı.

dar efkârlanıyorum ki, ağlamam dahi tefekkür edalı oluyor.
Bunlar da yalana o kadar revaç vermişlerdi ki, yalan hem ferdî hayatlarında hem ticarî hayatlarında başkalarını aldat­ m a ve çeşitli spekülasyonlara başvurma konusunda kullan­ dıkları mühim bir unsur hâline gelmişti. Bunlar siyasî hayatlarında yalanı; halkı aldatmak, İdarî işlerde memurlara baskı yapm ak, İçtimaî hayatlarında kitleleri kandırıp arkalarından

Niçin acaba bu düşüncelere düştü münafıklar? Cevabı, arkadan gelen âyet-i kerimede.
1 \ S U j p j l Ç jÜ İ y

'y JS)I f J o Ç â

sürüklemek için bir unsur olarak kullanıyor ve hep yalan dü­ şünüyor, yalan yaşıyor, kizble mâlemal bulunuyorlardı.
İşte bu hâle gelen ve bu türlü düşünen kimselerdir ki doğ­ ru söyleyen insanların sözlerini de yerinde yalan sayacak ve

“Kalblerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalık­

söylenen her sözün arkasında bir art niyet olduğunu düşüne­

larını ilerletti ha ilerletti. Yalancılıkları ve samimiyetsizlikleri sebebiyle bunlara gayet acı bir ceza vardır. ”273

ceklerdir ki bu, tam İçtimaî bir maraz ve ruhî bir hastalıktır.
Evet bunlar,

Müfredat Mânâsı (10. Âyet)
Bu mevzudaki diğer bir husus da ahirete mütealliktir; şöyle ki bunlar, yalan söyleye söyleye tabiatlarında yalan bir cibilliyet

^4^ Ş

0

“Çıkan her sesten pirele­

nir, her yeni haberi kendi aleyhlerinde sanırlar.”275 Böyleleri kendi aralarında baş başa verdiklerinde hep fitne ve fesat planladıklarından; yan yana gelen, baş başa veren iki kişinin
2 4 el-Cürcânî, Delâilu’l-i’câz s.136; el-Kazvînî, el-îzâh fi ulûmi’l-belâğa s.106
7

23 Bakara sûresi, 2/10.
7

275 Münâfikûn sûresi, 63/4.

216_____________________________________________Bir l ’câz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Çelilesi (8-10. Âyetler) _____________________________217

konuşmasında hep aynı şeyleri düşünürler. Sürekli yalanla

eder. Bu azap, sürekli can yakan bir azap olması itibarıyla

oturup-kalktıkları için doğru olan hiçbir söze de inanmazlar.

her zaman elemini hissettiren ağır bir azaptır.

Böylelerinin karşısına Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sel-

Bundan başka, tasvirinin canlılığı bakımından şöyle bir mâ­

lem) de çıksa, O ’ nu da tekzip edeceklerdir. Zira onlar, tabiat­

nâ da akla gelebilir: “Bunlar için azap vardır.” derken Kur’ ân-ı

larıyla yalan kesildiklerinden, kendilerine kıyas ederek herke­

Kerim sanki azabı; eli, ayağı, kolu, dili, dudağı olan bir şey hâli­ ne getiriyor ve “elim” derken âdeta azap onların karşılarında bir

si yalancı görmektedirler.
İşte bu maraz-ı ruhî iledir ki -h â ş â - Efendimiz’ i (sallallâhu

canlı gibi kalkıyor, oturuyor ve elindeki iğnesiyle, çuvaldızıyla,

aleyhi ve sellem) de öyle sandılar... Evet, kendileri yalan söy­

kılıcıyla, mızrağıyla yanlarına sokuluyor ve onlara sürekli elem

lediklerinden, fem-i güher-i Nebevî’den zuhur edenleri de ya­

veriyor. Kur’ân’ın bu canlı tasviri içinde azap, oynayan, fıkır­

lan saydılar. Kendilerinin istikbale matuf verdikleri haberlerin

dayan, onlarla uğraşan âdeta bir canlı şeklinde tasvir ediliyor.

mahz-ı yalan olduğu zaviyesinden bakarak Efendimiz’ in (sallal­

Kelimenin burada böyle “elim” şeklinde seçilmesinin sair keli­

lâhu aleyhi ve sellem) ahirete ait verdiği haberleri de aynı şekil­

melere rüçhaniyeti var ve canlılık bakımından böyle düşünül­

de gördüler. Reybîlik, şüphecilik ve tereddüt içinde tamamen

mesi daha muvafık görünüyor.

erimiş, kaynamış ve bir yalan bulamacı hâline gelmiş bu kim­ selerdir ki Efendimiz’i de tereddüt etmeden tekzip etmişlerdi. j I ji\S Uj pJÎ Z dip ^ j “ Yalancılıkları v e sam im iyet­

sizlikleri sebebiyle bunlara gayet acı bir ceza vardır. ”

\y\S Uj cümlesinde

sebebiyet mânâsınadır.

Burada Kelâm açısından, C ebriye’ye bir cevap da çıkarılabi­ lir. Her hasene, bir bakıma Cenab-ı Hakk’m lütfuna, ihsanı­ na; her seyyie de azaba bir sebeptir. Bu itibarla da eğer Cenab-ı Hak bir kısım kimseler hakkında, azab-ı elim hükmü­

Kizb (yalancılıkları) esasen onların kesbi, azab-ı elim de

nü vermişse bu onların yalanları sebebiyledir. Burada Mu-

Cenab-ı Hakk’ m yaratıp onlar için hazırladığı cezadır. D ola­

tezile’ye de cevap sadedinde, bu sadece bir sebebiyet ver­

yısıyla da onlar sebebiyet verdiklerinden, bu azabı çekm e­

m eden ibarettir. Ancak bu elim azap burada verilmiyor, ta­

ye müstahak olmuşlardır. Bu mevzuda 1 y\S U» ^JÎ Z->Iİp ^ j

savvuru kâbil olm ayan bu azabı onların günahlarına karşılık

cümlesinde haklarındaki azabın

ile değil de ^

ile ifade edilmesi -7 . âyet-i kerimenin tefsirinde geçen izah­ lar mahfuz- azabın onların lehinde olduğunu gösterir gibidir.
Lehlerinde olan azap, ebedî yokluğa nispetendir. Yoksa hiçbir azabın insanın lehinde olduğu düşünülümez. Ayrıca, hakların­

Allah öbür âlem de verecektir. Öyleyse kesb (günah işlemek suretiyle azaba müstehak olm a) onlara, halk (yaratma) da
Allah’a aittir. Bu âyet, Cebir’in ve İtizâl’in içindeki bir “dâne-i hakikat” in bulunmasını hatırlatma yanında Ehl-i Sünnet aki­ desinin hakkaniyetini ortaya koymaktadır.
Diğer bir husus da, münafıkların ancak cinayet kelimesiy­

daki takdirin w>i£ (tatlı) olması mümkünken onlar için Ç>\j£ olmuştur. le ifade edilebilecek çeşitli günahları içinde, buraya kadar söy­

kelimesindeki tenvin, azabın meçhuliyetini göste­

Evet, yalan çok büyük bir günahtır ve aynı zamanda bunla­

lenilen şekliyle sadece onların yalanlarının esas alınmasıdır.

rir. jtJl kelimesi ise maruz kaldıkları azabın onları çepeçevre

rın yalanları,

sardığını ve onların her yanlarıyla “azap kesildiklerini” ifade

“Ö yle insanlar vardır ki, ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık.’

f * Uj

p d lj

lUl

y ^ul y j

218

Bir İ'caz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Çelilesi (8-10. Âyeller) ____________________________ 219

derler; oysa iman etmemişlerdir. ” âyetinde de görüldüğü gibi

Mesela, siyasî plânda bir kişi -halk diliyle söyleyecek olursak-

Allah’a karşı bir yalandır. Onlar Hakk’a inanmıyorlardı, inan­

kendi dümenini çevirmek suretiyle halkı aldatmayı, topluluk­

mak işlerine gelmiyor ve inandık demelerine rağmen gerçeğe

ları kandırmayı plânlar ve bunu dirayet, kiyâset ve akıllılık sa­

ters olarak yalan beyanda bulunuyorlardı. Yani bu yalanla­

yarsa, yalan deryasına yelken açmış olur; ihtimal bir daha da

rıyla onlar Allah’a karşı saygısızlıkta bulundukları gibi insan­

geriye dön em ez. İktisadî plânda halkı sömürmeyi, istismar et­

ları da aldattıklarını sanmaktadırlar. Aynı zamanda kendileri­

meyi, halkın parasını elinden almayı akıllılık sayar veya fesadı­

ne karşı da yalan söylemiş olmaktadırlar. İşte yalan, böyle sa­

nı salâh göstermeyi beceri gibi görürse bir daha da doğruluğa

ğa sola dal-budak salmış korkunç bir cinayet olması itibarıyla,

yönelemez. Ne var ki onun çevirdiği bu dümenler, hileler, da­

dünyada ve ahirette yalancıların canını yakacak azabı, Allah

lavereler, yavaş yavaş halk tabakaları arasında bilinmeye baş­

(celle celâluhu) yalana bağlamıştır.

lar da, ukbâsını yitirdiği gibi dünyasını da kaybeder ve kendi

Ayrıca yalan, bir bakıma küfrün de diğer bir adıdır. Zira kü­

kurduğu düzenin mağduru hâline gelir.

für, Allah’ ı inkâr etmektir, yalan da gerçeği inkârdır. Evet, küfür,

Şöyle ki, Saadet Asrı’ ndan bu yana yalanla oturup kalkan

biricik hakikate delâlet eden âfâkî ve enfüsî delillerin delâletini

bu kizbin temsilcileri, -ilk dönem münafıklannm anlatılması

görmezlik mânâsına geldiğinden, o en büyük yalandır. Onun

bahsinde de görüldüğü gib i- hep kurduklan tuzağın kurba­

içindir ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), jj ı 'A ıyb J\ j 4 L J>\ â >JI

ö\3 0 ^ ' (Jl (J-&

O i& l j l j ^JJI lsîj o f - i j

I Uj y "il I ® 0

'

■İrf^ ^

‘Yeryüzünde fesat çıkarm ayın!’ denilse

nifak ve şikak çıkarma gibi mânâlar söz konusu olmasına mu­

‘Biz sadece barışçıyız , ortalığı düzeltm ekten başka işimiz

kabil ıslahta, fesada sebebiyet veren hâllerin ortadart kaldı­

y o k !’ derler. G özü n ü zü açın, bunlar bozguncuların ta ken -

rılması bahis mevzuudur. Lügatlarda ıslah kelimesine, “onar­

dileridir, lâkin şuur yoksunudurlar, fark edem iyorlar.”

ma, fitneyi fesadı izale etme, nifak ve şikakı kaldırma, bozuk düzeni ıslah etme, deform asyona maruz kalmış bir şeyi yeni­

Bu âyetle de, münafıkların hayat-ı içtimaiyede sebebiyet

den şekillendirme, reforma tâbi tutup eski hâline irca etme”

verdikleri, verecekleri ayrı bir hususa dikkat çekilmektedir.

gibi mânâlar verilmiştir. Ferdî, ailevî ve İçtimaî zaviyeden da­

Fakat önce...

ha başka mânâlar da melhuz olabilir.
Şimdi de kelimelerin ifade ettiği bu mânâlardan hareket­

Müfredat Mânâsı (11. Âyet)

le âyetin mazmununa bakabiliriz.

İS bir edattır, şart ifade eder. JJ meçhul fiil-i mâzi, J harf-i
İ

Evet, Kur’ân’ ın beyanı veçhile, o münafıklara: “Yeryüzün­

Y nehy-i hâzır. İfsat kelimesi, fe­

de fitne ve fesat çıkarmayın, toplumun değişik kesimleri ara­

sat kökünden gelir ve if âl babındadır. Lügat mânâsı itibarıy­

sında kardeşlik rabıtalarını kopararak here ü merce sebebiyet

la, fesada verme, telef etme, bozma, ihlal etme ve bağı, akdi

vermeyin ve ifsattan vazgeçin!” denildiğinde onlar: “Siz ne di­

çözme mânâlarına gelir ki bu da ancak insanların eliyle olur.

yorsunuz! Bizler birer ıslahçıyız, yeryüzünden fitne ve fesadı

cer, (Î-* zamir-i muttasıl, Ij

Nitekim: ^ 0 1

Uj ^*01 j ydl ^ SLıİJl

“Allah’ın

buyruklarını umursamayan şu insanların yaptıkları işler yü­ zünden karada ue denizde (bütün dünyada) bir fesat meydana geldi ve nizam bozuldu. ”282 âyeti bu hakikati ifade etmektedir.

gidermek suretiyle sulh-u umumiyi temin edip, değişik kesim­ leri birbirleriyle uzlaştıran ıslahçılar gürûhundanız.” derler.
Bu âyette emr-i bi’l-ma’ruf vazifesini yapmak için mü’minlere eğriyi-doğruyu gösterme adına nasihat edildiği gibi, onla­ rın karşısında bulunan ifsatçılar gürûhuna da aynı şekilde na­

J >,: ^ 3 ^ ' üzerinde bulunduğumuz yerküredir. A y­ rıca arz, bir şeyin altı, alt tarafı mânâsında da kullanılır ki,

sihat edilmekte ve fitne ve fesattan vazgeçmeleri istenmekte­

yerküremiz de İzafî olarak ayaklarımızın altındadır. Çoğulu

Fitne ve fesat, hayat-ı içtimaiyede bir semm-i kâtil (öldü­ rücü zehir) hükmünde olduğundan, onun bertaraf edilmesi çok önemlidir.

j v m e

\ şeklindedir. j\ Rûm sûresi, 30/41.

dir; istenmektedir zira onların en bariz vasıfları fitne ve fesattır.

232

Bir I ’câz Hecelemesi
Bakam Sûre-i Gelilesi (11-12. Âyetler)

Her şeyden evvel bir toplumda fitne ü fesat ve here ü merc devam ettiği sürece ne şahsî ne ailevî ne de İçtimaî huzur­ dan, sükûndan söz edilemez. Öyleyse ilk önce bu fitne ü fesa­ dın izalesine çalışmak lazımdır ki, bu da her toplumda, söz ve hareketleriyle fesat çıkaranlara karşı “Zinhar fesat çıkarmayın ve toplumu birbirine düşürmeyin.” diyecek bir ıslahçılar gru­ bunun bulunmasını gerektirmektedir. Gerçi, buna karşılık on ­ lar da her devrin fesatçıları gibi hareket edecek, hiçbir müfsit
“Ben müfsidim.” demez prensibiyle “ Biz ifsatçı değiliz.” diye­ ceklerdir. Bu gerçeğe binaen hiç kimse kendini fesatçı görm e­ yeceğinden, mü’minlerin onlarla muamelelerinde bu hususu da nazara almalarında yarar var.

233

toplum hayatına hâkim olduğunu düşünün, öyle bir toplum­ da here ü merc kaçınılmaz olacak, zengin-fakir, çalışan sınıfçalıştıran sınıf birbirinin hasmı hâline gelecek; bir yanda pa­ raya hükmeden kapitalistler, beri tarafta ezilen fakirler., der­ ken gerginlikler arttıkça artacak ve korkunç ihtilaf ve iftiraklarla inleyen yığınlar kahrolup gideceklerdir.
Bu durumda, hayat-ı içtimaiyede amûd-i fikârî (omurga) konumunda bulunan orta sınıf ve bu sınıfı besleyen daha alt katmanlar yok olup gidecek; derken koskoca bir dünya ;emek ve sermaye mücadelesiyle sarsılacak ve neticede İçtimaî,
İktisadî hayat felce uğrayacaktır. Neticede bu anlayış, tam zıddıyla mukabele görmek suretiyle sistem alternatiflerinin doğ­

U demeleri, bundan ön ­


masına sebebiyet vererek toplumları iç içe karmaşalara sürük­

ceki âyette görüldüğü gibi yine fıtratlarındaki zikzakın bir s o ­

leyecektir ki, Liberalizm ve Kapitalizm karşısında Komünizmin

nucudur. Bu açıdan da âyetler arasında bir irtibat söz konusu­

doğması bu vetirenin sonucudur. Dikkat ederseniz bunlar, bu

dur. Sibaka göre siyakın böyle olması gayet latif düşmektedir.

feci süreç sonunda sulh-u umumiyi temin edeceklerini söylü­

Esasen o zavallılar fıtrat-ı selimeleri bozulduğu ve olumsuz bir

yorlardı. Aslında fesadı sulh görüyor ve kendilerini de ıslahçı

fıtrat-ı sâniye iktisap ettikleri için, salahı fesat, fesadı da salah

kabul ediyorlardı.

Saniyen; Onların, j j > j k ;

zannetmekte ve lehlerinde olan bir şeyi aleyhlerinde, aleyhle­

Böyleleri, selim fıtratlarını kaybettiklerinden hayat-ı içti­

rinde olanı da lehlerinde görmektedirler. Evet onlar, gülista­

maiye adına öldürücü zehir olan meseleleri şerbet diye su­

nı hâristan (dikenlik), nîrânı (cehennemleri) cinân (cennetler)

nuyor ve kendileri gibi bütün âlemi de sersem görüyorlardı.

şeklinde görmektedirler. Bu itibarla da en tatlı, en leziz şeyler

Bir diğer husus da; onlar hem Saadet Asrı’nda hem de

onlar için acı ve acı verici; en acı ve acı verici şeyler de aksine

daha sonraki asırlarda bu fitne ve fesadı irtikâp ederken ken­

en mütelezziz şeyler hâlinde görünmektedir. İşte bu bir fıtrat

dilerini uzlaştırıcı, arabulucu gibi görüyor ve takdir bekliyor­

bozulmasıdır, ne var ki onlar bunun farkında bile değillerdir.

lardı. İbn İshak’ ın İbn Abbas’tan (radıyallâhu anh) rivaye­

Kur’ân’ ın resmettiği bu tip insan psikolojisinin çok iyi an­ laşılması lazımdır ki, bilmeyerek yanıltılmayalım ve aldatıl­

tinden anlaşılan şudur: Onlar “Biz ısîahçılanz. ” derken şunu kastediyorlardı: mayalım. Evet, onlar anarşi çıkarırken sulh yaptıklarını sanır­

“ Ehl-i Kitap olan Hıristiyan ve Yahudiler ile ümmet-i Mu-

lar ve terörle bir yere varılacağını zannederler. Bunun için de

hammed arasında çok ciddi uçurumlar vardır. Biz, bir kısım

toplum hayatında, sınıflar arası mücadele hissini tetikleyerek

köprüler tesisiyle hatt-ı muvâsalayı temin etmek ve bütün

sürekli kavgalara sebebiyet vermekte ve kitleleri birbirine dü­

Ehl-i Kitap’ ı bir araya getirmek istiyoruz.” 2 3
8

şürmektedirler. Böyle bir münafık karakterin geniş dairede

283 et-Taberî, Câmiu'l-beyân 1/126; İbn Ebî Hatim, et-Tefsîr 1/45..

234

Bir İ'câz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Gelilesi (11-12. Âyetler) ----------------------------------------- 235

Aslında bu beyanları yalandı ve Kur’ân-ı Kerim’ in ifade et­

lüzumlu bir mesele olduğunu anlarız. JJ kelimesi meçhul fi­

tiği gibi onlar bu yalanın cezasını göreceklerdi. Bunlardan ba­

ildir ki, bu da herhangi bir insan bu işi yaparsa yeterli olur

zılarının da şöyle-böyle dinsizlere yanaşma, şirin görünme gi­

demektir. O kadar ki, nasihat yapma, hayırhâhlıkta bulun­

bi bir hâlleri vardı ki bu da, Kur’ânî tabirle, “zalimlere ednâ

ma mevzuunda bir kişinin yapması, o hizmetin diğerlerinden

bir rükün/meyil”\e meyletmek suretiyle helak olma demekti. Y j

düşeceğini gösterir ki bu da cihadın farz-ı kifâye olduğuna

Y ö p

*13JÎ

ja

4Ijjj
&

ja

Uj j 0 l

\j£İb

J jİJI J i

“Bir de sakın zulmedenlere meyletmeyin, sempati duy­

mayın, yoksa size ateş dokunur. Aslında sizin Allah’tan başka yar ve yardımcınız da yoktur. Böyle davranınca, O ’ndan da yar­ dım görmezsiniz.”284 Tabi bu meyil, onlara göre, Üstad Bediüzzaman’ın Mesnevî-i Nuriye’de kullandığı tabirle, “aradaki hatt-ı muvasalayı temin”285 maksadına matuftu.
Hâlbuki aradaki dere o kadar geniş idi ki, böyle bir şey

delâlet eder.
“Fesat çıkarmayın.” mânâsını ifade eden \ LJ ü Y keli­ j mesi fiil-i muzâridir, teceddüde delâlet eder. Demek ki onlar fesadı peyderpey ve zincirleme çıkarıyorlardı. İfade, “İşte bu muzaaf cinayeti yapm ayın.” demektedir.
Demek ki onlar, hep fesat düşünüyor ve bir fesat çıkar­ dıktan sonra hemen İkincisine koşuyorlardı. Zaten her devrin münafığı kendi devrine fesat çıkarır. Fiildeki teceddüt bunu da hatırlatır. Ayrıca; “Fesat çıkarmayın, sonra bu fesat teceddüt

kafiyen mümkün değildi. Nasıl olur ki, bir tarafta Allah’a iman

eder durur.” mânâsı da söz konusu olabilir ki, bu da ilk fesat

dâhil bütün İçtimaî, İktisadî huzurun ana unsuru olarak “ mad-

tohumunu attıktan sonra siz kenara çekilseniz dahi o zincirle­

de” yi kabul eden sistem, diğer yanda bütün İçtimaî, İktisadî

me devam eder gider de vebali hep size râci olur. Yani fesada

ve siyasî huzurun teminini Allah’a imanda gören başka bir ni­

sebebiyet vermeniz cihetiyle siz mesul olursunuz. Evet, hem

zam.. evet, bunlar birbirinden o kadar uzak idi ki, sözde ara­

sizin yanlış bir iş yapmanız hem de başkalarına kötü örnek ol­

buluculuk yapıyoruz diyen bu gürûh, hatt-ı muvasalayı temin

manız açısından vebaliniz katlanır durur.

edemedi ve o derin dereye düşüp boğuldular ya da öbürlerine iltihak ettiler.

Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri (11. Âyet)
Kısaca verdiğimiz meal ve müfredat bilgilerinden sonra şimdi de âyetin dille alâkalı nükteleri açısından muhtevası üzerinde durmaya çalışalım:

^ jYl Jt “Sizin ayağınızın altında ve sizin için âdeta bir be­ şik gibi olan ‘yerkürede’” sözünden şu anlaşılmaktadır: İnsanlar yeryüzünde bir hânenin içinde yaşayan hâne halkı gibidirler.
Beşikleri bir olduğu gibi o beşiği sallayan bir; keza o beşiği her­ kese aynı nimetlerle donatıp önlerine koyan da birdir. Siz yer­ yüzünde fesat çıkardığınız zaman, bunun neticesi herkese d o­ kunacak ve zengin-fakir, zayıf-kavi, zalim-mazlum bundan za­

J i b jj cümlesi onlara böyle bir ikazın yapılması gerek­

rar görecektir. Evet, J »jSll J> yeryüzünde, yani onların hâne-

tiğini ifade etmektedir. Böyle bir ifadeden biz irşad etme

sinde sözüyle, güçlünün yanında zayıfa, kavinin yanında âcize

ve emr-i bi’l-ma’ruf yapmanın fıtrî, beşerî ve insanlık için

ve zalimin yanında masuma da olan olacak, diyerek fesat çıka­ ranların rikkat-i cinsiyelerinin yani insanın kendi cinsine karşı

2 4 Hûd sûresi, 11/113.
8
285 Bkz.: Bediüzzaman, Mesneui-i Nuriye s.114 (Habbe).

şefkat hislerinin harekete geçirilmesi hedeflenmiştir.

236

B ir İ ’câz Hecelemesi

Buraya kadar olan kısım o hayırhâhların ve nasihatçilerin deyip edeceğiydi. Buna karşılık muhatapları diyalektiğe baş7 _

Bahara Sûre-i Çelilesi (11-12. Âyetler) ______________________ ____2 3 7

salâh saymaları şeklinde de anlaşılabilir, ö

Y

j ne var

ki onlar, bu hususun farkında değiller.

vurarak 1 diyeceklerini diyorlar. Bu da göstermektedir ki o n ­ jJli lar, kendilerine yapılan nasihati ne dinlemiş ne kulak vermiş­ lerdir. Zaten onlar böyle şeyleri anlayacak durumda da değil­ lerdir. Hâlet-i ruhiye itibarıyla başka şeylerle dolu bulundukla­

Evet,

Y j f i j j j - lJUJI

^ I Yİ “Gözünüzü açın,

bunlar bozguncuların ta kendileridirler ama şuurları yok, far­ kında değiller. ”

rından, kendi dünyalarına ait mefsedet dışında hiçbir şeyi din­ lemezler, dinleseler de anlamazlar. Evet, onlar kendi düşünce dünyalarının dışında ne anlatırsanız anlatın onu kendi kıstasla­ rı içinde anlar ve ona göre de karşılık verirler. Siz Allah, ahiret

Müfredat Mânâsı (12. Ayet)

:

Yl kelimesi, dikkati çeken, uyaran bir tembih edatıdır ki, eskiden hocalarımız bize bu edatı anlatırken şöyle mânâ ve­

ve Cennet... dersiniz, onlarsa, “ Doğru, bizim kırlarda cennet­

rirlerdi: “Agâh u mütenebbih olun ki!” Mütenebbih olma da

lerimiz var.” diye mukabelede bulunurlar. Onlara göre burada

uyanma, kendine gelme, etrafından haberdar olma gibi mânâ­

çalışıp ahirette mükâfat görmek değil, burada çalışıp burada yiyip içmek esastır. Evet, her şeyi o yanlış kıstaslarına göre d e ­ ğerlendiren bu tali’sizler o dar düşüncelerinden kafiyen sıyrı-

lara gelmektedir. Ayrıca, YÎ’da bunların yanında geçmişi hatır­ lama, geleceği de dikkate alma mânâlan söz konusudur. muttasıl zamirdir ve ol ile te’kid edilmiştir.

lamazlar. Binaenaleyh siz ne derseniz deyin onlar kendi bildik­ lerinden şaşmaz ve kahrolası gururlarının güdüm ünde “Sen nasihat ededur.” j

UJ! “G erçekte sa dece biz ıslahçı-

ö j J L k lI ^ : JL-IiJl kelimesi de ism-i faildir ve o j ^L a İİl’a karşılık fesadı çıkaranlar demektir.

larız. ” sözleriyle soluklanır ve bildiklerini söylerler.

* * *

UİJ kelimesi hakikaten veyahut iddia olarak maluma dâhil

Burada şu disiplinler üzerinde durmakta yarar var: Biz

olur. Bu da onların, muhataplarıyla istihza ettiklerini gösterir.

m ü’miniz, bu itibarla da evvelen ve bizzat hüsnüzanla mü­

Yani “Siz bize fesat çıkarmayın.” diyorsunuz; oysaki siz de bi­

kellefiz.

liyorsunuz ki asıl ıslahçı bizleriz.
UJI Bir isim cümlesidir ki, te’kidle beraber devam ve sebata delâlet etmektedir. Böyle bir diyalektikle onlar, “Biz şimdiye kadar hep ıslahçı olduk ve ıslahçılarız.” diyorlar. Aslında daha önce arz ettiğim gibi onlar, hiç kimsenin kendi namına kötülüğü, fesadı kabul etm eme hâlet-i ruhiye

Sâniyen ve b i’l-araz, gelecek zararlara karşı da uyanık olm a mecburiyetindeyiz. Binaenaleyh herhangi bir kimse­ den açıktan açığa bizi hedef alan bir zarar görmedikten son­ ra onun hakkında “zararlı” hükmüne varamayız. Evet, biz ki
Müslümanız, aldanırız fakat asla aldatmayız. Ancak bunun mânâsı, her zaman aldanırız demek değildir. Çünkü sahih ha­ diste Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bir mümin, bir delikten iki kere ısırılmaz. ”286 buyururlar. Efendimiz bu hadis­

ve psikolojisiyle bunu söylemiş olabilecekleri gibi cibilliyetleri­ nin, fıtratlarının bozulmuş olması itibarıyla, yaptıkları fesatları,

286 Buhârî, ed eb 83; Müslim, zühd 63.

238

--------------------------------------------------------------- - Bir İ 'câz Hecelemesi
Bakara Sûre-i Çelilesi (11-12. Âyetler) ___________________________ 239

lerini, daha önce esir alman, sonra Müslümanlığı kabul eden, akabinde irtidat edip Mekke’ye giden ve burada Müslümanlar aleyhinde hicviyeler yazan, yazdıran ve nihayet ikinci kez ele

Burada dikkat çeken bir başka husus da, Kur’ ân-ı Kerim
M

j

^ 1 Nl derken, münafıkların kendi­

geçince de “ Beni bırak, eman ver, size dehalet edeceğim .” di­

lerinin de iz’an, ilim, akıl yürütme bir yana, şuurlarıyla dahi

yen Ebû Izze el-Cümahî’ye karşı söylemişlerdi.287

künhüne varamadıkları bir fesat içinde bulunduklarını gös­

Evet mü’ min, hüsnüzannmda yer yer aldanabilir fakat ondaki bu aldanma daimi değildir. jÖyleyse, âyette anlatıl­ dığı gibi mü’ minin karşısına bazen “Biz ıslahçılarız.” diye çı­ kan kimseler olabilir. Bunlar İçtimaî, siyasî, İktisadî, kültürel ve İlmî açıdan ıslah adına yaptıkları bütün değiştirme, d ö ­ nüştürme ve inkılaplarında bize hüsnüniyetli görünebilir, biz de buna aldanabiliriz; ancak baştan bu yana sıralanan tür­ lü türlü denî sıfatlar ile muttasıf olan bir gürûhu gördüğü­ müz zaman dikkatli olmamızı da yine Kur’ân salıklamaktadır.
Böylelerinin mâzideki sergüzeşt-i hayatlarını dikkate alıp, te­ zekkür etmek ve onlarla alâkalı geleceğe de o nazarla bak­ mak en doğrusudur^

termektedir. Evet, bu tür fesat içinde bulunan kimseler, partiler, hizipler her zaman kendilerini doğru sanmaktadırlar. Bu itibarla sanki Kur’ân: “Size diyorum; onlar fesatçıların ta ken­ dileridir; ama kendileri bunun şuurunda değiller. Dolayısıyla da onlardan sulh u salah adına bir şey beklemek beyhudedir.” demektedir.
Hâlık’m nazarında değer ifade eden şeyler sıfatlardır, ci­ simler değil. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) cismi itibarıyla belki
Ebû Cehil gibi okkalı değildi., ve tabiî şekil ve sureti hiç önem­ semezdi.. hele olduğunun üstünde hiç mi hiç görünmezdi. Ay­ rıca, ne kavmiyle ne de kabilesiyle bir şey olduğu iddiasmdaydı; ama o, Allah (celle celâluhu) nezdinde öyle bir kıymeti hâiz idi ki, onunla alâkalı Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sel-

Evet, mutlaka aldanmamaya dikkat etmelidir; dikkat et­ meli ve “İman ettik. ” dedikleri hâlde iman etmeyen, muhâdaasmı Allah’ a kadar götüren; “Y eryüzünde fesat çıkarma­ yın!” dendiğinde de fesadı insanlara sulh gibi gösteren, ifsa­ da sulh-u umumi diyebilen ve sonra da hiçbir şey yapmamış gibi kendilerini ıslahçı olarak anlatan bir gürûhun varlığı da göz ardı edilmemelidir.
İşte Kur’ ân bize: “ Bu kadar karışık bir zümreyi gördüğünüz zaman çok dikkatli olun!” mülâhazasını 'b ile ifade ettik­
M

lem) “Bütün insanlığın imanı, Ebû Bekir’in imanıyla karşılaş­ tırıra onun imanı ağır basar.”288 buyuruyor ve ondaki o iç cevhere dikkat çekiyordu. Evet, Allah (celle celâluhu) sıfatlara ehemmiyet vermekte ve onunla insanı değerlendirmektedir.
Öyleyse kim Allah nazarında makbul olan sıfatları hâiz ise o artık olacağını olmuş demektir.
Bu açıdan Kur’ân-ı Kerim bize münafıkların müfsit oldu­ ğunu anlatıp muhataplarına, “Siz onları, sıfatlarıyla tanıma­ ya bakmalısınız; şekle şemaile asla aldanmamaksınız; aksine

ten sonra, onların gerçek karakterlerine dikkatleri çekme sa­

münafığı düşünce, hâl ve tavırlarında tespit etmeye çalışma­

dedinde: 0

lısınız.” diyor ki

“Onlar fesatçıların ta kendileridir. ”

buyurarak onları herhangi birinin anlatmasına göre değil de

ile işaretlenen de işte budur.

Öyleyse; hüsnüzan yanında tedbir ve temkin adına bize

kendi davranışları içinde anlamalısınız diyor.

düşen şey, “falan-filan müfsittir” deme yerine şuna bakmak

287 ei-Ayn'ı. Umdetul-kârî 14/277, 2/173; Aliyyülkârî, Mirkâtü’l-mefâtlh 9/253-254.

2 R Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/63. 5/376; et-Taberânî, el-Mu’cem ü’l-kebîr 1/186.
8

240__________________________ ________________ Bir î'câz Hecelemesi

olmalı: Kim inanmadığı hâlde inanmış görünüyor, yalan söy­ lüyor ve başkalarını aldatmak için hileden hud’aya, hud’adan hileye koşuyorsa işte müfsit odur. Kim Allah’ın yardımını ve tevfikini bir tarafa bırakarak, Allah’ ın emrettiklerini yerine ge­ tirmiyor ve hilelerle halkı aldatacağını, iğfal edeceğini, kandı­

Bakara Sûre-i Çelilesi (11-12. Âyetler) __________ ________________241

OjxJUJl diyor ve onların gerçek yüzlerini ortaya koyuyor.
Ayrıca, onların ö^ J j^ î/ıs la h çıla r değil, öjJLIdl/fesatçılar olduklarını vurguluyor.. Ve b y j^ k V l & j beyanıyla da onla­ rın şuursuzluklarını hatırlatıyor.

racağını zannediyorsa işte müfsit odur.Jjieza kim yeryüzün­

Şuur kelimesi üzerinde dururken, onun bir iz’an olmadı­

de bozgunculuk çıkarıyor, helâl-haram tanımıyor ve İslâm’ ın

ğını görmüştük. Evet o, bir inanç değildir ki insanı amele sevk

servet mevzuundaki temel disiplinlerine aykırı hareket ediyor,

etsin, bir ilim değildir ki tefekküre esas teşkil etsin, akıl değildir

ticarî ahlâksızlık, İçtimaî ahlâksızlık yapıyor ve maddeyi esas

ki, birbirinden farklı lemhalarından makûl bir sonuca ulaşsın.

alıp her şeyi maddî plânda görüyor ise işte bütün bu sıfatları

O, esas itibarıyla sadece cismanî ve ruhanî bir kısım müşâhede

itibanyla gerçek müfsit odurJ[Evet, âyette işte bu vasıflar naza­

ve duyuşların lemhalarını aksettirmektedir. Buna göre şöyle

ra veriliyor. Yani siz kimde bu vasıfları görürseniz, onlara karşı

denebilir: Bunların şuurları o kadar az ki, here ü merce sebe­

mutlaka ihtiyatlı olmalı ve temkin içinde bulunmalısınız.

biyet vermekle döktükleri kanı bile görmüyorlar. Hatta öldür­

Dil açısından Kur’ân-ı Kerim’ in bu beyanı, iç dünyala­ rı itibarıyla onları deşifre etmekte ve bizi de uyarmaktadır.
Evet, Kur’ân-ı Kerim j

y k ) Uİ! sözünü, onların yalan­

ları olarak müekked bir cümleyle yüzlerine çarpıyor.

Ayrıca Kur’ân-ı Kerim, jjjL İ llJ sözüyle, müfsitlerin belli ve bilinen kimseler olduklarını da işaretliyor. Evet, onlar bel­ lidirler, zira Bedir’de kafa karıştırıp bir kısım sahabe-i kiram’ı

Ü : Ull te’kid içindir ve j l kelimesi, kâffe (amel et­


da farklı düşüncelere çekerek ordu içinde bozgunculuk yap­ tılar. Uhud’da bir hayli sahabinin kafalannı çelip araya ihtilaf

mesine mani olan) ts ile kullanıldığında hasr ifade eder.

attılar... keza Tebük hâdisesinde bozgunculuk çıkarıp Efendi­

kelimesi ise zamir-i munfasıldır.

miz’ i (sallallâhu aleyhi ve sellem) yalnızlaştırmaya çalıştılar.

Buna göre onlar: “Eğer yeryüzünde ıslahçı olarak göste­ rilecek bir zümre varsa o da, biziz.” diyorlar. Aslında, günü­ müzde de hangi ifsatçıya sorarsanız sorun, “ Biz her türlü klik, mezhep, meşrep anlayışların çok çok ötesinde insanlığa hiz­ met eden kimseleriz.” dediklerini duyarsınız. Onlar böyle di­ yecekler ama görünen köy kılavuz istemez, onlar bozguncu­ ların ta kendileridirler ve yalan söylemektedirler.
İşte bunları işaretleme adına Kur’ân-ı Kerim

dükleri nebileri bile göremiyorlar.

Hususiyle bunlardan bazıları durmadan bozgunculuk yapıyor ve kafa karıştırıyorlardı. Gün geldi Hayber’de toplandılar ve orayı âdeta bozguncuların kalesi hâline getirdiler.
Binaenaleyh; bunları öyle derince araştırmaya da lüzum yok. Onların şuurları buna taalluk etmese de, en basit şuura sahip olan insan bile yapılan şu şeylerin bozgunculuktan iba­ ret olduğunu hemen anlar. Onlar, döktürdükleri ve döktükleri



kanların şarıl şarıl akmasına, her yerin, öldürdükleri insanlann

sözüyle onları faşediyor. Evvela, YÎ ile dikkat çeki­ yor ve “ Uyanık olun, dikkat etmezseniz aldanırsınız.” diyor.

bebiyet vermelerine mukabil hâlâ yaptıkları bu ifsada ıslahat

Saniyen, onların

Uİl demelerine karşılık {J*

naaşlarıyla dolup taşmasına ve daha nice ürpertici şeylere se­ diyorlarsa bu sadece maddeye saplandıklarından akıllarının

242____________________________ _______ ___ _____ Bir İ'câz Hecelemesi

gözlerine inmiş olmasıyla yorumlanabilir. Zaten böyle olduğu için yaptıkları ifsadı ıslah zannetmiyorlar mı?
Buraya kadar olan kısımda iki veya üç âyet-i kerime çer­ çevesinde verilmeye çalışılan izahat içerisinde, toplum haya­ tı için nifakın ve onun arkasındaki inkârcı düşüncenin öteden beri insanlık için ne büyük karmaşa, kargaşa ve here ü merce sebebiyet verdiği anlaşılacaktır. İleride tafsilen anlatıldığın­

BAKARA SÛRE İ ÇELİLESİ
(13 14. ÂYETLER)

da onun ne öldürücü bir zehir olduğunu da görmüş olacağız.
Tavzih sadedinde daha sonraki âyet-i kerimede onların da di­ ğer insanlar gibi Allah’a inanmaları lazım geldiği/geleceği hu­ susunda çok yönlü ihtarda bulunulmaktadır. Ne var ki onlar, kendilerini mü’minlerden üstün gördüklerinden bu ihtarı da anlayamayacaklardır. Aslında burada mukabele sanatıyla ni­ fakın işte bu türlü bir alâmeti ortaya konmaktadır. Tabi bu alâmetlerin hepsi yan yana getirildiğinde bu farklılıkların hâsıl ettiği, renk ve desen itibarıyla karışık bir ruh hâletinin ifade ı ’y

^ \

edildiği görülecektir. Onların bu hâlini, ^Jl H dJÜi
Js\ 'İj

U2İ

^53j

Ij JIİ

^1

1 J l l s |

“ N e zam an onlara: ‘Şu güzel insanlann iman ettiği gibi siz de iman edin/ denilse onlar, ‘ Yani o beyinsizlerin inandık­ ları gibi m i inanalım? ’ derler. A sıl beyinsizler onların ken­

,

dileridir de bunun farkında değiller. Bunlar iman edenlerle

JJ

karşılaşüklannda ‘Biz de m ü m in iz. ’ derler. N e var ki şey­

“Onlar, m ü ’minlerle kâfirler arasında bir ora­

ya bir buraya gelip gitmek suretiyle bocalayıp duruyorlar: N e tam onlardan olabiliyorlar ne de bunlardan...”289 beyanı ne güzel ifade etmektedir..!

I^İIİ J*idi 'jâ İ IZS \jJ \ ^J JJ

ly>i İXS

\ }\ \yJ ^ jİJ| \ Z ISjj © j j
\
j }

tanlarıyla baş başa kaldıklarında da: ‘Emin olun, bizsizinle beraberiz, onlarla alay ed iyorduk.’ d erler.”

Daha ön ce de ifade edildiği üzere duygu ve düşünceleri itibarıyla işleri hile yapm a ve aldatma olan münafıklar, Resûlullah’a da hud’a ve hilede bulunmaya kalkışmış ve bu konu­ da o kadar ileri gitmişlerdi ki yalanlarına O ’nu da (sallallâhu aleyhi ve sellem) inandıracaklarını sanmaya başlamışlardı.
Aslında bu yanlış telakki, akide noktasında bir şüphe, bir te­ reddüt ve bir reybîlik ifadesiydi. Zaten âyetlerde münafıkların hem fesat çıkarmaları hem de sulhun yanında olduklarını id­ dia etmeleri ve fesadı salah, salahı da fesat gördükleri açıkça ifade edilmektedir. Aslında hangi devirde olursa olsun nifak virüsünün bütün insanlık için ne denli zararlı olduğu Kur’ân-ı
Kerim’de açıkça ortaya konmakta ve insanlık bu nifak şebe­ kesine karşı tekrar ber tekrar uyarılmaktadır.

2 9 Nisa sûresi, 4/143.
8

244

Bir İ'câz Hecelemesi

Bundan başka, münafıklarla alâkalı yukarıda geçen âyet-i kerimede, akideden muamelatın teferruatına, ondan da ahlâkî değerlere kadar sınıflar arasında fark gözetmeyi esas alma gibi

245

Bakara Sûre-i Çelilesi (13-14. Âyetler)

Müfredat Mânâsı (13. Âyet)
IS kelimesi de Ol gibi şart edatıdır ama öl şek ifade et­
I

korkunç bir inhiraf müşâhede edilmektedir. Tabi ki, kendileri­

mesine rağmen, IS kesinlik veya bir durumun vukuunun en
I

ne has bir iman iddiasında bulunurlarsa böyle bir imana bağlı

azından rüçhaniyet kesbettiğini ifade eder.

ferdî, ailevî ve İçtimaî hayatı ilgilendirecek ne kadar saha var­

JJ fiil-i mâzi olup meçhul sigasıyla gelmiştir.

sa o sahaların hemen hepsinde ciddi bir farklılık kendini gös­ terecektir. O anlayışa göre İçtimaî nizam ele alındığında, ta­ mamen maddî olan böyle bir nizamın temelinde ekonominin ve maddî refahın yattığı görülecektir. Bu anlayış itibarıyla da münafıkların İçtimaî hayattaki refah ve saadet telakkileri tama­ men maddî durumun mükemmeliyetine bağlı olacaktır.
Buna mukabil, inanan insana göre huzur sadece m ad­

I l kelimesi, ^ l ’den emr-i hâzır cem-i müzekker muha­ jL tap olup “ iman ed in ” mânâsmdadır.
US": li, harf-i teşbihtir. U, masdariyye veya kâffedir. US, mahzuf (zikredilmemiş) bir masdarın sıfatı makamındadır.
(jilîll’ın izahı daha ön ce genişçe ele alındığı vechiyle, sı­ radan “insanlar” dan daha ziyade “malum ve maruf insanlar”

diyatın mükemmelliğiyle değildir; o, Allah’a ve ahirete iman

anlamına gelmektedir. Yani bu insanlar, herhangi bir insan

kaynaklı, öyle sağlam dayanaklıdır ki, insan bin mahrumiyet

değil, Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) iman eden

içinde bulunsa da onu duyar. Evet, m ü’ minin düşünce dün­

insanlar demektir.

yasının temelinde Allah’a iman, peygam bere iman ve ahire­ te iman yatmaktadır. Diğer bütün değerler, teferruat kabilin-

^IJÜJI, “sefih” kelimesinin cem ’idir ve “sefeh”ten gel­ mektedir. Sefeh, görüş ve düşüncede hafif, noksan olma, ak­

dendir ve zatî kıymetleri de ona göredir.

lı her şeye ermeme demektir. Daha ziyade avam halk için
Bu âyet-i kerimede de I

U

S

"

\jL\ ^

JJ ISJj

kullanılır. Kur’ân-ı Kerim’de değişik âyet-i kerimelerde de ifa­

I denilerek,

de edildiği gibi kâfirlerin öteden beri peygamberlere inanan

mü’minlerin emr-i bi’l-ma’ruf vazifesiyle münafıklara olan

insanları “süfeha” , “erâzil” gibi kelimelerle tavsif etmeleri, ilk

öjilJu V J f l j ilîÜJl jU

VI £l|ÜJI jz\ I
ZS

nasihatleri, hususiyle mü’ minlerin en büyük temsilcisi olan

inananların biraz da fakir, zayıf ve avamdan kimseler olduk­

Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara karşı

larını göstermektedir.

irşadkâr ifadeleri, onların Müslümanlara ve Efendimiz’ e aşa­

Burada djZJJu V kelimesine dikkat etmekte yarar var. İlim,

ğılayıcı bir üslupla mukabele etmeleri ve ardından m ü’minler

şuurun zirve noktasıdır. Şuur kelimesinin tahlil edildiği yerde

tebrie edilip asıl sefihlerin/beyinsizlerin kimler olduğu vur­ gulanmaktadır. Sanki bu âyet-i kerimede mü’ minler ile mü­ nafıklar arasında bir diyalog kurulmakta ve ön ce m ü’ minler konuşmakta, sonra da münafıklar onlara cevap mahiye­ tinde mukabelede bulunmaktadır. Neticede ise Allah (celle celâluhu) her iki kesim hakkında hükmünü vermektedir.

de ifade edildiği gibi onun zirvesine ilim, bu seviyede ilim eh­ line de âlim denilmektedir. Zannediyorum buradaki

V

kelimesinde de bu ve buna benzer mânâlar gözetilmekte
Şimdi de isterseniz, bu izaha göre âyetin mealine tekrar bakalım: 246

Bir f ’câz Hecelemesi

Bakam Sûre-i Çelilesi (13-14. Âyetler) ____________________________247

“Bir de onlara yep yen i ve terütaze bir duyuş ve hissediş­

“İman edin. ” demeleri, onların gerçekten Allah’a iman

le sahabe-i kiram gibi iman edin dendiğinde derler ki: ‘S e ­

etmediklerinin farkında olduklarını ifade eder.

fihlerin, yani ayak takımının, marifetsiz, kültürsüz, İlmî sevi­ yeleri olmayan o kimselerin inandığı gibi mi inanacağız?’ D e ki: ‘Dikkat edin, geçm işlerine bakın ve gelecekleri hakkında uyanık olun. Esas sefihler, yani duygu ve düşünce eksikliği içinde bulunanlar o münafıklardır. Fakat bunu bilemiyorlar, bilem ezler d e .’ ”

Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri

Bundan başka ^İÜI y>\ lZS beyanıyla onlardan tıpkı mü’ minlerin inandığı gibi iman etmeleri istenmektedir. Esasen bu bir bakıma meselenin tavzihi gibidir. Yani bu ifadeyle onla­ ra âdeta şöyle denilmektedir: “Siz şimdiye kadar bir çeşit inanış içindeydiniz. Şu anda da değişik bir inanç peşindesiniz. Ama ne o inanışınız ne de bu imanınız kat’iyen makbul değildir. Şu an­ da yepyeni ve terütaze bir iman anlayışıyla zuhur eden,

la

ifade edilen yeni bir insan topluluğu var. Aslında siz de bunları

(13. Âyet)

çok iyi biliyorsunuz. Bu insanlara ittiba etmek suretiyle gerçek­

Ojilk i N : “Bilem em e” ifadesi, nefy-i istikbal kipiyle anla­

ten iman ediniz.” ^İÜI “insanlar” kelimesinin başındaki harf-i

tılmaktadır. Ayrıca burada “ bilemezler” sözü, “ istikbalde bi­

tarif, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) etrafında

lemezlerse şimdi de bilmiyorlar” anlamına gelmektedir. İfade

halkalar teşkil eden maruf insanları yani sahabe-i kiram’ı ifade

burada öjiİAş t» şeklinde olsaydı, o zaman cümle, “Şimdi

etmektedir.

bilmiyorlar ancak ileride bilebilirler.” anlamına gelirdi ki, bu münafık karakterini tam aksettirmezdi. Evet, bu hususu şim­

Ayrıca daha önceki 8. âyet-i kerimede geçen ^ 0 1

jaj

ifa­

desiyle bu âyette geçen ^ 0 1 kelimesi beraber ele alındığında,

di olmadığı gibi ileride de bilmeleri mümkün değildir. Çünkü

burada münafıklar için bir kınama olduğu nüktesini çıkartmak

bu bir ilim meselesidir.

da mümkündür. ^ 0 1

ifadesiyle “insanlardan öyleleri var­

O gün mü’ minler münafıklara yer yer “iman ed in .” di­

dır ki” denilerek münafıkların bir bakıma insanlar içinde garip

ye tebliğde bulunuyorlardı; buna karşılık münafıklar da 01

bir gürûh olup, hâl, tutum, davranış ve anlayışlanyla hiç de

diyerek iman ettiklerini ifade ediyorlardı. Ancak Allah’ ın, bu

hakiki m ânâda insan olmadıkları ifade edilmektedir.

âyet-i kerimede mü’ minlerden münafıklara tekrar 101 dedirt­

Ancak, âyet-i kerimede, münafık olmalarına rağmen yi­

melerini istediği görülmektedir ki, burada iki mülâhaza söz

ne de insanlar içinde kendilerine bir yerin verildiği görülmek­

konusudur:
1. Münafıklar, “İman ettik.” demelerine rağmen yine de

tedir. Bu, şeytanın meleklerle beraber Hazreti Adem’e secde etme emrine muhatap olmasına benzer. Aslında şeytan, j l S

onlara “ İmanın bütün erkânına iman edin.” denilm ek­

j>J\

tedir. Çünkü imanın rükünlerinden bir tekine bile ina-

sindendi ve cinlerin de merede kısmmdandı ama meleklerle

nılmadığı takdirde o iman, iman olmaz.

beraber bulunuyordu. Bunun için,

2. Allah, mü’minlere, münafıkların durumlarını çok iyi bil­ diklerini söyletmektedir. Zira mü’minlerin onlara \J*\

“O, cinlerden idi. ”290 âyetinin mantukunca cin taife-

Yj 1
Kehf sûresi, 18/50.

I JUl < *> JU 0 i SJj j -İİ 5Y U

“Bir vakit meleklere: ‘Âdem için secd e edin!’

248____________________________________________ Bir İ'câz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Celîlesi (13-14. Âyetler) ___________________________249

dedik. Bütün melekler secde ettiler de İblis etmedi. ” âyetin­

Ancak âyetlerin umumi akışına bakıldığında, münafıkla­ rın bu ifadeleri, mü’minlerin yüzlerine karşı söylediklerini an­

de, melek olmamasına, cinlerden olmasına rağmen meleklerle beraber secde emrine muhatap olduğu ifade ediliyor. Aynen

lamak da mümkündür. Zira münafıklar ile mü’minlerin arasın­

onun gibi insanlar içinde de beşerin şeytanı sayılan münafıklar

daki münasebet, bazen karşılıklı konuşma şeklinde de olabili­

anlatılırken “İnsanlar içinde bir güruh vardır ki...” ifadesi kul­

yordu. Dolayısıyla bu karşılıklı konuşma esnasında münafıkla­

lanılmaktadır. Bir mânâda onlara: “Siz marazınızın artmasıyla

rın

ve selim fıtratlarınızı bozmakla insanlar arasındaki yerinizi kay­

lıklarına uygun düşmektedir. Aslında, siyak-sibak bütünlüğü

betme durumundasınız. Öyleyse ^ 0 1

İZS \ j^»\ “Hakiki in­

sanların iman ettiği gibi iman edin. ” denilmektedir. Onlar ise,
“Biz sefihlerin yani görgü ve düşüncesi kısır olanların inandığı gibi mi inanacağız?! Bunu mu bize teklif ediyorsunuz?!” diye­ rek bu teklifi geri çevirmişlerdir/çevirmektedirler.

lJ\ İZS

cümlesini ifade etmeleri onların küstah­

içerisinde âyetlere bakıldığında, onların bu cümleyi rahatlıkla mü’ minlerin yüzlerine karşı söyleyebilecekleri de mümkün gö­ rünmektedir. Zira münafıklar, Allah’a karşı bile hud’a yapma cüretini izhar etmiş, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve mü’minlerin firâsetini kâle almadan bu mevzuda on­ lara mukabelede bulunmuş, kendilerine "Fesat çıkarmayın!"

Bundan şu da anlaşılabilir: Münafıklar, esasen kendile­ rine göre bir çeşit inanıyorlardı. Ne var ki bu inanma, Allah katında makbul olan iman şeklinde değildi. Bu çarpık anla­ yışla onlar, mü’ minlerin inanma şeklini sefihlere has bir iman olarak görüyor ve bu şekildeki hakiki imana karşı tavır alı­ yorlardı. denildiğinde sözde akıllıca davrandıklannı zannederek “Fesat çıkarmıyoruz, biz ıslahçılarız.” demişlerdi...
Bir kere umumi karakterlerine bakıldığında münafıkla­ rın fıtratlarının bozulduğu açıkça müşahede edilmektedir.
Böyle bir fıtrat bozukluğu yaşayan bu insanların, karşılaştık­ ları m ü’ minlere: £l|ÜJI ^ 1 İZS

Burada akla şöyle bir soru gelebilir: “Münafıklar,

demeleri gayet normal­

dir. Vâkıa onların böyle demeleri, hâlet-i ruhiye itibarıyla öf­

İZS ‘Sefihlerin, yani bilgisiz, kültürsüz, İlmî s ev iye­

kenin, şiddetin ve hiddetin ulaşabileceği son noktaya ulaşmış

leri olmayan sıradan kimselerin inandığı gibi mi inanacağız?’

olmasının onlarda hâsıl ettiği bir feveran ve patlamanın ne-

ifadesini kendilerine emr-i bi’l-ma’ruf yapan m ü’ minlere mi,

ticesiydi.

yoksa şeytanlarıyla baş başa kaldıkları zaman kendi kendile­ rine mi söylüyorlardı?”

Ayrıca onlar burada maksatlarını gizleyip başka şekilde söyleme mânâsına bir de tevriyede bulunuyor, j^l \Z
S

Bu mevzuda tefsirciler değişik yorumlar ortaya koymuşlar­

iljLiJl ifadelerini iki şekilde anlaşılabilecek bir üslupla söylü­

dır. Esasen her iki mânâyı kabul etmekte de bir beis olmasa ge­

yor ve diyalektik yapıyorlardı. Evet onlar, söyledikleri sözü; hem yukarıdaki şekilde hem de. “Ya ne zannediyorsunuz, tabi inanacağız. Yoksa bizim sefihlerin yaptığı gibi mi yapa­ cağımızı zannediyorsunuz?” şeklinde anlaşılabilecek biçimde söylüyorlardı ki, böyle bir üslupla bir taraftan asıl maksatla­ rını gizlemiş oluyor, diğer taraftan da içlerindeki gayzlarını

rek. Vâhidî, münafıkların insanların içinde değil de daha ziya­ de şeytanlarıyla baş başa kaldıkları zaman

y>\ lZS

dediklerini ifade etmektedir.2 1 Zira onlar, mü’minlerin yüzüne
9
karşı bunu söyleyecek cesarette değillerdi.
2 1 el-Vâhidî, Tefsîru’l-Vâhidî 1/93.
9

250..... —

___________________________________ Bir i'caz Hecelemesi
251

Bakara Sûre-i Çelilesi (13-14. Ayetler)

seslendiriyorlardı. Esasen Kur’ân-ı Kerim’in bu mevzudaki ikazlarına bakıldığında münafıkların hiç mi hiç inanmadıkları anlaşılmaktadır. Aslında onların -bir şaşkının da ifade ettiği gibi- kendile­ rince bir inançları vardı. Ne var ki, Allah’ ın dini yanında ken­ dine göre inanmanın çerçevesinin ne olduğu da belli değildi.
Belki, nebilerin sesinin soluğunun ulaşamadığı devirlerde in­ sanların kendilerine göre bir inanç sistemi oluşturmaları imkân dâhilindeydi; ancak Peygamber vahyini duyduktan sonra ar­ tık “kendine göre bir iman” olmazdı. Abdülaziz Mecdi Efendi’nin hayatıyla alâkalı bir eserde okumuştum. Zannediyorum,
Feylosof Rıza Tevfik, Tevfik Fikret’i müdafaa sadedinde, bir mecliste şunları söyler: “Tevfik Fikret tamamen mutekit idi, dindar idi, fakat dini herkesten başka bir surette anlardı.” Bu­

yakîniyle bizim gibi sıradan birinin yakın ü.iz’anı bir değildir.
İsterseniz bir de bu zaviyeden meseleye bakalım; o zaman kendi imanlarını akademik seviyede gören, ekonomik ve kül­ türel açıdan kendilerinden daha aşağıda gördükleri insanla­ rın imanlarını alaya alan münafıkların nasıl bir gaflet içinde bulundukları görülecektir.
Netice itibarıyla münafıkların
'jâ \\ S
Z
demele­ ri ister sahabiyle istihza etmek olarak ele alınsın, ister aslın­ da inanmadıkları hâlde inanıyor gibi görünmelerinin ifadesi olsun, isterse sahabeyi sefih sayıp, okumuş, kültürlü ve gör­ gülü kimseler için ayrı bir iman anlayışı iddiasmdaydılar şek­ linde anlaşılsın; evet konu hangi şekliyle ele alınırsa alınsın münafıkların ciddi bir tutarsızlık içinde oldukları müşahede edilecektir. nun üzerine Merhum Babanzade gayet latif bir ifadeyle şu mu­ kabelede bulunur: “Filozofçuğum! Fikret büyük bir şairdir, de­ yiniz. Şiiri lâyık-ı takdirdir, deyiniz. Peki, deriz. Numune-i fazi­ let idi, deyiniz. Birçok kuyud-u ihtiraziye ile ona da, peki, de­ riz. Fakat, mü’ min idi, Müslüman idi demeyeniz. Çünkü sizi herkesten evvel kendisi tekzip eder.” 2 2
9
Tekrar konuya dönecek olursak, burada bir nükteden daha söz edilebilir. Kur’ân, ibtida ile intihayı cem eden bir kitaptır. Yani mübtedi bir insan samimi hissiyatıyla kendini ona verdiği zaman tatmin olup doyabileceği gibi, müntehî sayılan bir başkası da onu farklı bir derinlikte duyabilir. Bu itibarla Kur’ân, öyle bir iman anlayışı vaz’ etmiştir ki onun dı­ şında başka bir iman anlayışı ortaya koymak densizlik olur.
Ne var ki, Kur’ ân’ m ortaya koyduğu bu iman anlayışında bir kısım terakki farklılıklarının olduğu açıktır. Evet, bir sahabinin imandaki seviyesiyle Allah Resûlü’ nün (sallallâhu aley­ hi ve sellem) iman mertebesi bir olmadığı gibi bir hak erinin

Ayrıca, ifadelerinde şu tür nükteler söz konusudur:

1. İman, şahısların hissiyat ve anlayışlarına göre çeşitlilik ve renklilik arz etmez. Onun tek rengi vardır, o da

Osman Ergin. BalIkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun: Hayatı ve Şahsiyeti s. 182.

I

fİ S j/l 4 '
“Allah nezdinde din İslâm'dır. ”293 âyetinde ifadesini bulur. Başka düşüncelerin ürünü olarak din diye ortaya sürülen hiçbir sistem, Islâm’ın yerini tutmaz/ tutamaz. Nitekim j i j & jiiî

llo

çSz

^ “Kim, İslâm'dan başka bir din, bir sistem ararsa, bilsin ki kendisinden (bönle bir anlayış) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır. ”2 âyet-i kerimesi açık ve net olarak bu haki­
94
kati ifade etmektedir. Evet İslâm dışında gidilen yolların hepsi merduttur ve hiçbirinin nezd-i ulûhiyette makbul liyeti de söz konusu değildir. ja 2 3 Âl-i İmrân sûresi, 3/19.
9
22
9

lilj

2 4 Âl-i İmrân sûresi, 3/85.
9

252

B ir İ ’câz Hecelemesi

2.

kelimesiyle ifade edilen o maruf insanlar sahabe-i kiram’dır. “Mutlak zikir, kemaline masruftur.” prensi­ binden hareketle “insanlar” denince, en kâmil mânâda insan olan ashab akla gelmektedir. Binaenaleyh burada sanki münafıklara “Siz sahabe-i kiram gibi iman edin.” denilmektedir. Bu ifade, o devrin münafıklarına, inan­ ma mevzuunda örnek olarak uyulması gerekenlerin sa­ habeler olduğunu anlattığı gibi aynı zamanda, ondan sonra gelecek kimseler için de “sahabenin imanının da­ ima örnek bir iman” olduğunu anlatmaktadır.

3.

Bakara Sûre-i Çelilesi (13-14. Âyetler) ____________________________253

meşhur ve maruf olmuş bazı kimseler vardı ve müna­ fıklar da bu sahabileri yakından tanıdıkları için onla­ ra doğrudan doğruya -h â ş â - sefih diyorlardı. Binaen­ aleyh münafıkların ifadelerinden hareket edilecek olur­ sa £IJÜJ1 kelimesindeki harf-i tarifi, “ahd-i zihnî” ola­ rak düşünmek icap edecektir. O takdirde ll+aJJi keli­ mesi “şu aramızda maruf/belli sefihler” mânâsına gel­ miş olur.
Vâkıa, farklı bir zâviyeden bakıldığı takdirde bunun ahd-i hâricî olarak düşünülmesi de mümkündür. Buna

jZ\ II5 \jj»\ cümlesindeki kâf-ı teşbihle sadece m ü­

göre münafıklar “ Biz şu akılsız ve budalaların inandık­

nafıklara değil bütün insanlara, “ Ey çağın insanları ve

larına mı inanacağız?” dem ek suretiyle kendilerince

daha sonrakiler, siz asla sahabe gibi inanamazsınız.”

m ü’ minlerle istihza ediyorlardı. Kur’ ân-ı Kerim, onla­

şeklinde bir ima da söz konusudur. Zira m üşebbeh

rın daha evvelki iddialarının cevaplarını verdiği gibi

(benzetilen), m üşebbehün bih’ in (kendisine benzeti­

bu istihzalarını da cevapsız bırakmamıştır.

len) aynı değildir. Meseleyi değiştirip ashaptan ileriye

Konuya bir de âyetin sebeb-i nüzulü açısından bakmak ya­

giderek teşbihte bir taklib yapm ak belâgat kaidelerine

rarlı olacaktır. Evet, esbâb-ı nüzul, esasen temel hususun tasvi­

aykırıdır. Öyleyse sahabeyi takip eden nesiller im anda

rini yaparak o tip hâdiselere bir bakıma cevap olması ve daha

ne kadar ileriye giderlerse gitsinler hep “gibi” olacak fakat kafiyen “aynı” olamayacaklardır.
4. Bundan başka

“İnanacak m ıyız?” ifadesinde şöy ­

le bir nükte de mevcuttur: Münafıklar ö n ceden lL»l “Biz

sonra gelecek hâdiseleri de o tür hâdiselere tatbik etme imkânı hazırlaması açısından çok önemlidir. Her ne kadar bazı âyetler, hususi şahısların hususi hareketlerinden ötürü nâzil olmuşsa da bunu umuma teşmil etmekte herhangi bir mahzur yoktur. Zira herkesin bu türlü derslerden alacağı ibretler vardır.

iman ettik.” demişlerdi. Yani dem agoji yaparak, “Bir

Abdullah İbn Übey İbn Selûl ve onun liderliğindeki o zâ-

kez daha mı iman!” dem ek istemişlerdi. Fiil-i muzâri

hiren çok zeki görünen, akl-ı meaşla zeki olan ancak meâdı

hem teceddüt ifade etmekte hem de hakikaten hâle,

bilmeyen (yani dünyayı gören fakat ahireti bilmeyen) bu kim­

mecâzen de istikbale bakmaktadır. Evet münafıklar,

seler sahabe-i kirama -h â ş â - sefih nazarıyla bakıyorlardı ki,

bu ifadeyle “Daha ön ce iman etmiştik, bundan sonra

burada şöyle bir durum söz konusudur:

da hep inanma mecburiyetinde mi kalacağız?” dem ek istemiş ve ayrı bir inhiraflarını seslendirmişlerdi.
5. Ashab-ı kiram arasında Selman-ı Fârisî, Ebû Hüreyre ve Bilal-i Habeşî (radıyallâhu anhüm) gibi fakirlikleriyle

Daima rahatını ve zevkini düşünen, rahat ve huzurunu ihlal edecek her türlü hareketi kötü kabul eden ve bu türlü hareket­ lerle huzurunu kaçıranlara sefih ve deli nazarıyla bakan bir kı­ sım maddeciler hemen her devirde görülegelmişlerdir. Nitekim

254 ________________________ ____________________ B ir İ ’câz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Çelilesi (13-14. Âyetler) ____________________________255

Peygamber Efendimiz’ in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Allah’ı o

Böyle olunca onlar kendi içlerinde sahabiye, normal görerek,

kadar çok hatırlayın, o kadar çok anın ki neticede size deli d e­

-h â ş â - sefih diyebiliyorlardı. Vâkıa yer yer bunu izhar da edi­ yorlardı. sinler. ”295 hadis-i şerifi de bu hususu teyit eder mahiyettedir.
Evet, inanan bir kimsenin, hasımları tarafından mecnun olarak itham edilmesi hep olagelmiş bir husustur. Zaten bir m ü’minin davranışları, mülhitlere ve fısk u fücûr içinde olanlara tıpatıp uyuyorsa o mü’min, gerçekten onlardan ayrılarak zâti kimlik ve şahsiyetiyle kendini olduğu gibi gösterememiş demektir. Kat’ i hatlarla mülhitlerden ve mütemerritlerden farklılık arz eden bir mü’minin bütün davranışları, mülhit ve mütemerritleri kendi yanlış kıstasları içinde hep yanlış mülâhazalara sevk edecektir.
Mesela bir mü’ min, Peygamberinin: “Kim bugün iman ederek ue sevabını Allah’tan bek leyerek burada savaşıp ölürse
C en n ete girer.” müjdesini duyup elindeki hurmaları atar ve:
“Bunların eliyle ölmekle Cennet’e gireceksem bu canıma min­ net.” diyerek hayatını istihkâr eder ve şehadete yürür.296 H a­ yatı en mühim mesele sayan ve Kur’ ân-ı Kerim’ in ifadesiyle bin sene ömür yaşamayı isteyen bir insanın,297 hayatını istih­ kâr edip böylesine her şeyi elinin tersiyle iten bir zata sefih d e­ mesi kendince gayet normaldir.
Şimdi bir insan düşünün ki, çoluk çocuğunu kendi öz yur­

yŞ\

j Uj

ly*

o l ' M “Size kar­

şı olan düşmanlıkları ağızlarından taşıp meydana çıkmaktadır; kalblerinin gizlediği düşmanlık ise daha büyüktür.”298 âyeti bu­ nu açıkça göstermektedir. Cenab-ı Hak da onların içlerindeki bu düşmanlığı jjX İ ^ Y j f i j *14ÜJI

YÎ “İyi bilin ki, asıl

sefih onlardır ama bilmiyorlar” âyetiyle açığa çıkartmakta ve onların karakterlerini ortaya koymaktadır.
İslâmî kaynaklarda Bakara sûresi 10-14. âyetlerin sebeb-i nüzulü olarak şu hâdise zikredilir: Abdullah İbn Übey adam­ larıyla beraber bir gün yürürlerken Hazreti Ebû Bekir, Hazreti
Ömer ve Hazreti Ali’ye rastlarlar. Abdullah İbn Übey yanında­ kilere: “Bakınız ben şu gelen sefihleri başımızdan nasıl savaca­ ğım.” şeklinde mırıldanır ve yaklaştıkları zaman hemen Hazreti
Ebû Bekir’ in elini tutar, ona “Merhaba Teymoğullarının efendi­ si, şeyhu’l-İslâm, Resûlullah’ m mağarada arkadaşı, kendini ve malını Resûlullah’a vermiş bulunan Hazreti Sıddık!” der; sonra
Hazreti Ömer’ in elini tutar, ona da, “Merhaba Adiyoğullarının efendisi, dininde kuvvetli, nefsini ve malını Resûlullah’ m yolu­

dunda bırakıyor ve bir sığıntı gibi başkalarının evine sığınıyor.

na adamış Hazreti Faruk!” diye riyada bulunur; sonra Hazreti

Zamanında Yemen ve Şam ticaretiyle önemli imkânlara sahip

Ali’ nin elini tutar ve aynı riyakâr tavırla, “Merhaba Resûlul-

olan bu insan, sığındığı o kimsenin bağında, bahçesinde bir iş­

lah’ m am ca oğlu ve damadı, Resûlullah’tan sonra bütün Hâ-

çi gibi çalışıyor. İşte böylesine akıl almaz fedakârlık ve sıkıntıla­

şimoğullarının efendisi!” sözleriyle alayına devam eder.

ra göğüs geren bir mü’ minin bu durumunu gören münafıklar bu kişiye sefih diyorlar.
Bundan da anlaşılmaktadır ki, mü’min ve münafıklar na­ zarında ölçüler çok farklı ve değer hükümleri de ayrı ayrı idi.
Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/68, 71.
296 Buhâri. meğâzî 17; Müslim, imaret 143.
29 Bkz : Bakara sûresi. 2/96.
7

Bunun üzerine Hazreti Ali: “Abdullah, Allah’tan kork, münafıklık etme, çünkü münafıklar Allah’ ın en kötü kulları­ dır.” mukabelesinde bulunur. Abdullah İbn Übey de cevaben:
“Sen ey Ebâ Hasen, benim hakkımda böyle mi düşünüyor­ sun? Allah’a yemin ederim, bizim imanımız sizin imanınız gibi
28 Âl-i İm sûresi, 3/118.
9
rân

256

Bir I eâz Hecelemesi
Baltam Sûre-i. Çelilesi (13-14. Ayetler) ____________________________ 257

ve bizim tasdikimiz de sizin tasdikiniz gibidir.” der ve ayrılırlar.
Daha sonra arkadaşlarının yanına dön en Abdullah İbn Übey

hususa daha ö n ce de değinmiştik. J»ÜS\ kelimesi, başındaki

onlara: “Nasıl yaptığımı gördünüz değil mi? İşte siz de bun­

harf-i tarifle, o gün daha ziyade Müslüman saflarında bulunan

ları her gördüğünüzde böyle yapınız.” talimatını verir, onlar

inanan insanları akla getirmekteydi. Ancak bu ^İÖÎ ifadesin­

da “Sağ ol, sen hayatta olduğun sürece seninleyiz.” diye onu

de şöyle bir mânâ da melhuzdur: “ Siz de insansınız, onlar da

pöhpöhlerler. Ebû Bekir, Ö m er ve Ali (radıyallâhu anhüm)

insan. Daha evvel hep beraber bulunuyordunuz. Sonra in­

efendilerimiz de bunu Efendimiz’ e (sallallâhu aleyhi ve sellem)

sanlardan bir grup, sizin gibi küfürde kalmayıp iman ettiler ki, hâlâ da insandırlar. Sizin onlardan herhangi bir üstün yanınız

aktarınca ilgili âyetler nâzil olur.299
Âyetlerin sebeb-i nüzulü olarak bu hâdise zikredilse de mevzu itibarıyla m esele umumidir. İmanı kurtarma adına ya ­ pılan âlemşümul çalışmalar göz ön ü n e alındığında günüm üz­ de de birtakım hizmete adanm ış kimselerin sefih nazarıyla

yok. Ö yle ise onların iman ettikleri gibi siz de iman ediniz.”
Ayrıca bu kelimenin tercih edilmesinde, “ İnsanlığınızın gere­ ği olarak m esele ele alındığında sizin de iman etmeniz gere­ kecektir ve bunun insanlık adına tenkit edilecek bir tarafı da yoktur.” gibi bir m ânâ da söz konusu olabilir.

ele alındıkları görülecektir. Yani tarihin h em en her devrinde
Mj f l j

bütün tazeliği ve nezahetiyle hak ve hakikat nam ına m ü cah e-

M “Dikkat edin, asıl sefihler onÎ

dede bulunan kimselerin davranışları sefeh eseri olarak m ü ­

lardır fakat bilmezler. ” Evet onlar, her ne kadar mü’minlere se­

talâa edilmiş ve bu insanlara çok defa sefih nazarıyla bakıl­

fih deseler de sefahatin ne olduğunu bilmemektedirler. Sefahet,

mıştır. Ancak, \>
5\

Jpdl

a Iİ?

1

üsÜ? J ljj M

p j â)l “ Üm m etim den bir grup, hak üzerine kâim ol­

bilmeye mütevakkıf bir meseledir. Daha ön ce de ifade edildiği gibi “sefih” lügat mânâsı itibarıyla “ muhakemesi, re’yi, görüşü kısır olan kimse” , şer’ i mânâsı itibarıyla da “aklın ve şer’ in sı­

maktan asla geri kalmaz. A llah’ın em ri (kıyam et) g elin cey e

nırlarına riayet etm eyen insan” demektir. Yani o, “sefil arzula­

d ek onlar hep galiptirler. ”300 hadis-i şerifinin de işaret ettiği

rını yaşayan, miskinlik içinde bulunan ve olumsuz alışkanlıkları

gibi kıyamet gününe kadar insanları hak ve hakikate çağıran

olan kimse” mânâsına gelmektedir. Gerçi bazen yüzüne bakıl­

mutlaka bir cem aat bulunacak ve b u cem aate sefih diyenler

mayan fakire, iltifat görm eyen zayıfa, ezilen mazlum kişilere de

de olacaktır. Evet, Hazreti  d em ’ le başlayan bu m ü cadele kı­

sefih denilmektedir ki bu da daha ziyade -K ur’ân-ı Kerim’ in

yam ete kadar devam edecektir.

değişik yerlerinde ifade edildiği gib i- müşriklerce nebilere ittiba

İşte Kur’ ân-ı Kerim, bu husustaki hükmünü şöyle noktala­ maktadır: öySju M

^ 1 M “Dikkat edin asıl s e ­
Î

eden kimseler hakkında kullanılagelmiştir.
Mesela, Hazreti Nuh’ a (aleyhisselâm) inanmayan kimse­

fihler onîardır; ama bunu bilem iyorlar.” Evet, münafıklara

ler: J 5 İI

“İnsanların inandığı gibi inanın.” denilip yol gösterildiğinde

cak ayak takımının sana ittiba ettiğini görüyoruz. ”301 diyerek

onlar, “Sefihlerin inandığı gibi mi inanacağız!” demişlerdi. Bu

H 3Î şJo j j j l M viuşl İM Uj “Biz, içimizde an­
JİI
I
^j

inanan insanları “ erâzil (ayak takımı, toplumun en alt tabaka­ sı)” kelimesiyle vasıflandırmış ve “süfeha” kelimesinin yerine

299 es-Sa’ lebî, el-Keşf ue’l-beyân 1/155. m Buharı, i’tisâm 10; Müslim, imaret 171.

w Hûıl sûresi. 11/27. ı 258 _____________________________________________ B ir İ ’câz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Çelilesi (13-14. Âyetler) ____________________________259

“erâzil” sözcüğünü kullanmışlardır. Az ön ce de geçtiği üzere

durağanlık yaşadıkları için, tamamen İlmî bir mesele olan se­

“sefih” i anlama ilme bağlıdır. İlim ise insanın kendi nefsini bil­

fahat sözcüğüne sığınıp onunla başkalarına çamur atmaları

mesinden başlar; başlar da insan, kendini tanımanın ışığı al­

kendi bilgisizliklerini göstermektedir.

tında hakka, irfana ve onun neticesinde de Cennet ve cem alullaha ulaşır. Kendini bilemeyen insanlar ise, Yunus’un

Bundan da anlaşılan şudur ki onlar, bilinecek şeyleri bil­ memektedirler hatta bilmediklerini dahi bilmemektedirler. D o­ layısıyla da bir türlü bu mürekkeb (katmerli) cehaletten kur-

“ İlim ilim b ilm ek tir
İlim kendin b ilm ek tir

tulamamaktadırlar; kurtulamamaktadırlar, zira onlar kendile­

Sen kendini b ilm ezsen

rini biliyor zannetmektedirler. Evet insan, bir şeyi bilmiyorsa

Ya n ice o k u m a k tır !”

onun cehaleti bir cehl-i basit, şayet bilmediğini dahi bilmiyorsa

ifadelerinde de olduğu gibi, Allah’ ı da bilemeyeceklerdir. Nif *1' i
/
tekim başka bir âyette de, ^ g.C ’»
.Âl
aul I l J “ Onlar Allah’ı j unuttular, Allah da onlara nefislerini unutturdu. ”302 buyrulur.
Bu iki esas arasında telâzum olduğu söylenebilir.

bir cehl-i mürekkeb; ve eğer bir şey bilmediği hâlde biliyor id­ diasında ise bu da bir cehl-i mük’ abtır (üç boyutlu). Evet bun­ lardan biri tek buudlu basit cehalet, İkincisi iki buudlu mürek­ keb cehalet, üçüncüsü ise üç buudlu mük’ab bir cehalettir. İşte burada o

Bundan da anlaşılmaktadır ki, münafıkların söyledikle­

Y

ifadesi münafığın böylesine muzaaf (kat kat)

bir bilgisizlik içinde olduğunu işaretlemektedir.

ri sözlerde bir İlmî gerçeklik bulunmamaktadır. İşte Kur’ ân-ı
Kerim de bu âyetteki fezlekeyle bize bunu göstermektedir.

Münafıklar ve bir kısım Ehl-i Kitap -insaflı olanlar müstes­ n a - bu kategori içinde mütalâa edilegelmişlerdir. O gün orta­

Nitekim bu siyakta geçen âyetlerde evvela ö j jAJLî U “Farkında değiller” , ikinci olarak

Y “Farkında değiller ve olm a­

da yeni bir mesaj ve bu dinin temsilcisi etrafında toplanmış, önceleri az am a zaman geçtikçe çığ gibi gelişen, büyüyen ay­

Y “Bilmiyorlar” denil­

dınlık bir kitle vardı. Onlar bunu hiç anlayamıyor ve sindire-

mektedir ki, bundan anlaşılan da şudur: Münafıkların, şu an­

miyorlardı. Gerçi azıcık basiretleri olsaydı ve kendi vicdanla­

da gözlerinin önünde olup bitenlere ka fiyen şuurları taalluk

rına, vicdanî müktesebatlarına dönüp baksalardı daha farklı

yacaklar” , üçüncü olarak da

etmemektedir. Burada M “ nefy-i hâl” içindir, yani hâl-i hazır­ da bir şeyin (burada şuurun) olmadığını ifade eder. Sonraki âyetin sonunda ise “nefy-i istikbal (bir şeyin gelecekte olm a­

davranacaklardı ve hem Tevrat’ın hem de İncil’ in bir Nebi-yi
Ümmî’den haber verdiğini göreceklerdi. Esasen onlar, böyle bir peygamberin kendi çevrelerinde zuhur edeceğini çok iyi biliyorlardı. Nitekim Hazreti Mesih’ten sonra o devre kadar

ması)” ifade eden M ile ile ifade edilenler, o

Y denilmektedir. Zira 6

^

Resûl-i Ekrem gibi şânı yüce, fezâil ve meârif âbidesi bir za­

N olm a yolundadırlar. Evet, bunlar,

tın zuhur ettiğine de hiç şahit olmamışlardı. Eğer onlar biraz­

şuuren şu anda olup bitenleri kavrayamadıkları gibi istikbale

cık olsun vicdan ve iz’an sahibi olsalardı Resûl-i Ekrem’in o

ait meseleleri de kavrayamayacaklardır. Zira şuur, akla mal­

işaret edilen peygam ber olduğunu hemen anlayacaklardı. Ne

zeme hazırlayan bir güçtür. Münafıklar aklî meselelerde bir

var ki, bu kadarcık olsun dönüp vicdanlarına bakmıyorlardı.

H sûresi. 59/19. aşir Onun için de bir türlü tereddütten kurtulamıyorlardı. Aslında,

260 __________________________________ __________ Bir İ ’eâz Hecelemesi

âhir zamanda gelecek N ebi’ nin ahiret hakkında tafsilat vere­ ceğini kitaplarında da görüyorlardı ama içlerindeki kin ve ha­ set böyle bir şeyi kabule fırsat vermiyordu. Bundan anlaşılan

261

Bakara Sûre-i Çelilesi (13-14. Âyetler)

JtI harf-i cerriyle kullanıldığında “ halvete varmak, baş başa kalmak” gibi anlamlara gelir.

şu idi ki, bunlar, esasen yanıltmayan bir şuura, bir akla ve

J>\ IjJüU \l\J ifadesinde, bir kısım cümleler tay­

bir ilme sahip değillerdi, bundan dolayı da gözlerinin önünde

yedilmek suretiyle îcâza gidilmiştir şeklinde yaklaşacak olur­

olup biten bu gerçekleri göremiyorlardı.

sak, takdiri:

'Hj şek­

Bu itibarla j jiiJo Y kelimesi, “ Onlar, size sefih dediler.

linde olur ki mânâsı için şöyle denebilir: “Yalnız kaldıkları,

Aslında onların kendileri şuursuz, aklı olm ayan ve aynı zaman­

yüz çevirip, çekip gittikleri ve gidip şeytanlarına ulaştıkları za­

da ilimsiz kimselerdir.” şeklinde Efendimiz’e ve m ü’ minlere

m a n ...”

yönelik bir teselli mânâsı ifade etmektedir. Bir diğer yönden burada şöyle bir şey anlamak da mümkündür: “Onlar şuursuz, akılsız ve ilimsiz kimselerdi. İslâm ise, şuur, akıl, fikir ve ilim

Pek çok müfessir, buradaki J l harf-i cerrinin ^

\jL>-

UM IjJlİ

\j)J- b p

“şeytanlarıyla baş başa kaldıkları zaman” şeklinde olur.

mü’minler bilebilirler. Öyleyse, onlarda olm asa da sizin m ese­
$

mânâ­

sına geldiğini ifade etmişlerdir. Buna göre mânâ:

üzerine müesses bir dindir. Müslüman olarak ancak bunları lelerinizin temelinde şuur, akıl, fikir ve ilim vardır.”

;

şeytan kelimesinin çoğuludur. Kelime, Kur’ân-ı
Kerim’ de hem müfred (tekil) hem de cem i’ (çoğul) olarak bir­ çok yerde geçmektedir. Şeytan kelimesi, ism-i cins olarak ele

jJI l_ Â IMj


alındığı gibi, ism-i hâs olarak da ele almagelmiştir.
İsm-i cins olduğunda, inatçı ve saldırgan olan her şeye bir m ânâda şeytan denir ki bu, o türü genel olarak ifade eder.

“Bunlar iman edenlerle karşılaştıkları vakit, ‘Biz d e m ü’mi-

Evet, her nevide, o nevi içinde şeytanlığa has hususiyetleri

niz.’ derler. Fakat şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında da:

bulunan türe “ insan şeytanı, cin şeytanı, hayvan şeytanı” de-

‘Emin olun biz sizinle beraberiz, sadece onlarla alay ediyoruz. ’

negelmiştir.

derler. ”

İsm-i hâs olmasına gelince: “Şeytan” kelimesi, Allah’a baş kaldırıp “Beni ateşten yarattın., ben daha hayırlıyım. ” di­

Müfredat Mânâsı (14. Ayet)

kovulan maruf şeytanı yani İblis’ i anlarız. Ancak bu maruf

İM şart edatıdır.
1 kelimesi, jİ3 yen, Hazreti  d em ’e secde etmeyen ve Allah’ ın huzurundan şeytanın, onun insanlar arasındaki avenesiyle de her zaman

- ^âJ’ den gelir. Mâzi fiilin cem -i

müzekker gâip sigası olup “ karşılaşma, yüzyüze gelm e, g ö ­

açık-kapalı bir tesvîl (günahları süsleme) şeklinde tesiri söz konusudur. Evet;

rüşme, mülaki olm a” gibi mânâlara gelmektedir.

J\
Bunun gibi, IJİÂ kelimesi de, j ~ ^ kökünden gelir, mâzi fiilin cem -i müzekker gâip sigası olup,

d jjrk

(Ş :y .

ü

r H
^

' j

ç?

j &

Jj^jl

d j İ

f

262

Bir İ'câz Hecelemesi

“Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düş­ man kıldık. (Bunlar) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fı­ sıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Öyle ise artık
Sen onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak. ”3 3 âyet-i ke­
0
rimesinde de ifade edildiği gibi insî şeytanlar ile cinnî şeytanla­ rın birbirleriyle sürekli irtibatlı oldukları görülmektedir. Bunlar, bir yerde fitne ve fesada dair iğfal (aldatma) ve idlâl (saptırma) cinsinden bir fikir ve düşünceyi süsler, bezer, insanlar arasında yayıverirler. Zannediyorum dünyanın hemen her yerinde fitne ve fesada ait düşünce ve fikirlerin sloganik hâle gelmesi de on­ ların aralarındaki bu diyalogdan kaynaklanıyor.
Nâs Sûresi’nde “vesvâs” ve “hannâs” olarak ifade edilen, her insana musallat olabilen, görünmeyen fakat insanı baştan çıkarmak için devamlı vesvese veren şeytanlar vardır. Bir gün
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Ebû Zerr’e:
“İnsî ve cinnî şeytanların şerlerinden Allah’a sığındın mı? ” de­ di. Hazreti Ebû Zer de bu suale, yine bir sual ile karşılık ver­ di: “İnsanlardan da şeytan var mı?” Allah Resûlü cevabında:
“Evet, hem de onlar cinnî şeytanlardan daha da şerirdirler.” buyurdu.304 Bu hadis-i şerif açıkça hem insanlar hem de cinler arasında şeytanlar bulunduğunu göstermektedir. Hazreti Üstad, “Eğer onlar maddî ceset giyseydiler, bu şerîr insanların aynı olacaktılar. Hem eğer bu insan suretindeki insî şeytanlar cesetlerini çıkarabilseydiler, o cinnî iblisler olacaktılar. ”305 söz­ leriyle cin ve ins şeytanları arasındaki duygu ve düşünce ben­ zerliğine işaret eder.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) meseleyi daha da şümullü tutarak, “Her bir devenin üzerinde (bir rivayette: ar­ kasında) bir şeytan vardır.”306 buyururlar. Hazreti Ömer’in
3 9 En'âm sûresi. 6/112.
0
3 4 Nesâi, istiâze 48; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/178, 265.
0

Bakara Sûre-i Çelilesi (13-14. Âyetler) ____________________ _— 263

başından geçen şu vak’a da bu meseleyi teyit eder mahi­ yettedir: Hazreti Ömer, Şam’a geldiklerinde bir ata biner. At ciddi bir şetâret ve neşât içinde kendinden geçmiş insan gibi zevk ve şevkle şahlanır. Onun böyle yarış atları gibi gururlu ve kibirli davranışları Hazreti Ömer’in hoşuna gitmez, Koca
Halife, bu attan aşağıya inerek şöyle der: “Beni bir şeytana bindirdiniz.”307 Şeytan kelimesinin kaynaklarda j L i ’den veya J a - j*li
’dan geldiği zikredilmektedir. fJaSden geldiği düşünülecek olursa, “uzak olmak, uzaklaşmak” mânâsına gelmesi itibarıy­ la “Allah’ın rahmetinden uzak olan.” demektir, Ja-i* - JsLi’dan geldiği kabul edildiği takdirde de “helak olmak, yanmak, batıljolmak” anlamına gelmektedir. Secde ile Allah’a yakınlığı mümkün iken, Allah’a başkaldırıp serkeşlik etmesiyle kendi el­ leriyle kendini helâke sürükleyip, kendi menfaatine olan şeyleri iptal ettiğinden ona “şeytan” denilmiştir. Evet o, rahmet-i ilâhiyeden uzaklaşmış, yanmayı hak etmiş ve bütün davranışları bâtıl, değersiz hâle gelmiş denî bir mahlûktur. j jSjjZJLi : İstihza, Îj4e ~ fiilinin istif’âl babındandır ve
“maskaraya alma, biriyle alay etme, birini hakir görme” gibi mânâları içerir, j k e l i m e s i , bu fiilin ism-i fâil sigasınm çoğulu olup, “istihza edenler” mânâsmadır.
Şimdi verilen bu iştikak bilgileri ışığında âyetin mânâsını hecelemeye çalışalım:
Onlar, Müslümanlarla karşılaştıkları zaman onlara karşı
“Biz iman ettik. ” derler. Sonra dönüp şeytanlarıyla, reisleriy­ le ve hemfikir oldukları kimselerle baş başa kaldıkları ve on­ larla beraber bulundukları zaman “Biz kafiyen sizinleyiz, sa­ dece onlarla istihza ediyorduk. ” derler.

3(6 Bediüzzaman, Lem alar $. 103 (On Üçüncü Lem’a, Onuncu İşaret). m el-Hâkim, el-Müstedrek 1/612; İbn Hibbân, es-Sahîh 4/602, 6/411.

3 7 er-Râzî, Mefâtîhu'l-ğayb 1/17,61.
0

264

Bir I ’cnz Hecele inesi

Yukarıda esbab-ı nüzul için arz edilen Abdullah İbn Übey
İbn Selul örneğine bu âyet-i kerime perspektifinden bakılabi­ lir. Hatta Abdullah İbn Übey İbn Selul zihniyetindeki insanla­ rın her devirde Müslümanlarla nasıl istihza ettikleri/edecekleri bundan çıkarılabilir.

jj jJl

Evet orada “İman ettik. ” derler ama,

IjÜ- BjJ

“Şeytanlarıyla baş başa kaldıkları zam an”

ty l^

“Biz si­

zinle b eraberiz.” derler. Demek ki onlar, mü’ minlerle devamlı oturup kalkmıyorlardı. Sık sık fikirlerini olgunlaştırmak, pişir­ mek için fikir babalarına müracaat ediyor ve şeytanlarının yanlarına gidip geliyorlardı. Yukarıda da işaret ettiğimiz gi­

Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri
(14. Âyet)
Ijlil

265

Bakara Sûre-i Gelilesi (13-14. Âyetler)

bi, \ p - kelimesi

IjİJ lilj : Buradaki IS şart edatıdır ve cezm (ke­
I

ile kullanıldığı zaman “vâsıl oldu” mânâsı

da verilebilir. Dem ek ki onlarla şeytanları arasında her zaman bir vuslat cereyan ediyordu. Vuslata vardıkları zaman p ü Ü

sinlik) ifade etmektedir. ISI’nın cezm ifade etmesinden, m ü­ nafıkların Müslümanlarla sık sık karşılaştıkları anlaşılmaktadır.
\Jj\ jJ J l “Onlar ki iman ettiler. ” Burada “ iman etm ek” fiilinin mazi sigasıyla anlatılması şu hususu işaretlemektedir:
Müslümanlar da tıpkı diğerleri gibi daha evvel iman etmiş d e ­ ğillerdi. Yani onlar da sonradan iman ettiler. Bu tarz ifadede iki nükte hatıra gelmektedir:

“Biz sizinle beraberiz.” diyorlardı.
Burada şöyle bir belâgat nüktesi de göze çarpmaktadır:
Bunlar haddizatında m ü’ minlerden her zaman şüphelenip ciddi bir reybîlik içinde bulunmalarının yanında âdeta kendi kendilerinden de şüphe ediyorlardı. Evet mü’ minlerle karşı­ laştıklarında &l diyen bu kimseler, kendi adamlarının yanla­ rına döndüklerinde de bu sözü hakikaten kalbden söylem e­

Birincisi, “İman edenler de bir zamanlar sizin içinizde, sizden birileriydi. Ancak onlar, iman etmekle sizden ayrıldı ve emniyet yoluna girdiler.”

diklerini belirtme lüzumunu hissediyor da: “Biz onlarla kar­ şılaştığımızda &l dedik am a içimizden gelerek söylememiş­ tik; aslında biz her zaman sizinle beraberiz.” diyerek güven

İkincisi, bir edebî tasvir çerçevesinde

'j ^ 'Mi gibi

vermek istiyorlardı ve onlara karşı da tereddüt yaşıyorlardı.

bir ifade yerine IJs\ ^JJI diyerek hem ism-i mevsûl hem de

Yani onlar, Müslümanlarla karşılaştıklarında Müslümanlara

ism-i mevsûlun sılası olan I

ile şu önem li husus resmedili­

müdârât yapıyor olduklarının anlaşılacağı endişesini taşıyor;

yor: Sizin de açıktan açığa gördüğünüz gibi, birer birer ce p ­

şeytanlarının yanına döndüklerinde de Müslümanlara karşı

henizden insanlar ayrılıyor ve içten bir iştiyakla “İman ettik. ”

sergiledikleri o sûrî muam eleden ötürü “Acaba bizimkiler biz­

deyip onların cephesine iltihak ediyorlar. Gözünüzün ön ü n ­

den şüpheleniyor m u?” paniğini yaşıyorlardı. Bunu, te’kidli

de dünden bugüne hep iman ettiler, ediyorlar ve edecekler.
Onlar ise bu tür İslâm’a yönelişler karşısında, ^ jJIIjÂÎ ISIj
\
ii\

\j*\ âyetinde ifade edildiği üzere, m ü’minlere karşı ta-

isim cümleleri içinde emniyet telkin etmeye çalışır mahiyette­ ki ifadelerden anlamak mümkündür: p^LS Ul, bir isim cümlesidir ve “G erçekten biz sizinle b e ­

kıyye yapıp &l diyorlardı. Bu bir bakıma şu dem ek oluyordu:

raberiz. ” anlamına gelmektedir, o

“ Hani daha önce iman ettik dedik ya!” Aslında jZ\

“Biz sa d ece onlarla istihza ediyorduk.” şeklinde dostlarına

ifadesi de bir bakıma bunu teyit ediyor.

güven verm e mânâsmdadır.

t

s

j

j

cümlesi de

266

Bir İ ’câz Hecelemesi

Kur'ân-ı Kerim’de değişik yerlerde nazara verilen, “ kuvve­ tin hakta olması” ve “mü’minlerin aziz olmaları...” gibi prensip­ ler açısından yukarıdaki meseleye bakıldığında şu neticeler or­

Bakara Sûre-i Gelilesi (13-14. Âyetler) ___________________________ 267

ederler. Onlar bunu mü’ minlerin yararlandığı nimetlerden is­ tifade etmek için yaparlar.

taya çıkmaktadır: Mü’min, izzet-i nefis sahibidir; ne var ki nefis,

IpÂ- b p : Münafıklar, mü’ minleri hiçbir za­

bizzat ve lizatihâ aziz değildir. Bunun mânâsı şudur ki, mü’ min,

man candan kabul etmezler. Onların nokta-i istinadı ve fikir

Allah’a itimat ettiği için her zaman azizdir, komplekse girmez ve

babaları, sık sık buluşup, baş başa kalıp, kendilerinden fayda

tezellüle rıza göstermez.. Allah’tan başka kimsenin karşısında

umdukları cinnî ve insî şeytanlarıdır, hemen her zaman on­

bel kırmaz, boyun bükmez., ve aynı zamanda o, çok şefkatlidir,

lara dayanırlar; zira kalben onların yanındadırlar. Devamlı

kimseyi zelil kılmaya ve küçümsemeye de yeltenmez. Düşmü­

mü’ minlerin içinde kalmaları, insî şeytanlar tarafından ta’ n u

şün elinden tutar kaldırır, mazlumun imdadına koşar. Bunların

teşnîye (kötülemeye ve ayıplamaya) sebebiyet vereceği endi­

yanında o her zaman hakperesttir, hakikat-âşinadır, hakka

şesiyle arayı uzatmadan hemen gider onlara yanaşır ve onlar­

hürmetkârdır, hakkın hatırını her şeyden âli bilir, kimde görür­

la vuslat yaşarlar; yaşarlar da sık sık f& a U “ (Aklınıza başka
!

se görsün tereddüt etmeden onu alır ki, “Hikmet, müminin yi­

bir şey gelmesin) biz tabi ki sîzdeniz.” derler ve onlara karşı

tiğidir. Onu, nerede bulursa alsm. ”308 zayıf hadisi de bir bakıma

vefa ahd u peymanında bulunurlar, ama bu bir nifaktır, arka­

bu ufku işaretlemektedir.

sında da bir kısım Ehl-i Kitap vardır. Bunların, apaçık bir bür-

Esasen zikredilen bu vasıflar, bir m ü’ mini resmetmek­ tedir. Konu tekabül sanatı çerçevesinde ele alındığında m ü­ nafıklar, tamamen bunun zıddı bir görünüm arz etmektedir ki, günümüzde de bu, Kur’ân’ ın tilmizleriyle felsefe tilmiz­ leri arasında aynıyla görülmektedir. “Yirmi Beşinci S öz” ve
“On İkinci Söz” de açık bir şekilde ifade edildiği gibi münafık, izzet-i nefisten mahrum olduğu için bir zillet-i nefis örneği­ dir. Evet o, her zaman tenezzül ve tezellül içinde bulunmanın

hanla gelen Resûl-i Ekrem’ i (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve
O ’ nun insanlığın son halaskârı olduğunu, ilk mü’minler olan ashab-ı kiram’ ın (radıyallâhu anhüm) da Kur’ân’m bir muci­ zesi olduklarını görmelerine, dahası Efendimiz’ i de (sallallâhu aleyhi ve sellem) evlatları gibi tanımalarına rağmen temerrüt edip O ’ na karşı sürekli düşmanlık içinde bulunmaları müna­ fıklara malzeme teşkil ediyordu ki, âyet icmâlen bu hususları işaretlemektedir. yanında şefkatsiz ve merhametsizdir, tahkir eder başkaları­

Bu noktada istidradi olarak “şeyâtîn” le alâkalı bir değer­

nı. Hakşinas değildir, bilmez Hakk’ ın hatırını; bilmez de hep

lendirme de yerinde olacaktır. Şeytan (aleyhilla’ne), çeşit­

hakkı kuvvette görür.

li hadis-i şeriflerin beyanına göre, oldukça mütemerrit ve bir

Münafıkın bu durumunu

1 315 i
^

B

j

j

beyan-ı

sübhânisi apaçık göstermektedir. Onlar, iman edenlerle kar­ şılaştıklarında V derler. Evet, Hakk’ ın kuvveti, İslâm’ ın ihti­ lil şamı ve Müslümanların satveti karşısında küçük dillerini yu­ tup der, zillet gösterir, boyun büker, bel kırar ve serfürû*

** Tirmizî, ilim 19;İbn Mâce, zühd 15..

yönüyle de muamma bir varlıktır. Onun hakkı bilmesi, sonra bu bilgiden kendisinin istifade edememesi, uzun zaman Al­ lah’ a ibadet ediyor gibi davranması ve daha sonra temerrüt ederek kendi gibi “ merede” nin başında gelmesi, bir mânâda onu bir muamma hâline getirmektedir. Erbab-ı tasavvuf için­ de hayrı şerri bir bilenler, ‘kubh’u ‘hüsn’ü aynı görenler, ikisi­ ne aynı nazarla bakanlar, diğer bir ifadeyle Celâl’ i Cemâl’den

268____________________________________________ Bir 1 ’câz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Çelilesi (13-14. Â y e t le r ) __________ ________________ 269

tefrik etmeyenler, ‘halk’ ı hep hayra bağlayanlar, ihsaslarının

bu da ayrı bir dalâlettir. İhtimal, bu fâsit inanç sahipleri, Allah’a

muktezası olarak, şeytanı da bir bakıma farklı bir tezahür ola­

secde ettikleri gibi şeytana da secde etmektedirler.

rak görmüş ve şer’î kıstaslarla telif edilemeyecek şekilde bam ­

Bazı doğu dinlerinde ise o, Allah’ ın karşısında şerri temsil

başka anlatmış ve onu itaatin sembolü olan Hazreti A dem ’ le

eden ikinci bir kuvvet olarak, yani Allah’ ın -h â şâ - rakibi olarak

bir tutmuşlardır. Bu arada “Emre itaati A dem ’den, aşkı da

tasvir edilmektedir. Persler şeytana “diyv” demektedirler ki, bu

şeytandan öğrenmek lazımdır.” şeklinde beyanda bulunanlar

kelime Batı dünyasına ilâh mânâsına “diev” şeklinde geçmiştir.

bile olmuştur. Suizanna bâdi tasrihi uygun bulmadığımız için

“Diev” tabiri, Batı dilleri arasında da dolaşa dolaşa Fransızlar

bu kadarla iktifa etmek istiyoruz.

arasında yine mâbuda verilecek bir ad olarak “diyo” kelimesiy­

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ in düşünce sisteminde bu melun,

le mânâsını bulmaktadır. Alman edibi Goethe, Faust isimli ese­

merdûd ve matrûd (kovulan) varlık, hissiyata mağlup olmanın

rinde şeytanı, Allah karşısında çok büyük göstermekte Ve bil­

prototipidir. Aslında o, cin taifesindendir ve meleklerle de alâ­

hassa “Gökteki İlk Oyun” sahnesinde şeytanı (Mefisto) çok de­

kası yoktur. İhtimal o, insanların terakkisine negatif yönde bir

rin ve içten ele alıp insanla şeytanın sonuna kadar vuruştukla-

zemberek konumundadır; onunla mücadele etme ve onun tes-

rını/vuruşacaklarını resmetmekte ve şeytan ile insan arasında,

vîl ü tezyinine (aldatmak için günahları süslü göstermesine) ba­

kıyamete kadar devam edecek olan bu mücadelenin kimin le­

kıp Cenab-ı Hakk’ ın inayetine sığınma zembereği... Şeytanın

hine zaferle neticeleneceği hakkında herhangi bir hükme var­ madan, sahneyi bir meçhuliyet içinde tamamlamaktadır.

yaratılmasında böyle bir şey söz konusu olsa da onun mahiye­ ti, işi, icraatı çirkindir. Hususiyle insanların fiillerine karışması,

Bütün bunlardan anlaşılan şudur; şeytan, insana müessir

o fiillerin akıbetlerinde tezyin şeklinde bir tesiri olması yönüyle

olabileceği mekanizma, faaliyet ve enerjisini devam ettirdiği

o, çok kabihtir. Onun içindir ki, her Kur’ân okurken ve hususiy­

zaman, öyle korkunç bir kuvvet hâline gelmektedir ki insan, şerri temsil eden bu kuvvet karşısında âciz kalıp çok defa tes­

le de sabah-akşam dualarında: jlküdl

i j*\

lim olmaktadır. Haddizatında

J5 jlk lit
1T

öt “Şüphe

demek suretiyle hep ondan istiaze eder, yatarken-kalkar-

yo/c, şeytanın kurduğu tuzak ve düzen zayıftır.”309 âyetinin

ken sürekli istiaze ile Allah’a ahd ü peymânımızı yeniler, her za­

de ifade ettiği gibi, onun insan için hazırladığı hile, tuzak ve

man onun şerrinden Allah’a sığınır, hıfz u inayetine girme ceh-

komplolar çok zayıftır. Burada önemli olan, insanın iç dünya­

dinde bulunuruz.

sını şeytanın müdahale ve münasebetine karşı İlâhî seralarla koruma altına almasıdır.

Şeytan, mü’minlerin nazarında, bizzat yaratıcı olmasa bi­ le insanların heva-i nefsini tehyiç ve tahrik etme adına “kesb” e

jl

de olsa itaatin sembolü olan Hazreti Adem ’ in üzerine çıkarma­ ları ve “ Emre itaati Adem ’den, aşkı da şeytandan öğrenmek

C jj

d jj

a!
J

müessir mahiyettedir. Bazı tasavvufçuların onu bir zaviyeden

^pj



lazımdır.” demeleri büyük bir yanlışa kapı aralama anlamı­ na gelmektedir. Ayrıca şeytan, kendilerini İslâm içinde gören
Yezidiler tarafından da ilâhlık seviyesine kadar yükseltilmiştir ki

309

Nisâ sûresi, 4/76.

iji j

®

ciL i j f - 1

( İp
_5

t,laİl
.

Bakara Sûre-i Çelilesi (15-16. Âyetler) _ _ ________________________ 271

âyetinin ifadesiyle, münafıkların, Allah’a ve mü’ minlere karşı muhâdaada bulundukları, şeytanî bir sistem sayılan “takıy-

BAKARA SÛRE-İ ÇELİLESİ

ye” ile onları aldatmaya çalıştıkları ve aldananın da yine ken­

(15-16. ÂYETLER)

dilerinin olduğu anlatılmıştı. Bu âyet-i kerimelerde ise onların istihzalarının istihza ile mukabele görmesi anlatılmaktadır. Bu meyanda istihza kelimesi bundan önce ism-i fâil olarak, isim

I jj\S Lsj

\^Sxjj Ui

âJ^>LÂ)I

cümlesinin içinde zikredilmesine karşılık burada fiil cümlesi şeklinde zikredilmektedir.

“Allah da onların alaylarına m ukabele eder, am a onlara mühlet verir de azgınlıkları içinde bir m üddet daha bocalar dururlar. İşte onlar hidayet yerine böyle dalâleti tercih ettiler. Bu hiç de kârlı bir ticaret olmadı. D oğ ru yolu da bulamadılar/’ Müfredat Mânâsı (15. Âyet)
Bir önceki âyetin izahında da geçtiği üzere,

fiilin­

den gelen istihza kelimesi, biriyle alay etme, birini hafife alma,

Bu iki âyette münafıkların amellerinin neticesi, sa’ylerinin

maskaraya alma, onun izzet ve haysiyetini rencide etme... gibi

semeresi ve yaptıkları kötü işlerin sonucunda maruz kaldıkları/

mânâlara gelmektedir. Belki de onlar, istihza yaparken Müslü­

kalacakları hüsran anlatılmaktadır. Bundan önceki âyet-i kzri-

manların haysiyet ve izzetlerini rencide etmeyi düşünmemiş­

melerde nifak alâmeti olarak münafıkların, m ü ’minlerle karşı­

lerdi. İhtimal onların asıl maksadı, bir taraftan içlerindeki küfrü

laştıklarında, içlerinde olan şeyin zıddmı izhar etmek suretiyle,

gizlemek, diğer yandan da Müslümanlara gelen hayır ve bere­

iman ettiklerini söyleyip, Müslümanları aldatmaya çalıştıkları,

ketten istifade etmekti. Herhâlde, 311JJS} j p

diğer yandan da nokta-i istinat ihtiyaçlarına binaen şeytan­

ifade ettiği gibi onların temel felsefesi, ne tam kâfirlerden ne de

âyetinin de

larının, reislerinin yanlarına döndüklerinde onlarla beraber

mü’ minlerden görünmeyerek hep beyne-beyne kalmak ve bu

olduklarını, hem de te’kidle ifade ettikleri ve Müslümanlarla

sayede her iki tarafın da nikmetinden kurtulup nimetlerinden

olan münasebetlerinin sadece onlara karşı bir istihzadan iba­

istifade etmekti.

ret olduğunu anlattıkları zikredilmişti. Bu âyet-i kerimelerde ise, Müslümanlarla istihza ettiklerini ifade eden münafıklara,
Allah’ ın (celle celâluhu) fiilen mukabele etmesi, kavlen söyle­ dikleri sözleri reddetmesi ve bu işin cezasının da O ’ nun (celle celâluhu) tarafından verileceği vurgulanmaktadır.
Daha ön ce Uj

Sn j j&OSp U j 1 yJ>\ JÜ j
)I

b j ’ & ı ‘A lla h 'ı v e im an e d e n le r i alda tm a ya y elten irler; a n ­ j ca k s a d e c e kend ilerin i kandırırlar da fa rkın a b ile varm azlar. ”310
310 Bakara süresi, 2/9.

İstihza kelimesinin, doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’a isnadı doğru değildir. O ’ nun isimleri arasında uMüstehzî” di­ ye bir ismi yoktur. Bu türden bir isimlendirme Kur’ân’ ın bize öğrettiği Zât-ı Ulûhiyet mülâhazasına uygun düşmez ve edebe münafidir. Allah’ ın, Kendi varlığına ayna yaptığı insanla alay etmesi k a fiyen düşünülemez. Aslında burada murad olan, onların istihzasına karşılık, bu fiilin lazımıdır. Binaenaleyh
Allah kimseyi maskaraya almaz ve kimseyi istihkâr edecek
J Nisâ sûresi. 4/143.
U

272___________________ __________________________ Bir İ ’câz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Çelilesi (15-16. Âyetler) ___________________________ 273

bir ifade kullanmaz ama bunları yapanlara o cinsten karşı­

O da, ‘B en p e ş p e ş e gelen bin m elek ile size m edet gönderip

lığını verir. Yani Cenab-ı Hak, onların bir orada bir burada

yardım ed eceğim . ’ diyerek duanızı kabul buyurdu. ”312 âyet-i

görünmelerine karşılık onları, ikiyüzlülük rüsvaylığıyla rüsvay

kerimesinde Cenab-ı Hakk’ m, melekleriyle sahabe-i kiram’a

etmektedir ve edecektir.

yardım gönderm esi de bu kelimeyle anlatılmaktadır.

Burada şu hususa da dikkat etmek gerekir; bu meselenin

fiilinin masdarı olan jL îi» kelimesi de coşma, taş­

kesbî yönü onlara aittir., evet istihza eden kişinin ele aldığı mevzu istihza edilecek bir mevzu değil ise kendisi o duruma düşer. Mesela kamet ü kıymeti itibarıyla seviyesiz bir insan,

ma mânâsına gelmektedir. Lügat mânâsı itibarıyla,

“taş­

tı, bulunduğu yeri aştı, sınırlarının dışına çıktı” demektir.

çok kıymetli ve büyük bir insanı hafife aldığı zaman dikkat­

 UJI jj li nazara sahip kimseler nazarında o insanın kendisi maskara

gem id e biz taşıdık. ”313 âyet-i kerimesinde Nuh tufanı anlatılır­

oluverir.^Mesela birisi kalkıp, -h â ş â - Resûl-i Ekrem’ e çamur

ken suyun tuğyan ettiği ve taştığı ifade edilmektedir. Denizler

*UJI

ÜJ “Şüphesiz, su taştığı vakit sizi

atmaya kalkışarak O ’ nun bir kısım ahval-i âliyesini ve etvâr-ı

belli sınırlar içinde, birer su havzı mahiyetindedirler ve hep o

mukaddesesini istihkâr etse ve çok m ukaddes, müberrâ olan

sınırlar içinde kalırlar. Gökteki su ile yerin altındaki su kanal­

mübarek ahvalini hafife alsa sadece kendisi maskara olmuş

ları da kendi sınırları içindedirler. Bunlar, Cenab-ı Hakk’ın

olur. Hâsılı, bir fiil olarak istihzayı ve neticesini, maskara o l­

ayarladığı kanunlar çerçevesinde bulundukları sınırların dı­

ma durumunu yaratan Allah’ tır. Fakat istihzayı fiilen kesb

şına çıkmamakta ve bu şekilde hep bir denge içinde bulun­

eden onlar olmuştur. ı

maktadırlar. Ne var ki, bazen yeryüzündeki denizler, gökteki yağmurlar ve yerin altındaki su menbaları tuğyan edip taşar

İ l i kelimesi jU mâzi fiilinin muzârisidir. Lügat mânâsı itiba-

ki buna da tufan diyoruz. Buna binaen diyebiliriz ki, tabiat­

nyla “çekmek, uzatmak, ziyade olmak, artmak” mânâlarına gel­

ta Allah’ın vaz’ ettiği tekvini ve teşriî kanunlar ihlal edildiğin­

mektedir. Mesela

de ne yerde yürüme ne denizde yüzme ne de gökte bulunma

Jj sözü, “Denizin suyu yükseldi.” demek­

tir. Denizlerin kabarmasına med (iî), çekilmesine de cezir denilmektedir. Günümüzde her ne kadar med-cezir hareketine
“gel-git” denir olmuşsa da bu ifade, med-ceziri tam olarak anlatmamaktadır. Med, denizin kabarması, havzını aşması, dışa taş­ ması ve dışarıya doğru yayılması mânâlarına gelmektedir.
Aynı zamanda bu kökten iştikak eden alisi kelimesi de, bizim Türkçede kullandığımız şekilde, “ im dada koşma, m edet etme, yardıma gitme” demektir. Evet, denizin kabarıp taşma­

imkânı kalmayacaktır. Şer’î mânâsı itibarıyla insanın şeriat hudutlarını aşması da bir tuğyandır. Bu aynı zamanda fışkın hususi mânâsı demektir. üj&su :

veya

- i ^ ’dan gelmektedir ve te­

reddüt, hayret, şaşkınlık, yolunu bilememe, sırat-ı müstakimi bulamama, dalgın, baygın ve âdeta sekir hâlinde olma anla­ mına gelmektedir. Genel itibarıyla bu âyet-i kerimedeki ke­ limelerin mânâlarına bakıldığı zaman âdeta birbiriyle omuz omuza vermişçesine münafıklardaki şaşkınlık, panikleme ve

sında da bir bakıma bu mânâ vardır. Yani deniz kabarıp taş­ ması sayesinde sahile ve çevresine yardıma koşmuş gibi olur.

3 2 Enfâl sûresi. 8/9.
1

Nitekim: “Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz.

3 1 Hâkka sûresi, 69/11.
1

274

Bir İ\âz Hecelemesi

haddini tecavüz etme gibi hususların anlatımını destekledik­ leri görülmektedir. Bu hakikat,

kelimesinde, med-cezir

275

Bakara Sûre-i Çelilesi (15-16. Âyetler)

Hususiyle küfürde ileri gidenler için bu husus, Allah’ ın değiş­ meyen bir kanunu gibidir. Cenab-ı Hakk’ ın bu icraatı, onlar

kelimesinde, suların

hakkında istidraç olmaktadır ki, onlar bu şekildeki icraatı gör­

kanallarına girmeyip mecralarını aşmasının; o j& Jc kelime­

dükçe iyiden iyiye şımarmaktadırlar. Yani Allah bu şekilde

hareketiyle denizin taşmasının;

sinde ise insanların sekir ve istiğrak hâlinde yürüyeceği yolu bile bilememeleri, gelişi güzel yürümeleri, sağa sola çarparak, toslayarak taşkınlık ve şaşkınlık içinde baygın baygın yaşa­ dıklarının resmedilmesi şeklinde ortaya konmaktadır. Teker teker her bir kelime, aynı hakikat etrafında om uz omuza v e­

hükmünü infaz etmeden önce onlar, kendilerini yaptıklarıyla böyle bir akıbete hazır hâle getirmektedirler. Evet Allah, kâ­ firlerin başlarından aşağıya nimetleri yağdırmakta, onlar da hiçbir sıkıntı çekm eden ve nikmet yüzü görmeden, maddeten rahat bir hayat sürmektedirler.
Esasen neticesi itibarıyla düşünüldüğünde küfür içinde

rip -Üstad’ ın sık sık tecâvüb ded iği- hakikati göstermektedir.
Kelimelerin müfredat mânâlarını verdikten sonra şim­ di isterseniz biraz da umumi mânâ üzerinde fikir yürütelim.
Daha önceki âyet-i kerimelerde münafıkların, şeytanlarına ve reislerine döndüklerinde m ü’ minlerle nasıl alay ettikleri an­ latılmaktaydı. Burada, insanın aklına “Acaba bunun netice­ sinde ne oldu?” sorusu gelmekte ve insan bir bekleyiş içine

bir Cehennem zakkumu bulunmaktadır ki, âyetin sonundaki fezleke de tek kelimeyle bunu vurgulamaktadır. Bu aynı za­ manda latif bir tasvir sayılır ve konuya bir canlılık ve hareket kazandırmaktadır. Daha ön ce de ifade edildiği gibi istihza ke­ limesi burada mecaz olarak kullanılmıştır. Cenab-ı Hakk’a is­ tihzanın isnadı muhal olduğundan bu yola tevessül edilmiştir.
Bu tasvirde istihza kelimesinin ifadeye kazandırdığı canlılık,

girmektedir. Bu suale cevap olarak,

Öl ö p diyerek

atıfla ifade yerine mesele doğrudan doğruya isti’ nâf (başlan­ gıç) cümlesiyle anlatılmakta ve ^

ö l “Allah onların

alaylarına mukabelede bulunur.” denmektedir ki bu da si-

“M ü ’minlerle istihza ettiklerinden dola­ yı onları cezalandırır. ” ifadesinden çok daha fazladır. Onlar, o U “Biz istihza ediyorduk. ” demişlerdi ki Allah


da, buna mukabil ^

yak-sibak açısından gayet uygun düşmektedir.

Öl buyurmuştu. Görüldüğü gi­

bi âyet-i kerimede doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’ın istih­
Şöyle ki, Cenab-ı Hak âyetin başında ^ nunda da

tS'j&Â Öl, s o ­

buyurarak bir taraftan onların istihzalarını

za neticesinde onlara mukabelede bulunduğu gayet canlı bir tablo olarak nazarlara arz edilmektedir.

yüzlerine çarparken diğer taraftan da onlara taşkınlıkları hu­ susunda mehil vermektedir. Burada zâhiren bir tezat varmış gibi görünse de esasen bu durum, her kâfire karşı Cenab-ı
Hakk’ ın âdet-i sübhâniyesinin bir tecellisidir. Evet, kâfirlerin dünyada pek çok arzu ve istekleri yerine getirilmekte ve taş­ kınlıklarında âdeta onlara müsamaha gösterilmektedir. Öyle

f+j

öl cümlesinde, -Cenab-ı Hak için böyle düşün­

mek, Ö ’na olan saygımıza muhalif olur ama söz konusu bir insan olsaydı- şöyle canlı bir tablo tasavvur edilebilir: Onlar mü’minlerle istihza ettiler. Bunun üzerine o da hemen hızlıca harekete geçti ve onların istihzalarına mukabelede bulundu. Bu

ki aklın zâhiri nazarında onlar için bütün azap ve nikmet or­

mânâlara gelen

tadan kaldırılmakta, yerlerine saadet ve nimet verilmektedir.

de etmemektedir. Bu sebeple âyetteki kelimeler dı'k-i elfazdan

sözü âyetteki canlılığı ifa­

276 _______________________________________ __

Bir İ'caz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Çelilesi (15-16. Âyetler) ___________________________ 277

(kelime darlığından) dolayı değil, mecaz-ı aklîye isnad edilmek

Allah’ a isnadı caiz olmasa da onların görecekleri karşılık yine

suretiyle meseleye bu canlılığın kazandırılması için seçilmiştir.

istihza olacaktır.

Ayrıca bu ifadede, Allah’ın onlar hakkındaki istihzasının,

Bu ifadenin lazımı olarak sanki Allah, mü’minlere şöyle

onların hissedemeyeceği şekilde olduğuna da bir ima söz konu­

demektedir: “Siz, münafıkların istihzasından müteessir olma­

sudur. Şöyle ki Kur’ân, münafıkları âdeta çamur içinde bocala­

yın; zira onların yapmış oldukları bu istihzaya karşı sizin ya­

yıp duran bir yığın hâlinde tasvir etmektedir. Bu tasvir çerçeve­

pacağınız mukabele ne olursa olsun size karşı yapılan istih­

sinde, sanki onlar bu çamuru misk-i amber gibi yüzlerine göz­

zayı karşılamayacaktır. Çünkü onlar, sizinle, dininizden yani

lerine sürmektedirler. Onlar bu hâldeyken Cenab-ı Hak âdeta

Allah’a inanmanızdan dolayı istihza etmektedirler. Öyleyse bu

çamurun kokusunu arttırmakta ama onlar bunu misk zannet­

ağır cinayetlerinin cezasını da ancak Allah verebilir.” Aslında

mekte ve oradan çıkmayı düşünmemektedirler. Sanki Allah, o

mü’ minin, hayalinde kurguladığı en büyük ceza dahi bu kor­

çamurun içinde onlar ne arzu ederlerse onu vermekte ve onla­

kunç cinayeti karşılamayacaktır. Mü’minin kalbini tatmin ede­

ra bu şekilde medet etmektedir. Netice itibarıyla de onlar, ça­

cek ceza ancak Allah’ ın (celle celâluhu) onlara verdiği/verece-

murdan bir yığın hâline gelmektedirler. Sonra da hükm-ü İlâhî,

ği dünyevî-uhrevî ceza olacaktır.

çamur hakkında ne merkezde gerçekleşecekse olacaklar ona göre olacaktır.

Daha ön ce genişçe izah edildiği gibi jİ İ İ j ifadesiyle Al­ î lah’ ın, tuğyanlarını artıracak şekilde -istidraç olarak- münafık­

Bir önceki âyetle bu âyet arasındaki m ü n asebe­

lara m edet verdiği ifade edilmişti. Belâgat açısından

ifa­

üJj “Biz onlarla istih­

desine bakıldığında burada Mutezile ve Cebriye’ nin fikirlerinin

za ediyoruz. ”314 demelerine mukabil insanın aklına; “ Bunun

tutarsızlıklarını görmek de mümkündür. Şöyle ki medet, mev-

üzerine acaba m ü’ minler, münafıklara ne dediler?” veyahut

cud bir güç ve kuvvet üzere gelen ikinci bir yardım demektir.

te gelince: Münafıkların j y y & S

“Mü’ minlere karşı böylesi hakaretler savuran münafıklar, na­

Lügat mânâsı itibarıyla ise “mevcut sınırların aşılması, belli bir

sıl mukabele gördüler?” şeklinde bir soru gelmektedir. Bu s o ­

limitin üstüne çıkılması” mânâsına gelmektedir ki bu da insan­

ruya cevaben Allah, ^

isti’ nâf cümlesiyle onların

istihzalanna mukabelede bulunduğunu/bulunacağını ifade ile mü’ minlerin misliyle mukabeleye kalkmalarına gerek ol­ madığını hatırlatıyor.

Şöyle ki, Cenab-ı Hakk’ın onlara nifaklarında medet vermesi, onların iradelerini tamamen nefyetmemektedir. Onlar taşkın­ lığı kendi iradeleriyle talep etmişler, Allah da tuğyanları neti­ cesinde onlara medet etmiştir. Aslında tuğyanın onlara nispeti

ikinci olarak, önceki âyetin ifadesiyle m ü’minler, münafık­ ların istihzalarına maruz kalmışlardır. J üJl

larda bir istitaat, bir güç ve kuvvetin varlığını göstermektedir.

“ Bir

fiile, kendi cinsinden bir fiille karşılık verilir.” fehvasınca bura­

de bunu göstermektedir ki bu bir bakıma müsebbebin sebebi­ ne izafe edilmesi anlamına gelmektedir. Bu da,

kelime­

sindeki mezkur mânâyı teyit etmektedir.

da bir tetâbuk vardır. Münafıklar, istihza ettikleri için istihza ile

T u ğ y a n ’ a gelince: Mesela bir nehir tuğyan ettiği zaman

mukabele görmektedirler. Her ne kadar istihzanın fiil olarak

kendi mecrasını aşar ve yatağının dışında akmaya başlar; ne­

3 4 Bakara sûresi, 2/14.
1

tice itibarıyla da geniş bir alanı istila eder. Aynen onun gibi,

278 _____________________________________________ Bir İ ’câz Hecelemesi

bunlar da sınırlarını aşarak bir tuğyan içine girmişler dem ek­ tir. Ayrıca,

kelimesiyle

kelimesi arasında da bir

Bakara Sûre-i Gelilesi (15-16. Âyetler)

279

Daha önceki âyet-i kerimelerde mü’ minlerin yüce va­ sıfları anlatılma sadedinde:

iiü jîj

lyt

dhijj,

tenâsüp vardır. Münafıkların fiilen tuğyanlarında ve kendile­

“işte onlar, Rabbilerinden bir hidayet üzeredirler ve

rine ait kesblerinde böyle bir taşkınlığa düşmeleri neticesin­

asıl kurtulup felâha eren ler de onlardır.”316 denmişti. Burada

de, Allah da onları şaşkına çevirerek nefislerini unutturmuş ve onları benliksizleştirmiştir. “ Ben yolum u yitirdim, yolların günahı ne!” diye bir söz vardır. Bu söz tam münafıkların du ­ rumuna uygundur, zira yolunu yitirenler onlardır. Y olun bir günahı yoktur. Yoldan çıkan, kendine etmiş olur; münafıklar

ise, münafıkların özellikleri anlatıldıktan sonra Ij jjU İp \y\S UJ

c Jv j l Ui

jjjJi Jjdjî

denilerek önceki

âyetlere mukabele yapılmaktadır.
Evet, ortada “ hidayet” ve “dalâlet” unvanlarıyla iki yol mevcuttur. Mü’ minler hidayet yolunu seçmiş, neticede de hi­

kendilerine etmişlerdir.

dayete ererek kazanıp kurtulmuşlar; münafıklar ise hidayet karşısında âdeta dalâleti satın almışlar ve hidayeti ona feda
Bu âyetlerde, kâfir ve münafıkların m ü’ minlere taarruzda bulunarak onlarla istihza etmeleri hâlinde, onlara da aynı şe­

etmiş ve yaptıkları bu ticarette hüsran u haybete maruz kal­ mışlardır. kilde mukabele yapılmasının mahzursuz olduğuna bir işaret vardır. Ancak aynı zam anda konu münafıklarla ilgili olması itibarıyla ^mü’ m ine her saldıran ve onu hafife alan kimseye mukabelenin tecviz edilem eyeceği hususu da ortaya konul­

Müfredat Mânâsı (16. Ayet)
, T J

Daha evvel de izah edildiği gibi İEİjl ism-i işarettir ve li’nın alâ gayrı’l-kıyas cem ’ idir. Buradaki Ü hitap edatıdır ve

maktadır^
Burada şöyle bir tasavvufî hakikat de söz konusudur: İn­ san, kendisine gelen nimetler karşısında bu nimetlerin bir istidraç olabileceği endişesiyle daim a tir tir titremeli ve Cenab-ı

hitap Efendimiz’edir (sallallâhu aleyhi ve sellem). mevsûldur. kelimesi iŞj^i ~

ism-i

-i kökünden, “satın aldıj

lar” mânâsına gelmektedir. Müfessirler bunu I ( d e ğ i ş t i r ­

Hakk’ a sığınmalıdır. Zira yukarıda da ifade edildiği gibi kişi­ ye dünyada bol bol nimet verilmesi her zaman onun salahına

diler) şeklinde tefsir ederler. Aslında bu lafız I j J m â n â s ı n a

delâlet etmez. Bazen bu nimetler, o kimsenin neticede helâk

gelse de I k e l i m e s i n i n 1 j^Lil’in ifade ettiği mânâyı tam

olmasına da sebebiyet verebilir.

karşılamadığı açıktır.

***

kelimesi “yolunu sapıtma, inhiraf etme, şöyle-böyaİ*>L İ! a Ijycil ^ jJJI

le bir doğru parıltısı hissedip ümitlense de tam istikameti bu­

m

“İşte onlar hidayete bed el dalâleti peylediler; (p eyle­ diler ama) bu ticaret kârlı olmadı; zira onlar hidayet üzere değillerdi.”315 315 Bakara sûresi, 2/16.

lamama” mânâlarına gelmektedir. c -A j j :

masdarınm fiil-i mazi müfred müennes gâibesi

olup “kazandı, kâr etti, ticaret yaptı” mânâlarına gelmektedir.
;U Bakara sûresi, 2/5.
6

280 __________________ ___________________________ Bir İ ’câz Hecelemesi

Bilindiği gibi, mal-emtia m übadelesinde elde edilen fazlalığa kâr { ç4 j ) denir.
Bu kelimelerin ifade ettiği mânâlar çerçevesinde âyet-i kerimeye şöyle bir mânâ vermek mümkündür:

Bakara Sûre-i Çelilesi (15-16. Âyetler) ____________________________281

delilleri araştırması neticesinde Cenab-ı Hakk’ ın onun kalbin­ de yakacağı bir nurla her şeyi doğru görmesi; dalâlet ise kişi­ nin inanması gerekli olan rükünlerden birini dahi terk etmesiyle kendini karanlıkta bırakması demektir. Evet kişi, imanın bütün

Ey Habib-i Zîşânım! İşte çok uzaktan tasvirlerini gördüğün

rükünlerine inansa da mesela, sadece kitaplara inanmasa, yine

şu zümre, hidayet karşılığında dalâleti satın alan, sapıklığı p e y ­

dalâlete düşmüş demektir. Hatta bütün erkân-ı imaniyeye tam

leyen öyle kimselerdir ki, onlar bu şekildeki ticaretleriyle bir

inansa fakat Kitab’ ı heva ve hevesine göre tefsir etse, değiştirse

kazanç, bir kâr elde edememişlerdir.

yine dalâlete ve sapıklığa düşmüş sayılır. Bundan dolayı dalâleti,
“kâfirlerin içine düştükleri ve çıkamadıkları sapıklık” mânâsının

Yukarıda da ifade edildiği gibi I j ü l kelimesi “satın aldı­ j yanında “İslâm’a yakın ve uzak her türlü inhirafın unvanı” şek­

lar” mânâsına gelmektedir. İştirâ (satın alma), “ istibdal” den

linde anlamak da mümkündür. Bu nokta-i nazardan hareketle

farklıdır. Satın almada, biri satıcı diğeri müşteri olm ak üzere

Mutezile, Cebriye, Şia, Müşebbihe ve Mücessime... gibi fırkala­

karşılıklı iki şahsın bulunması şarttır. İstibdal ise bir şeyi diğer

ra da ehl-i dalâlet denilmektedir. Peygamber Efendimiz (sallal-

şeyle değiştirme demektir. Bu işlem yapılırken her zaman iki

lâhu aleyhi ve sellem), ümmetinin yetmiş küsur fırkaya ayrılaca­

şahsın bulunması şart değildir. Yani bir şahıs, mesela kendi

ğını ve bunlardan sadece birinin, o da kendi ve ashabının yolu

paltosunu çıkarıp onun yerine ceketini giyer., ya da ceketini

üzere bulunanların hidayette olduğunu bildirmişlerdir.317

çıkarıp onun yerine paltosunu giyer., bütün bunlar istibdaldir ama iştirâ değildir.

ifeLlîl 1 j i i l j dİdji âyetinin ifadesiyle sermaye­

si hidayet olan, yani hidayet gibi bir sermayesi bulunan insan,

Ticaret iki maksattan dolayı yapılır. Bunlardan biri, serma­

vücudî olan bir nimeti, yani bizzat kıymet ve değer ifade eden

yeyi muhafaza etmek, İkincisi ise kâr elde etmektir ve bunlar, ti­

bir şeyi vererek karşılığında hiçbir kıymet-i harbiyesi olmayan

caretin temel prensiplerindendir. Ayet-i kerimede ifade edilen,

dalâleti elde etmiş olmaktadır. Bu durumda ne sermaye mu­

onların ticaretlerinde kazanç elde etmemeleri, hüsranlarını ifade

hafaza edilebilmekte ne de bir kâr söz konusu olmaktadır. Kâr

etmektedir. Hidayeti verip, karşılığında dalâleti alarak böyle bir

şöyle dursun onlar iç içe üç kayıp yaşamaktadırlar:

alışveriş yapma, ticaretin bu iki temel kaidesine ters düşmekte­ dir. Nitekim bu şekilde ne sermaye muhafaza edilmiş ne de bir kazanç elde edilmiş olmaktadır. İnsanın sermayesi, hidayettir.
Doğan her çocuk İslâm fıtratı üzerine doğmaktadır. Yani her in­ san, inanabilme ve hidayete erebilme kabiliyeti ve donanımıyla yaratılmıştır. İşte onlar, bu türden donanmış bulundukları istidat ve kabiliyetleri vermiş ve karşılığında dalâleti satın almışlardır.
Hidayet vücûdî (varlığa, mevcudiyete taalluk eden, var olan), dalâlet ise ademî (yokluğa taalluk eden, bir şeyin yok­ luğuna dayanan) bir şeydir. Hidayet, insanın âfâkî ve enfüsî

1. Ticaret gibi mem duh bir işi kendi prensipleri içinde değerlendirememektedirler.
2. Sermayelerini kaybetmektedirler.
3. Hidayetin ekstra vâridatını kaybetmektedirler.
İşte böyle yanlış bir “ iştirâ” dan ötürüdür ki onlar muzaaf bir hüsran yaşamaktadırlar.
Burada ribhin ticarete, ticaretin ribhe isnadı hakikat de­ ğil, mecazdır, çünkü kazanç elde eden, ticaretin kendisi değil,
1 7 Tirmizı, ftndn 18; Ebû Dâvûd, sünnet 1; İbn Mâee, fiten 17.
1

f\ kelimesi mâzi kipiyle gelmiştir. dSuj Ui kelimesindeki U jjk il

'r’j***

ri de O diriltecektir. O, her şey e hakkıyla kadirdir. ”322 diyerek

ZjIJ Û üI temsil yoluna başvurur.

ve kadınlar o gün m ü’mihlere derler ki, ‘Bir parça bize de arz-ı

Sltıîl

^ 1

Ji

y» o

J

l

a
J

U

S jj -L “Münafık erkek
J

dîdâr edip, nazarlarınızı bu tarafa çevirin de sizin yüzünüzün nurundan istifade edelim. ’ Buna mukabil onlara denir ki: ‘Siz

-i JS" J U û\ j i “D e ki: Dünyayı gezin dolaşın da Allah’ın bu âlemi yaratmaya nasıl başladığını anlamaya çalışın. Sonra,
Allah tekrar yaratmayı da, ölüm den sonra diriltmeyi d e ger­ çekleştirecektir. Allah elbette her şey e kadirdir.”323 Evet, in­ sanların haşirden şüpheleri varsa yeryüzünde gezsinler, bak­ sınlar yaratılış nasıl başladı. Bir dönem yaratılış nasıl başladıy­ sa öldükten sonra yeniden bir daha öyle gerçekleşecektir.
Görüldüğü gibi vehmin bir mevzuda makûl meselele­ rin anlaşılmasına engel olmasına karşılık Kur’ân temsil yolu­ nu kullanıyor.. Ve işte bu şekilde temsil yoluyla vehim akla,
1 2 Rûm sûresi, 30/50.
2
i£y Ankebût sûresi, 29/20.

arkanıza dönün d e bir nur arayın. ’ Derken, aralarına bir sûr çekilir. Bu duvarın bir kapısı olup bu kapının iç tarafında rah­ met, dış tarafında ise azap vardır. ”
Şimdi burada bir toplum görüyoruz ki çepeçevre etraflarını zulmetler sarmış; buna mukabil mü’ minler onların yanlarından geçerken altları üstleri, sağları solları bitevi nur. İşte, bu nuranî cemaatin geçişini gören münafıklar, -ki burada tablo çok can­ lıdır- “Bari biraz bize de teveccüh edin de nurunuzdan istifa­ de edelim .” derler, derler ama onlara denir ki: “Hayır, siz ora­ da bizim yüzüm üze bakmamıştınız. Şimdi geriye dönünüz de
3 ,1 Bkz.\ Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.165.
2

294_____________________________ —______________ K ir İ ’câz Hecelemesi

Bahara Sûre-i Çelilesi (17-18. Âyet-i Kerîmeler) ____________________ 295

kendinize bir nur arayınız!” Onlar da döner ve arkalarında bir

Biz ilkin yaratmaya nasıl başladıysak tekrar diriltmeyi de öyle

nur aramaya dururlar. Derken aralarında bir sur oluşuverir;

gerçekleştiririz. ”329 âyetini beraber anlama imkânını elde et­ miş oluyoruz.

yani bir sütre, bir perde indirilir; indirilir de artık münafıklar mü’minleri göremezler. Bu surun bir de kapısı vardır. “Bâtını,

Aynen bunun gibi Üstad, nuranî ve ruhanî olan şeylerin

yani müzminlere bakan tarafı rahmet, münafıklara nazır tarafı

temessül etme keyfiyetini, yani belki aynı anda bin yerde bu­

ise azaptır tamamen. ”

lunmaları durumunu, Güneş ve ayna misalleriyle ifade sa­

Bu ifadelerden münafıkların ahirette dahi buradaki ruh hâletlerine göre bir muamele görecekleri anlaşılmaktadır.
Konumuz olan âyete bakacak olursak, temsilde yer alan­

dedinde, birbirine karşı mütekabil aynalar içinde cisimlerin muhtelif suretlerinin uzayıp gittiği, bin tane aynanın içinde bir tek cismin binlerceye ulaştığı misaliyle açıklıyor ki, nuranî ve ruhanilerin ayniyetleriyle tecelli etmelerini anlama açısın­

ların durum ve genel keyfiyetleri 325öy^>-£ y ^

jCİŞ

fezlekesiyle gösteriliyor ki, herkesin ruh haletine göre bir şey ifade eder. Ayetteki mesel, aydınlanabilecek kimselerin ay­ dınlanmasını, zulmette kalanın da kapkaranlık dünyasını na­ zara veriyor gibi bir mânâ ifade ediyor.

dan bu da beliğ bir temsil sayılır.330
Bu açıdan temsil; beyan ve ifadenin çok mühim bir rüknü kabul edilmektedir. Ne var ki, temsil yaparken temsille hakikati birbirinden ayırabilmeyi mümkün kılacak karineler vaz’ etmek de bir esastır. Eğer bir meseleyi anlatırken onun hakikaten bir

Üstad, haşir meselesinde, o umumi “b a ’sü b a ’ del-m evt” i,

mecaz ve temsilî bir ifade tarzı olduğu okuyucuya bir kariney­

ilgili âyetten326 mülhemen haşr-i baharîyle zihne takrib edip

le gösterilmezse çok defa beyan suistimalatına sebebiyet ve­

anlamamızı kolaylaştırdığı gibi,327 Cenab-ı Hakk’ ın sonsuz

rilebilir. Mesela, havariler ve onlardan sonra gelen Hıristiyan

bu’diyet içindeki kurbiyetini anlatırken de Güneş misaliyle ay­

nâşirler, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz re’fet, şefkat ve merhametini

nı yolu takip ederek O ’nun bize sonsuz yakınlığına mukabil

anlatmak için edat-ı teşbihi de kaldırarak “baba” mânâsına bir

bizim O ’ ndan sonsuz uzak olmamızı, yani yakınlığıyla her za­

kelime kullanmışlardır. Burada maklûb bir teşbih de düşünü­

man başımızı okşamasını, ama aynı anda bizim uzaklığımız

lebilir. jFakat mübalağa maksadıyla edat-ı teşbihin kalkmasıy­

açısından da O ’ nun (celle celâluhu) müteâl olduğunu anlatı­ yor ki, bununla, X jjJ! J £ - y* «dİ

“Biz ona (insa­

na) şahdamarından daha yakınız. ”328 hakikati akla yaklaştırıl­ mış oluyor. Biz bu sayede yukarıdaki âyetle bUî U5 t-iSÜJ

SlÜJl ^jLJ p î

la, bu gibi yerler daha sonraları -tabi onlar velediyet akidesine de inandıklarından- Allah’ ın -h â ş â - insanların babası şeklinde anlaşılmasına sebep olmuştur.]
Mesela,

j

JİJI

5 alıl jU “Şüphesiz Allah, çok

merhametli ve şefkatli bir baba gibidir.” Böyle bir benzet­

1 “Gün gelir, gök sahifesini,
1

me esasında doğru değildir. Çünkü Allah, anneden baba­

tıpkı kâtibin yazdığı kağıtları dürüp rulo yapması gibi düreriz.

dan daha merhametlidir. Bir de bunu anlatmak edat-ı teş­

325 Bakara sûresi, 2/18.

bih kaldırıldığında

3>l öl “Allah -h â ş â - babadır.” olur ki ilk

12 Rûm sûresi, 30/50.
6
327 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.85 (Onuncu Söz, Dokuzuncu Hakikat).
328 Kaf sûresi, 50/16.

'a'1 Enbiyâ sûresi, 21/104.
1 0 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.207 (On Altıncı Söz).
3

296

Bir I ’câz Hecelemesi

söylenişinde samimi gibi görünen o ifadenin temsilî mânâsı

Bakam Sûre-i Çelilesi (17-18. Âyet-i Kerîmeler)

297

maksadına matuf bu türlü insanların hâlini kelbin durumuyla

tamamen unutularak sanki hakikaten Allah’a “ bab a ” deniyor

ifade ediyor ki, mütemerrit mülhidin durumunu ifade adına

gibi bir inhirafa girilmiş olur. Onun için bir hakikat temsilî bir

gayet beliğdir.

yolla anlatılırken sözün içinde mutlaka bir karine bırakılmalı;

Keza kendilerine kitap verildiği hâlde onun muhtevasından

ta ki temsil, hakikatin kendisi zannedilmesin. Yoksa geçmiş

istifade etmeyenlerin durumunu anlatırken de Kur’ân şu temsili

dinlerde olduğu gibi çok defa suistimalata sebep olur.

kullanır: IjliLil

Temsil tariki, Kur’ ân-ı Kerim’ in -arz ettiğim gib i- çok isti­ mal ettiği bir yoldur. Bunu o mu’ciz beyanın pek çok yerinde görürüz. Ankebût Sûresi’ nde

I^I â S u Uj

l J l L s S l l

d i L 'j

jjiJUJl Yİ “İşte, bazı gerçekleri anlatmak için, Biz bu kabîl mi­ saller getiriyoruz ama bunları, ancak ibret almasını bilenler anlar.”331 denilmekte, Sûre-i Haşr’ in sonunda da: J&Sll dJübj j “Bu darb-ı meselleri irad ediyoruz ki,

^ ^

jJ■dİ

“Kendilerine Tevrat verilip, onun mesajını insanlara ulaştırmak ve onu uygulamakla yükümlü tutuldukları hâlde bu yükümlü­ lüğü yerine getirmeyenler, tıpkı ciltlerle kitap taşıyan merkep gibidirler. ”334 Burada Kur’ân, uhdelerine alıp taşıdıkları değer­ den habersiz ve ondan istifade edemeyen insanların hâlini, sır­ tında kitap taşıyan merkebe benzetiyor ki, bu şekilde bir temsi­ lin kullanılması hem onlar için hem de bizim için sakındırma ve uyarma adına fevkalâde önemlidir.

insanlar düşünüp tefekkür etsinler.”332 buyrulmaktadır.
Kur’ ân-ı Kerim’ de çok defa yermeler, övm eler, teşvikler, sakındırmalar, delil getirmeler temsil yoluyla anlatılır. Mesela,
Fetih Sûresi’ nin 29. âyetinde de sahabe-i kiram’ ın gelişme­ sinin; toprağa atılmış bir tohum, sonra başını topraktan dışa­ rıya çıkaran bir sümbül, derken büyüyen, gövdesi üzerinde doğrulan, bir ağaç ve neticede semalara doğru ser çeken ulu bir çınar gibi olduğu, bir temsille tasvir edilir.
Hem mesela o, birini zem m edeceği zaman şöyle diyor:

j jy & j (î-jlîö Jt*Jzâ}\ ^ıjai\l Ü Ü » 1
Ş L j>TS fjiâJl Onun hâli tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üzerine uarsan da dilini sarkı­ tıp solur; kendi hâline bıraksan da! Âyetlerimizi yalan sayan kimselerin hâli işte buna benzer. Sen olayı onlara anlat, belki düşünüp kendilerine çekidüzen verirler. ”333 Burada kınama w- Ankebût sûresi . 29/43.
^

İşte 1 jb âyet-i kerimesi de bu mevzu­

Temsil ve teşbihin, büyük hakikatleri anlatma yolların­ dan biri olduğunu, Kur’ân-ı Kerim’ in temsil tarikini intihap etmesindeki temel espriyi, temsilin yerini ve nerelerde kulla­ nılması gerektiğini, kullanılırken de dikkat edilmesi gereken hususları anlatmaya çalıştığımız bu faslı noktalayarak, çıkış yapıtğımız âyetin izahına devam etmek istiyoruz.
* * *
Evet, zannediyorum âyetin mânâ-i ruhisini arz etmenin vakti gelmiştir. Kur’ân-ı Kerim, suver-i zâhire içinde münafık­ ların umumi durumlarını iç içe daireler hâlinde bize intikal etti­ rip sonra da o âyât ü beyyinatm sonunda fezleke mahiyetinde irad edilen ifadelerle haklarında takdir edilen cezaları zikrettik­ ten sonra: edip eylediklerinin neticelerini bir de teşbihle anla­ tarak, onları çölde ateş yakıp çevresinde kümelenen insanlara

Haşir sûresi, 59/21.

V A’raf sûresi, 7/176.
İJ

cşjJl

da irad buyrulmuş, ayn-ı hakikat bir teşbih u temsildir.

1 4 Cum'a sûresi, 62/5.
1

2 9 8 _______________________________________________________________________ -

Bir İ ’câz Hecelemesi

benzetir. Bu teşbih-i temsille bir durum diğer bir duruma kıyas edilmekte ve konu farklı bir tavzih boyutuyla ortaya konmak­

Bakara Sûre-i Gelilesi (17-18. Âyet-i Kerîmeler) ____________________ 299

uyumu sağlayamamış kimseler gibi, eşyayı doğru göremez hâle geliyorlar. Sadece o an değil, daha sonra da göremiyor­

tadır. Evet, onların hâli, ateş yakan bir insanın hâline benze­

lar. Çünkü bir insan daima karanlıkta dursa az çok gözü alı­

mektedir. Öyle ki, yanan o ateş etrafını aydınlatıp da çevrede­

şır karanlığa ve etrafında olup bitenleri seçmeye başlar. Ama

ki her şey olduğu gibi ortaya çıkınca, Cenab-ı Hak bu kez nur­

ışık sık sık parlar sönerse, göz de uyum sağlayamaz ve sürekli

larını ellerinden alır da onları içiçe karanlıklar, zulmetler içinde

kendini değişik durumlara, değişik pozisyonlara ayarlamaya

bırakır; bırakır da çevrelerini asla göremezler.

çalışır ve tabi, hiçbir zaman da buna muvaffak olamaz.

* * *
Burada münafıkların durumuyla, misal olarak irad edilen durumun telif edilmesi söz konusudur. Eğer biz, yukarıda mü­ nafıkların durumunu anlatan âyetlerle buradaki meseli ayrı ay­ rı ele alır, ayrı ayrı mütalâa eder, öyle görür ve biri “ misal” , bi­ ri “ mümesselün leh (temsile mevzu teşkil edenler)” olan iki hu­ sus arasındaki mutabakatı tespit edem ezsek Kur’ ân-ı Kerim’ in müşahhas ve mahsûs olarak nazarımıza sunduğu espriyi tam göremeyiz. Bunu rahatlıkla görebilmek, bu iki âyet grubu ara­ sını telif ve tevfik edebilmemize bağlıdır. A caba o telif ve tevfik neden ibarettir? İşte hecelemesi:
Burada mânâ ve mefhum olarak âyetlerden şu anlaşılıyor:
Evvela, bir zümrenin nazarında bir ziya, bir ışık ve bir parıl­ tı beliriyor. O belirince onlar az çok etraflarını görüyorlar. İyi veya kötü ünsiyet edecekleri veya vahşet duyacakları farklı manzaralarla karşı karşıya kalıyorlar. Bu biraz da onların ruh hâletlerine göre belirlenen bir husus oluyor. Ruhları, çevreyi onlara vahşet dolu bir tablo gibi gösteriyorsa, onlar da vah­ şet dolu bir tablo müşâhede ediyorlar; aksine güzel görüp güzel düşünebiliyorlarsa ünsiyet dolu bir hava, bir bâd-ı ne­ simle karşı karşıya kalıyor ve o güzelliklerin in’ ikasıyla ken­ dilerinden geçiyorlar. Ondan sonra da Allah (celle celâluhu) onların nurlarını alıp götürüyor. Yine onları o karanlık için­

İşte âyetler onların bu durumlarının iç yüzünü anlatmak­ tadır. Bu hususların izahına gelince, öyle anlaşılıyor ki bun­ lar geçm işlerde az çok iman nurunu görmüş, duymuş, his­ setmişler ama daha sonra taklitle, atalarına körü körüne tebaiyetle ve şuursuzca başkalarının arkasına takılmakla, ken­ dilerince büyük saydıklarını taklit etmekle nur-u hakikat ara sıra gözlerinin önünde parlasa bile ondan tam istifade etme imkânına sahip olamamaktadırlar. Hayırlı seleflerini ara sıra hatırlamakta, hatırlayınca da içlerinde bir ümit parıltısı oluş­ maktadır ama bu kalıcı değildir.
Evet, her millet yer yer mâzisi ve ecdadının büyüklüğüy­ le, onlara ait mefahirle iftihar eder: “Biz falanlar ve filanlar...” diye köklerini hatırlar ki bu, onun yeniden dirilmesi, cana gel­ mesi hususunda ümitlendiren hâli sayılır. Ne var ki, muvak­ katen parlayan bu yeni nurdan istifade etme imkânı olmadı­ ğı -kanaatlerince- belli olunca da her şey bir kere daha silinir gider; gider de onlar bir kez daha ruhî zulmetleri, vicdanî ka­ ranlıkları içinde kalıverirler. Demek ki bazı münafıkların selef­ lerinin umumi mânâda öyle olduğu anlaşılıyor. Yani onlar, se­ leflerinin, Cenab-ı Hakk’ m yaktığı nurdan istifade ettiğini ve sa’ylerinin semeresini, ekip diktikleri ağaçların, ekinlerin mey­ velerini görmüşler ama şerli halefler olarak tamı tamına onlar­ dan istifade edememişlerdir. s*AiıJl I

^

de bırakıyor. Karanlık içinde kalınca da mütemadiyen göz­

& jjİJu cJj-ü 0 İJ4İ J I I \j “Kendilerinden sonra onların yer­

lerinin önünde yanıp sönen ışıklar karşısında, bir türlü göz

lerine öyle bir nesil geldi ki namazı zayi ettiler, şehvetlerinin

300____________________________________________ Bir İ'câz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Çelilesi (17-18. Âyet-i Kerimeler)

301

peşine düştüler. İşte bunlar gelecekte azgınlıklarının cezasını

Üçüncüsü: O zaman Benî İsrail, zuhur edecek âhir zaman

bulacaklardır. ”335 Evet, onlardan sonra bir kısım nesiller gel­

peygamberine dayanıp onu nokta-i istinat ederek insanlık üze­

mişti ki, bunlar atalarının yolundan gitmemiş, namazı zayi et­

rinde son kez bir sulta, bir hâkimiyet kurma iddiasında idiler.

miş ve şehevât-ı nefsaniyelerine tâbi olmuşlardı. Böyle olunca

Bu üçüncü tevcihe göre ateşi yakan münafıklardı ve ara sıra

da Allah’la aralarındaki rabıta bütün bütün kopmuş ve şehve­

onlara yeşil ışık yakıyorlardı. Evet o günkü inkârcılara, orada­

te daldıklarından ötürü de her şeyi şehvet renginde görmüş,

ki Evs ve Hazreç dinsizlerine yeşil ışık yakıyorlardı. Onlar da

dinî hakikatleri anlayamaz hâle gelmişlerdi.

başkalarına karşı: “Peygamber gelecek ve sizin üzerinizde hâ­

Mâmâfih, ne evvelkileri ne de bu asırdakileri düşünme-

kimiyet kuracağız.” diyorlardı. Bu sayede az da olsa bir ümit­

yip bunu sadece Saadet Asrı’ ndaki münafıklarla alâkalı de­

le gözlerinin önünde ziya şuleleri parıldayıp sönüyordu. Efen­

ğerlendirecek olursak şu üç husus karşımıza çıkar:

dimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’ye gelinde, taklit ve

Birincisi: Onlar Kur’ân-ı Kerimle tanıştıkları dönem de

şehvetlerine ittibaları, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem)

ciddi bir maddeperestlik içindeydiler. Tam amen fıtratı ifade

karşı peşin hüküm ve muhkem önyargıyla önceden O ’nun

eden Kur’ân âyetlerini duyunca bir kısım tedailerle Tevrat’ta,

hakkında verecekleri hükmü vermiş olmalarından dolayı ittiba

Incil’de ve daha ön ce inmiş diğer İlâhî kitaplarda bulunan

edemediler, O ’ nu tam göremediler.

hakikatlerle ilgili onlarda bir çağrışım oldu. Ne var ki, bu fır­

Konunun doğrudan doğruya Saadet Asrı’yla alâkalı oldu­

satı değerlendiremeyip fevt ettikleri için nurun yerini zulmet

ğu kabul edilirse, yukarıda saydığımız bu tevcihler bahis mev­

aldı, onlar da hidayeti dalâletle değiştirdiler. Yani hidayet git­

zuu olur.

ti, yerine dalâlet geldi. İbn Abbas (radıyallâhu anh) bu husu­ su anlatırken, onların evvelleri, ilkleri veya ataları, Efendimiz

Arz edilen bu üç husus, mümesselün leh’i, y

y&\ y j

(sallallâhu aleyhi ve sellem) geldiği zaman iman etmişti, der.

y A !I p d L j jbl &T Jyu “Öyle insanlar da var­

Fakat sonra hidayeti bırakıp dalâlete talip oldular ve iman­

dır ki, Allah’a ve ahiret gününe inandık derler ama hakika­

dan sonra yeniden küfre girdiler.

ten iman etmemişlerdir.”336 âyetinden, sayfanın sonuna ka­

İkincisi: Onlar daha önce inen İlâhî kitaplardan, İncil,
Tevrat ve sair suhuflardan itikadî, amelî ve İçtimaî hakikatlere dair çok şey biliyorlardı. Kur’ân-ı Kerimle tanışınca bu hakikat­ leri ve bu arada Efendimiz’e ait işaret ve beşaretleri de hatır­ ladılar. Ve farklı çağrışımlar içine girdiler. Ancak onlar, bekle­ nen Peygamberi kendi içlerinden bekledikleri için Efendimiz’e

dar fezlekesiyle beraber bütünüyle anlatılan münafıkların hâlleridir. Arz ettiğim bu üç hususa dair İbn Abbas ve tabiîn imamlarından Süddî’den de bir rivayet vardır. Müfessirînden, dalâletin hidayetle değiştirilmesi, küfrün imanın yerini alması ve hakikatin yerini bâtıla bırakması gibi mânâlar ihtiva eden yorumlar da rivayet edilmiştir.

(sallallâhu aleyhi ve sellem) inanmadılar. Allah da nurlarını

Kur’ân-ı Kerim’in temsillerinin hususiyetlerinden biri de,

alıp götürdü ve onları zulmet içinde bıraktı. Tabi hidayetin ye­

muhtelif meseleleri tek bir temsil çerçevesinde ele alıp anlat­

rini de dalâlet aldı., karanlık katmanlı korkunç bir dalâlet.

masıdır. Yani birkaç âyette anlatılan o dağınık meseleleri tek

335 Meryem sûresi, 19/59

Bakara sûresi. 2/8.

302

Bir İ ’c.A Hecelemesi ız Bakara Sûre-i Gelilesi (17-18. Âyet-i Kerîmeler) ___________________ 303

bir temsilde toplayıp anlatma da Kur’ân-ı Kerim’e mahsus

itibarıyla güç bela bir ateş yakmış, bir ölçüde de olsa onunla

mucizevî bir üsluptur. O böyle mürekkeb bir teşbihle, yani

teselli olmuşlardır. Evet, ateş yakmak müstakil bir iştir, insanı

ateşin yanması, karanlığın bu ateşle zail olması, sonra hemen o ışığın söndürülmesi ve yeniden zulmetin gelmesi., gibi hu­

meşgul eder. Ama yaktıktan sonra onu muhafaza etmek ayrı bir derttir. Tıpkı saadet ve huzur vaat eden bir sistem kurmak,

suslarla öyle bir resim sunuyor ki dahası olamaz. Bu, çölde

kurduktan sonra da korumak ne ise bu da öyledir.

yaşayan insanların bilebileceği, zevk edebileceği bir temsildir.

Bunlar bir ateş yakmışlardır ama başlarından aşağıya bar­

Çöl insanı çölde ateş yakmanın, orada başkalarından yardım

daktan boşalır gibi dökülen yağmura veya ortalığı birbirine ka­

beklemenin, yardım arzu ve isteğinin başkalarına duyurulma­

tıp karıştıran fırtınaya karşı yaktıkları bu ateşi nasıl koruyacak­

sının ne demek olduğunu çok iyi bilir. Bu tasvirdeki sahneyi

lardır? Meselenin bir bu yönü var. Bir de, biraz'evvel de arz edil­

kısmen çölde kum fırtınasına tutulan veya Doğu Anadolu’da

diği gibi bunlar, gayret ve cehdle meydana getirdikleri bu ate­

kar fırtınasına tutulan kimse herhâlde daha iyi anlar.

şin, fırtınalarla sönme ihtimali karşısında hep gerilim içindedir­

Evet, bir insan çölde muztar durumda kaldığında yerini,

ler; hatta sönecek diye belki ateşe bile içlerinde düşmanlık hissi

mevcudiyetini başkalarına duyurmak için yapacağı en makûl

taşımaktadırlar. Zira genel manzara itibarıyla gözlerinin normal

iş hemen bir ateş yakmaktır. İşte temsil bir yönüyle bunu işa­

görme durumunu bile koruyamamaktadırlar; koruyamamak­

retliyor ki, vahşî sahrada, kimsesiz ve ne yaptığını bilmeyen

ta ve karanlıkta görebilecek kadar dahi durumlarını muhafaza

bir kimsenin en önemli işi, varlığını hissettirebilecek bir ateş

edememektedirler. Bence, arz edilen bu hususların hepsini f i j

yakma olmalıdır. Bir de çöldeki karanlık başka bir yerdeki ka­ ranlığa hiç benzemez. Başka bir yerde az çok bir ışık şûlesi,

d

parıltısı görülür ve göreni ümitlendirir am a çölde bunların hiçbiri söz konusu değildir. Çölde güneşler batar, karanlıkla beraber her yanda bir yalnızlık hissi tükenmeye başlar, gur­ betlerle kuşatılır ruh., ve işte bu dehşet içinde insanın, hem kendisine bir enîs olması hem de etrafını görmek için yapabi­ leceği tek iş -K ur’ ânî tabirle- “ istîkâd-1 nâr”dır., yani bir ateş yakmaktır. Hem ısınmak hem hevâm ve haşaratı kaçırmak hem etrafını görebilmeye çalışmak hem de bu suretle orada mevcudiyetini başkalarına duyurmaya çalışmak., evet, işte münafığın durumunu aksettiren canlı fotoğraf..!
Ayrıca bu temsilde şu da görülmektedir: “ İstîkâd” tabiri istif âl babındandır. Bu kipte talep ve tahavvül mânâsı olduğu gibi ta’diye (geçişlilik) anlamı da vardır. Şöyle ki bu şaşkınlar, ateş yakmayı şiddetle arzu etmiş ve o karanlık tabloyu değiştir­ me gayretine düşmüşlerdir. Onlar için yapılacak tek şey olması

j Y “Onlar görmezler. ” ifadesi işaretliyor gibidir.!
Burada müfredatın müfredata tatbikinin açık olmadığına

daha önce değinmiştik. Yani şu parça şuna, bu da buna şek­ linde parçaların birbirine tatbiki net görünmemektedir. Zira bu mürekkeb bir teşbihtir. “Müşebbeh” de “müşebbehün bih” de mürekkeb bir bütünlük arz etmektedir. Bir başka de­ yişle bu, mürekkebin mürekkebe benzetilmesinden ibarettir.
Oldukça kötü ve bozuk bir ruh hâleti içinde ne yaptığını, ne yapacağını bilemeyen, küfürle iman arasında sürekli gel git yaşayan, şaşkınlık ve tereddütler ağında yol yorgunu bir yığın ki, bir şey almak için elini uzatırken onu kaybediyor, kaybet­ tikçe haybet ve hüsran ruh hâleti içine giriyor ama şaşkınlıkla yeniden kaybettiğini elde etmeye çalışıyor. İşte böyle birinde ümitsizliğin ümidi, zulmetin parıltıyı takip etmesi hâlini., evet, genel anlamdaki bu değişken psikolojik durumu < 1 1
^1
Ijû

âyeti mürekkeb bir teşbihle ne güzel ifade etmiştir!

Bir İ'aİz Hecelemesi

304

Parçaların birbirine tatbikini ise

I

ja

-£ Y “d önem ezler”,

Bir l'cfİz Hecelemesi

308

309

Bakara Sûre-i Çelilesi (17-18. Ayel-i Kerîmeler)

başta iradeleriyle dışarıya çıktıktan sonra aslî fıtratlarına, geç­

Şimdi biraz evvel arz edilen noktadan hareketle buradaki

miş dinlerine, ümit ettikleri o peygamberin zuhur edeceği bek­

durumu tahlile çalışalım. Burada davet iki şeye oluyor: Biri

lenti âlemine artık bir daha geriye dönemezler demektedir.

hayra, biri şerre. Zira “ istîkâd (ateş tutuşturma)” kelimesi, ya

Zira onlar her türlü imkânlarını kaybetmişlerdir.

münafıkların reisine veyahut Allah’ ın eliyle Resûl-i Ekrem’ e aittir. Burada iki ihtimal de söz konusu olabilir. Bazen de bir

Müfredat Mânâsı (18. Âyet) kelimesi, ^

tek hâdise iki hususa birden bakabilir. Mesela buradaki bu

fiilinden gelir. D ördüncü bab-

dan pek çok fiilde olduğu gibi sıfat-ı m üşebbehe olarak müfred müzekkeri ^ î ’dur ki “sağır” demektir. Bunun müennesi i l i j j ’dur. Her ikisinin cem i’si de

künden olup sıfat-ı müşebbehesi

münafıkların şahsî düşünceleri itibarıyla karanlıklar yaşadığı­ nı ifade eder. Jıj* yy gelir.

kelimesi de yine dördüncü babdan, f& z ~

ibare, Allah’ ın yaktığı nurla mü’ minler tenevvür ederken,

(yt j y

yp

ç s * İr*-*'

j*, İEJj I-İ! jSö l/t ^4Jjii

“Hiç Allah’ın, göğ­

sünü İslâm’a açması sayesinde, Rabbisi tarafından nura ka­ kö­ gelir. “ Dilsiz” demektir.

vuşan kimse, kötü tercihi seb eb iyle fıtratını değiştiren, kalbi katılaşan, göğsü daralan kimse gibi olur mu? Yazıklar olsun kalbleri A llah’ı anma hususunda katılaşmış olanlara! İşte on ­

tUiC; dilsiz kadın için kullanılır. Her ikisinin cem i’ si de ^i^’ dür ki, kadın-erkek dilsiz kimseler demektir. kelimesi ise “gözün kör olması, ışıktan istifade ede­ memesi, etrafını görem em esi” hâllerini ifade eden ^ fiilinden gelir. Sıfat-ı müşebbehesi müzekker için ( ^ \ , müj ennes içinse

şeklindedir. Âm â kelimesini biz de Türkçe-

mizde aynı mânâda kullanırız. j £ \ ve müennesi olan kelimelerinin cem i’ si j^ p ’ dür. İşte burada üç kelime gayet fo­ netik bir letafet içinde

jÜŞ

şeklinde ifade edilmektedir

ki gayet latif düşmektedir.
Önceki âyette, haklarında darb-ı mesel yapılanların umu­ mi ahvâli bir temsille anlatılmıştı, burada ise o temsil figürle­

lar besbelli bir sapıklık içindedirler. ”341 âyeti her iki hususu da ifade eden bir beyandır.
Evet, Allah bir insanın kalbini imana açıp şerhetti mi artık o, Allah’ tan gelen bir nur ile aydınlanmış demektir. Onun otu­ ruşu nur, kalkışı nur, görüşü nur, duyuşu nur., yani o, çepeçev­ re nur içindedir ki, Buhârî ve Müslim hadislerinde Allah Resûlü
(sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle çepeçevre nuraniyete talep­ lerim: (y -j
^ jy
\jy ( t r W l j

j,'3 ^ d jy

jj

ü jy j üj j

üj v

j. j *j

i{j y JyA.

jjU -lj , ı ‘Allah'ım! Kalbime nur,

gözüme nur, kulağıma nur, sağıma nur, soluma nur, üstüme nur, altıma nur, önüm e nur, arkama nur ver ve baştan aşağı ba­ na nur ihsan eyle (bir rivayette: beni nur kıl). ”342 şeklinde ses­

rinin hususi durumları anlatılıyor. Dem ek bunların hepsi kör,

lendirir. Keza jiJJlj j J }ı J j oUiSkJ! y . {4 + J J \Ji\ y j \

hepsi sağır, hepsi dilsizmiş de kimseye seslerini duyuramıyor;

vUÜiJl

etraflarında söylenen sözleri duyamıyor; dahası, iyi kötü çev­ relerinde olup biten şeyleri de doğru okuyamıyorlarmış.

^ 4 ^ - ^ o^OaJi

M Ziimcr sûresi. 39/22.
|
Buhârî. daavât 10; Müslim, saldtü’l-müsâfirin 181.

âl

I jfJs “Allah iman

Bir Vcâz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Çelilesi (17-18. Âyel-i Kerîmeler) ____________________ 311

edenlerin yardımcısıdır, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.

Bu, “Bir parça bizi de nurunuzla gözetin.” anlamına da gelir.

310

İnkâr edenlerin dostları ise tağutlar olup onları aydınlıktan ka­

Mü’minler de onlara: “Dünyada dönüp durup hep döneklik

ranlıklara götürürler. ”343 âyetiyle de tek bir hâdise içinde, bir hi­

yaptığınız için dönün kapkaranlık dünyanızda -bulabilirseniz-

dayet ve bir nurun herkesin fıtratına ve müstaid olmasına göre

bir ışık arayın. ” derler. Bu muhavere devam ederken birden

şekillenmesi., birinin nura mazhariyetle zulmetten çıkması; beri­

bire perdeler iner, arada engebeler, sütreler oluşur ve bu diya-

kinin tağutlara intisabı ve ittibaıyla nuru bırakıp zulmete gitmesi

loğa son verilir. Surun, sütrenin sadece mü’minlerin gireceği

yukarıdaki mülâhazanın farklı bir teyidi mahiyetindedir.

tek kapısı vardır ki, içeride kâbil-i idrâk olmayan engin bir rah­

Evet, münafıkların da yerinde nuru kendileri için faydalı görüp, az dahi olsa ümide kapılıp, on dan istifade etme hazır­ lıkları yaparken birden bire hayal kırıklığı ve yıkılan ümitleriy­

met, sütre berisi ve dış tarafta da tarifi imkânsız bir azap vardır.
Azabı tadanlar çığlık çığlık bağırırlar: “ Dünyada sizinle beraber değil miydik?” Ama nafile...

le oldukları yerde kalakalmaları, onlara dünyada bir inkisar

İsterseniz şimdi geriye dönelim . Evet, görüldüğü gibi m e­

yaşattığı gibi ötede de yani kabirde, berzahta da aynı şekil­

sele iki şekilde cereyan ediyor: Bir hayra davet, bir de şerre.

de inkisarlar yaşatacaktır. Hatta mahşerde Allah’ ın huzuruna gittiklerinde de aynı şey olacaktır. O rada yaşanan sergüzeştiyi anlatma sadedinde Kur’ ân, daha ön ce bir başka m ünase­

Konuyu şerre davet olarak ele aldığımızda şöyle anlayabiliriz:
Ijtf uâj£J.I, bu ateşi yakan kimse insanları şerre davet etmek­ te, fitne çıkarmakta, halkı kandırmakta, onlara boş ümniye ve kuruntular vaat etmekte, onları bir kısım idealler arkasın­

betle zikrettiğimiz âyet-i kerîmede:

da sürüklemekte, ütopik fikirlerle onları meşgul etmekte, ya­ lancı bir ışık yakmaktadır. Işık yakma sözü Türkçede de bu mânâda kullanılır. IjU JUjLtl beyanında sarahat yok; bu kim

p4-r!

£SZ\jj a î
E

JA İİ aÜ pj ört
Os>lj ı-lAj d

olursa olsun.. Abdullah İbn Übey İbn Selûl, Ka’b İbn Eşref veya başkası... fark etmez. Tabi bunların ışıklarının sönmesi, hâliyle fitne ateşlerinin sönm esi demektir.

“O gün münafık erkek ve kadınlar, m ü m in lere: ‘N ’olur,’

j jL Öl Ç Jö Işıklarını Allah aldı götürdü ve gözleri gör­

derler, ‘yüzümüze bir bakın da nurunuzdan biz d e yararlana­

mez oldu, işleri de altüst. Allah onların fitne ateşlerini işte

lım.T Bunun üzerine onlara şöyle denilir: ‘Arkanıza dönün de

böyle söndürdü.

bir nur arayın!’ Derken, aralarına bir duvar çekilir. Bu duva­

Hayra davet keyfiyetine gelince; Cenab-ı Vacibü’l-Vücud,

rın bir kapısı olup bu kapının iç tarafında rahmet, dış tarafında

Habib-i Edib’ inin eliyle onlara bir nur, bir ışık yaktı. Bu ışık,

ise azap vardır.”344 buyurur ki, m ü’ minler sağları-solları, önle-

geçmiş kitapları teyit eder mahiyetteydi. Onların o güne kadar

ri-arkaları pür-nur yürürken ve muradlarına ererken, müna-

bir beklenti hâlinde tekrar edip durdukları meseleleri realite

ftklar dökülüp yollarda kalmanın ezikliği ile, “Dönün, bir par­

safhasına çıkarıcı ve ümit bakımından onları besler mahiyette

ça bize bakın da bütün bütün karanlıkta kalmayalım. ” derler.
343 Bakara sûresi. 2/257.
344 Hadîd sûresi, 57/13.

bir ışık yaktı. Ne var ki onlar, kanaat değiştirip farklı bir yola gittiklerinden dolayı Allah (celle celâluhu) da o ışığı söndürdü.
Bu arada Aleyhissalâtü vessselâm etrafında toplananlar ise o

312

Bir İ'cüz Hecelemesi
Bakara Sûre,-i Çelilesi (17-18. Âyet-i Kerîmeler) ____________________313

nur ile nurlandılar, Allah da onların kalblerine inşirah verdi.
İşte Allah nurunun iki tarafa bakan farklı yanları...

isterler. Ne var ki, bağırmaya teşebbüs ettiklerinde bakarlar ki dilleri de tutulmuş. Evet, onlar

Demek oluyor ki, temsil ele alınırken uSjiil

JİzS

“dilsizdirler” . Ne ses du­

yarlar ki onunla ünsiyet etsinler ne seslerini duyurabilirler ki

\yl cümlesinde, seçilen kelimelerin karakteristik durumları iti­

bir enisin gelmesine vesile olsun. Son çare olarak bu korku ve

barıyla, bir tek hâdise gibi görülen tek bir meselede hem müna­

vahşet veren karanlıklar içinde etraflarını bir kere daha süzme­

fıkların karanlık durumları hem de Resûl-i Ekrem’ in (sallallâhu

ye dururlar. Heyhat, o gayretleri de boşunadır; hiçbir şey gö­

aleyhi ve sellem) getirip yaktığı ışık ve bu ışığın etrafında ke­

remezler; zira onlar

lebekler gibi toplanıp pervâz edenlerin nur-efşân hâlleri ifade

âlûd durumu derk edip fıtrat-ı sekmeye dönmek için çırpınır­

ediliyor. Peygamber'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaktığı ışı­

lar ama, öy^ryi Y ^4® “Onlar dönemezler. ” Dönemezler, çün­

ğa karşı onların kör, duygusuz, dilsiz, kalbsiz olmalarına muka­

kü istidatları körelmiştir. Ve bu Cehennem’e benzeyen hâlete

bil, mü’ minlerin hem o nurdan istifade etmeleri hem de Allah

kendileri sebep oldukları için onun içinden çıkamazlar; çıka­

tarafından muhafaza edilip fitne ateşlerinin onlara zarar ver­

maz ve çırpındıkça batarlar.

meyeceği vurgulanıyor.

“kördürler” . Son bir gayret bu vahşet-

Burada işârî olarak bir diğer hususu da arz etmekte yarar var: Bunlar, şehevât-ı nefsaniyelerine inhimak ettikleri, o at­

Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri

mosferde duyulan her şey şehevât-ı nefsaniye ve behîmî ar­

(18. Âyet)

zularının sesi soluğu olduğundan ve bir türlü de bunun dışına çıkamadıklarından, etraflarında hak adına söylenen şeyleri

ö

Y

f i» ^

“Sağır, dilsiz ve kördür onlar.

Onun için dönmezler. ” âyetinde geçen kelimelerin incelikle­

asla duyamazlar. Çünkü

“sağırdırlar” .

Kalblerinde iman olmadığından dolayı, gelen âfâkî ma­

rine gelince:
Evvela insanlar, misal içinde de müşahede ettiğimiz gibi, kendilerini böyle olumsuzluklar içinde görünce, yani ıpıssız bir çölde, kimsesiz, garip, tek başına, vahşi hayvanların dehşet verici sesleri ve tabiatın bir mânâda ürpertici manzarası karşı­

lumatı değerlendiremedikleri ve bundan ötürü de kalblerinde iz’an hâsıl edecek ölçüde bir canlılık olmadığı için “La ilâhe illâllah Muhammedün Resûlullah” diyemezler; zira

“dil­

sizdirler” .

sında etrafında neler olup bittiğini iyice anlayabilmek için ön­

Vicdanları sâlim olmadığı, içlerinde bir musaddık bulun­

ce kulak kabartırlar. Ne var ki kulakları o sesleri seçememekte,

madığı, âfâkî âlem de onlara bir şey ifade etmediği için on­

hiçbir şey duyamamaktadırlar. Çünkü

lar

“sa ğ ırd ırla rAyrıca

çöldeki o vahşete ayrı bir vahşet katan, etraflarında olup biten şeyleri duyamayışları, iç içe ürpertiler yaşayışları canlarını gırt­ laklarına getirir de, bir ızdırar hâliyle o vahşet-âlûd durumları­ nı etraflarına duyurmak ve başkalarından yardım istemek için kendilerini sıkar ve “Yardıma gelen yok mu?” diye bağırmak

“ bakar /cör”dürler. Kur’ân-ı Kerim’ in bu mülâhazayı

teyit sadedinde: J>, J}\

jflj

Y

j j l i d l “Onların gözleri (basarları) kör değil; esas göğüslerin­ deki kalbleri (yani basiretleri) kördür. ”345 âyetiyle bu tür bakar
M Hac sûresi, 22/46.
5

314

Bir İ'faz Hecelemesi

körlere vurguda bulunduğu ve insanları basiretli olmaya ça­ ğırdığı daha evvel de ifade edilmişti.
İşte bu vaziyetteki kimselerdir ki, hiçbir zaman ayrıldıkla­ rı o ilk noktaya, fıtrat noktasına dönemezler. Vâkıa, ebediyen dönemezler değil. Çünkü âyet j y& ry. Y “d ön em eyecek ler” demekte, 1 j ) “ebediyen dönem eyecekler” dememek­ tedir ki bu, her şeye rağmen yine de bir ümidin olduğunu,

BAKARASÛRE-İ ÇELİLESİ
(1 9 -2 0 . ÂYETLER)
< jjjj •te'jj oUJü? aİ


I

i

aslında isteseler dönebileceklerini anlatır. Bu ifadelerle de in­ san iradesinin önemi vurgulanır ki, kendi iradeleriyle düştük­ leri gibi -Allah’ın (celle celâluhu) izniyle- yine kendi iradele­ rini kullanarak bu durumdan kurtulabilecekleri anlaşılır.

^1 öj.

ü)l

JJj

“ Yahut onların durumu, gökten sağanak hâlinde boşalan ve içinde yoğun karanlıklar, gök gürlemeleri ve şimşekler bulunan yağmura (tutulmuş kimselerin hâline) benzer. Yıldınmlann verdiği dehşetle, ölüm korkusundan parmaklannı kulaklarına tıkarlar. Fakat Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır. Şimşek nerdeyse gözlerini kör edecek. Önlerini aydınlattı mı ışığında yürürler, (şimşek sönüp) karanhk çökünce de dikilir kahrlar.
Allah dileseydi kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Allah gerçekten her şeye kadirdir. ”

Bu iki âyet-i kerimede de, ikinci bir temsille âdeta deği­ şik bir münafık tipi tasvir ediliyor. Temsilin hususiyetinden anlaşılan o ki, farklı olan sadece temsil değil; aynı zamanda mümesselün leh de farklılık arz ediyor. Yani evvelki temsilde anlatılan münafık bu ikinci temsilde anlatılan münafıktan ol­ dukça farklı. Çünkü birinci temsilde onların kör, sağır ve dilsiz oldukları, iç içe karanlıkların onları kuşattığı, ızdırar ruh hâletiyle aydınlanmak için yaktıkları ateşin söndüğü ve sönen ateşle ümitlerinin de karardığı resmediliyordu; ikinci temsilde ise zaman zaman bir kısım parıltıların zuhur ettiği, bu parıltı­ ların zuhuruyla onların da bir miktar yürüdükleri belirtilerek,

316_________________________________ .__________ Bir İ'câz Hecelemesi

yer yer duydukları gök gürültüsünün korkutan sesini, şimşe­ ğin parlaklığını, yıldırımın hâsıl ettiği ürpertiyi hissedebilecek, görebilecek, duyabilecek ve bunları ifade edebilecek durum­ da bulunan bir grubun resmedilmesi söz konusu.

Bakam Sûre-i Çelilesi (19-20. Âyetler) ___________________________ 317

fiilinden türemiş bir kelimedir. Türkçemizde kullandığımız “isa­ bet” ve “musibet” kelimeleri de bu kökten gelir. Aslı c^j-^’dir.
Bu fiilin mânâlarından biri, “gökten, üst taraftan inme, dökülme” dir. Sayyib kelimesi, bu kökten iştikak etmiş

Bu üslup farklılığından da, evvelki temsille anlatılan gürûhun âmi, görgüsüz, bilgisiz, etrafında olup biten şeyleri anla­ yamayan bir münafık tipi olduğu; ikinci temsilde anlatılan­ ların ise münafıkların -tabir caiz is e - havas tabakası olduğu

jis

veznin­

de sıfat-ı müşebbehedir ki, yağmur mânâsına kullanıldığı gibi, yağmurun kaynağı bulut mânâsına da kullanılır. Yağmur mâ­ nâsına aldığımızda, kelimenin nekre olarak seçilmesinin ifade ettiği çokluk anlamıyla birlikte “yukarıdan aşağıya şakır şakır

hissi uyanıyor ki, bunların çevrelerinde olup biten şeylerden

dökülen” mânâsına gelir. Biz böyle bir yağmuru anlatırken da­

haberdar oldukları, gözleri bir parıltı gördüğünde parıltının

ha ziyade “ Bardaktan boşalıyor gibi” tabirini kullanırız.

zuhurunu fırsat bilip yürüm eye azm ü ikdam da bulundukları ve ellerine geçen her imkânı değerlendirme fikrine sahip ol­ dukları görülüyor.
Bu temsillerde ikinci bir husus da, bunların mürekkeb ya da muferrak bir teşbih sayılmasıdır. Vâkıa bu gibi meselelerde farklı mütalâaların bulunması tabiî gibidir. Zira mürekkeb bir teşbihin eczâsını parçalayıp bir şeye tatbik etmek de mümkün­ dür. Belâgatçılar her ne kadar bu tür teşbihlerin birini muferraka, birini de mürekkebe hamletseler de Kur’ân-ı Kerim’ e has bir edebiyat stili çerçevesinde her iki şıkka da kâbil-i tatbik olma­ sı itibarıyla bunu böyle kabul etmek daha muvafık görünüyor.

Ayrıca bu kelime bize, yakın, üst üste yığılmış kesif bulut­ lardan yağmurların gelmesi itibarıyla havanın keyfiyeti hak­ kında da şöyle-böyle fikir veriyor gibidir.
* ** o U l k 4 ifadesine gelince; bulutun kesâfetini, üst üste
J
yığılmış hâlini, yağmurun onun içinden inmesini, keza onun yakın ufku kuşatmasını ve insan üzerinde bütün semayı kap­ lamış intibaını uyarmasını âyetteki kelimelerin tecâvüb ve tesânüdünden (kelimelerin bir anlam etrafında dayanışma­ sı) çıkarabiliriz.
Musibetin de aynı kökten geldiğini söylemiştik.

söz­

cüğünün seçilmesinde, -onların kanaatlerine göre maruz kaldıkları- musibete de bir telmihin var olduğu söylenebilir.

Müfredat Mânâsı (19. Ayet)

dendikten sonra, belli ki şakır şakır dökülen o su, yağ­

Şimdi de isterseniz âyet-i kerime, müfredatıyla ne ifade ediyor, onu heceleyelim:
Konuya,

için *UJÜI

jî denerek başlanıyor ve anlatılan husus­

ların temel unsurları, parçaları bir araya getirilerek tek misalde birleştirilip böyle bir münafık grubun varlığı vurgulanıyor. Biz bunlara, takdiren “ashab-t sayyib” diyelim.

kelimesi,

“sem adan” denmiştir.

*UJÜI kelimesi

- L ; kökünden gelir. Mânâsını şu

şekilde ifade etmişlerdir: SU-i

U JS “Senin üzerin­

de, senden yukarıda olan her şey (izafi olarak, sana göre)
‘sema’dır.” Bu açıdan, yerin üstünde olması itibarıyla at­

“ yağmur misali” yahut “yağmura tutulanların mi­ sali” şeklinde mânâ verebiliriz.

mur mahiyetinde sem adan dökülür; işte bunu vurgulamak

~

mosfer, Dünya’ nm fevkinde olması yönüyle Güneş sistemi ve Güneş sisteminin bağlı bulunduğu büyük galaksi de hep

Bir İ ’râz Hecelemesi

318

sema sayılır. Kur’ ân’da sem aya 346^ y ^ J l a l i l l i da denmiştir ki bu, “başımızın üzerine kaldırılmış yüksek, âlî tavan” de­ mektir. yJ^i u L i SU-iJl E U f j âyetinde ise, onun “ korun­

muş bir tavan” olduğu ifade edilmiştir. Bir hadiste ise, ç j t

348Jİy & şeklinde tarif edilmiştir ki bu ifade Risale-i Nur’da,
“emvâcı karardâde olm uş bir d en iz” şeklinde tercüme edil­ mektedir.349 “Mekfûf” , “bütün kaynamaları, çalkalanmaları ve dalgaları dinmiş, sabit, karara ermiş, ahengini bulmuş ve
Allah’ ın astronomik nizamı muttarit kılması ile artık bir ni­ zam ve intizam içine girmiş” demektir. Evet, sem a, böylesine

Bakara Sûre-i Çelilesi (19-20. Âyetler)

gök gürlemesinde titreyerek çıkan havanın titreşimi ve bunun insanlarda bir ürperti hâsıl etmesi hissedilmektedir ki bütün bu fonksiyonların başka bir kelimeyle ifadesi imkânsızdır.
3j>. kelimesine gelince o, hemen çakan, parlayan, kaybo­ lan ve süratli olarak parıltılar saçan bir ışık sarmalı, şimşek de­ mektir. Efendimiz’ in (sallallâhu aleyhi ve sellem) miraçta sır­ tına bindiği “ Burak” 351 da -keyfiyeti ne ise- aynı kökten gel­ mektedir ki, sürat-i hareketinden, nuraniyetinden, gözünün gördüğü yere ayağını basmasından, ışık süratinde veyâ daha seri hareket etmesinden bu unvanla yâd edilmiştir. kelimesi, mevceleri dinmiş bir makro âlemin unvanıdır. oU It»

: Zulümât, zulmet kelimesinin çoğuludur. Zulüm

ve zulümât aynı kökten gelir. Bir hadiste de bu ikisi bera­ ber şöyle kullanılır: oUâJI ^ y ö ld ü » jtİkJI “Zulüm, kıyam et gü­

319

- J i f ’den malum bir muzâridir. Bu

kelimenin çeşitli mânâları vardır: Yarattı, kıldı, yaptı demek­ tir. Aynı zamanda Arapça yardımcı fiil nevilerinden “efâl-i şurû’” dandır; mesela js fc j* » - j “Y em eye durdu. ” demektir, fiilj

nü zulümâttır (iç içe karanlıklar şeklinde zalimin karşısına

32
5 \±*Hj

çıkar).”350 Bunlardan biri, haksızlık, başkalarının hukukunu

nat edilir ki “Allah yeri size bir yaygı yaptı. ” meâlindedir. Hazreti

çiğneme demektir; diğeri ise insanın basarında, basiretinde

Adem’ in hilafetinin anlatıldığı âyetlerdeki

karanlık hâsıl eden bir keyfiyettir. Zulmün; haksızlık, kendi­ ne tanınan sınırları geçm e, haddini tecavüz etme şeklindeki şer’î mânâsına mukabil zulmet, karanlığın ışığa galebe çal­ ması, ışığın sınırlarını tecavüz etmesi gibi tekvini bir mânâ ifade etmektedir.
3j>. j -apj j : Mutlak cem için olan j ile ifade edilen bu kelime­

lime musikisi açısından gök gürültüsündeki ürperti ve titreme;
34 Tûr sûresi, 52/5.
6

JjU- âyetinde olduğu gibi “ca’l” Allah’a da is­

Jt

f e i i İ J duj jl i S
!

“Hatırla ki, Rabbin meleklere: Ben yer­

yüzünde bir halife yaratacağım demişti.w ifadesi ise, Hazreti
353
Adem’ in yaratılmasını değil de, yaratılmasının neticesi hilâfetle serfiraz kılınmasını anlatır. Vâkıa j* » - bazen sunîlik, yapmacık­ lık da ifade eder. Biz “Ca’lî bir surette işi şöyle yaptı-böyle yap­ tı.” deriz ki, bu öncekilerden farklı bir kullanım şeklidir.

ler, semavî bir hâdisenin çeşitli yönlerinden ikisinin adıdır. Gök gürültüsü anlamına gelen h j kelimesinin telaffuzunda da, ke­

I

cem i’ bir kelimedir ve “onların parmakları” mânâsınadır. obi kelimesi, j i î kelimesinin çoğuludur. Kulaklar demek­ tir. Vâkıa,

Jt

öj İaAj

“Parmaklarını kulaklarına

347 Enbiyâ sûresi, 21/32.
:m Tirmizî, tefsîru sûre (57) 1; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/370.
Bediüzzaman, L em ’alar s.85 (On İkinci Lem’a, İkinci Mesele).
350 Buhârî, mezâlim 9; Müslim, bin 57.

1 Buhârî, b ed ’ü ’l-halk 6, enbiyâ 43, menâkıbü'l-ensâr 42; Müslim, îmân 264.
,1
** Nûh sûresi, 71/19.
11 Bakara sûresi, 2/30. x B ir İ ’câz Hecelemesi

320

321

Bakara Sûre-i Çelilesi (19-20. Âyetler)

tıkarlar. ” şeklinde ifade edilen durum aslında, parmak uçları­

‘Şu şundan hayırlıdır.’ gibi tafdilde bulunmayın. Ş öyle kİ; ilk

nın kulağın deliğine sokulması şeklinde tahakkuk eder. Gerek

defa ‘Sû r’a üfürüldüğünde, -A llah’ın diledikleri dışında- gök­

parmak ucu yerine parmağın bütününün, gerekse kulak deli­

lerde v e yerd e kim varsa çarpılmış olarak cansız devriliverir­

ği yerine kulağın bütününün zikredilmesi mecazdır ki, ayrı bir

ler. Sonra ikinci defa üfürülür d e ilk diriltilen Ben olurum.

belâgat nüktesi ifade etmektedir.

Ancak o esnada Hazreti M usa’yı (aleyhisselâm) A rş’ın kaide­

jjpljJd! kelimesi, “korkunç ses, çığlık, helâk edici azap, ölüm ” gibi mânâlar verilen ââpU? kelimesinin cem ’idir. J kökünden, hem üçüncü babdan ( J ^ j -

,y>

müteaddî fi­

il, hem de dördüncü babdan (JZJs j

lâzım fiil gelir.

Birincisi, “çarpmak, azaba çarptırmak, korkunç bir sesle de­

lerine tutunmuş olarak göreceğim . Bilmiyorum, daha önce yaşadığı Tur’daki (tecellî neticesinde meydana gelen) baygın­ lıktan dolayı mı yeni bir baygınlık yaşamadı, yoksa ö n ce mi haşroldu?” buyurmaktadır.357 oj^ J l

öjJ-

: “Ölüm korkusuyla” demektir. jjS- “sakınma,

virmek” mânâsına gelmesine mukabil, İkincisi “ölmek, bayıl­

korkma, ürkme, kaçınma, bir şeyden uzaklaşma” anlamları­

mak, devrilmek” gibi anlamlar için kullanılır. Kelime fiil olarak

na gelmektedir. oj^ J l ise “ölüm ” demektir.

da, isim formatında da Kur’ân-ı Kerim’de geçmektedir. Misal sadedinde şu âyetleri zikredebiliriz:

Evet, münafıklar ölüm endişesiyle, ölüm korkusuyla par­ maklarını kulaklarına tıkıyorlar, böylece o korkunç sayhadan

jjJ d l ^

kurtulmaya çalışıyorlar ama heyhat, ü l £ li

^ j V

l

^

jij

o ljU J Ü I

“Sûra üflenir; Allah'ın dile­

J 2 b l j fehva­

sınca onlar çepeçevre kuşatılmış bulunuyorlar.

dikleri dışında, göklerde ue yerd e kim varsa çarpılmış olarak
: İ>u4 fiilindendir ve “ ihata etme, kuşatma, etrafla­ cansız devriliverirler. ”354

^y>

düştü, bayıldı. ”355 j Ip İİp U JL

j “Ve Musa da Turda

ü p U,

j JÂ

öU

“Eğer yüz çevirirlerse Sen şöyle de: Sizi, Â d ve Semûd

rını çevirme, dışarıya çıkmalarına imkân verm eme” mânâ­ larına gelir. jf S de

—jis ”dan ism-i fâil veya sıfat-ı müşebbehedir

halklarını çarpan azap misali bir azapla uyarırım. ”356 Konuyla

ki, “ hakikatin üstünü örten, selim fıtratı setreden, kalbindeki

alâkalı Buhârî ve Müslim’deki bir hadis-i şerifte de Efendimiz

inanma, mârifet ve muhabbet istidadını körelten kimse” de­

(sallallâhu aleyhi ve sellem), j>

mektir. Allahu a ’lem...

du

^

'J u J j N

* * * y a r y

^

c r r BU

^ 4

J jî j / u

a
J

“Allah’ın peygam berleri arasında,

j£ j ,

Jyî ve kelimeleri hakkında icmâlen söylenen­

lerin yanında, bu kelimelerle alâkalı, asrımızdaki İlmî geliş­ meler neticesi anlaşılan bazı hakikatlerden de söz etmekte yarar var.

İ5 A’ râf sûresi, 7/143.
S
356 Fussilet sûresi, 41/13.

3 7 Buhârî, enbiyâ 34; Müslim, fezâil 159.
6

322 _____________________________________________ Bir İ ’câz Hecelemesi

Hakaret Sûre-i Çelilesi (19-20. Ayetler)

323

Kur’ân-ı Kerim, üzerinde durmaya çalıştığımız bu âyet-i

Gökteki gürültünün ve meydana gelen ateşin, bulutları aşı­

kerimede, bu üç kelimeden ikisini j harfi ile bir araya geti­

layan rüzgârın mârifetiyle hâsıl olduğu, hem İslâm’ın zuhur etti­

rerek, diğerini ise ayrı bir yerde zikretmiştir. Bu ise muhata­

ği devirlerde hem de daha sonraki dönemlerde, bugün olduğu

ba şu kanaati veriyor: Bunlardan ikisi, birbiri üzerine mutlak

gibi o gün de atmosfer ve biyosfer ilmiyle iştigal edenlerin te­

cem için atıf edatı olan j ’ la atfedilip diğeri de onlardan farklı

mas ettikleri konulardandı. Bazıları, bulut içindeki boşluklardan

bir yerde zikredildiğine göre bunlar, çoklarının zannettiği gibi

rüzgâr bu sesi ve ateşi çıkarıyor, diyorlardı. Cisimlerin birbiri­

peşi peşine m eydana gelen ve birbirlerine seb ep-son u ç mü­

ne sürtüldüklerinde ateş çıkarmaları da malumları idi. Dahası

nasebetiyle bağlı hâdiseler değildir. Aksine, bir anda zuhur

Araplar “merh” ve “afâr” denilen ağaçların yaş olmalarına rağ­

eden bir hâdisenin farklı yönleridir.

men birbirlerine sürtüldüklerinde ateş çıktığını çok iyi biliyor­

Tefsirlerde, konuyla alâkalı şu hususların da üzerinde du­

lardı. Bir taraftan şarıl şarıl su çıkarken, diğer taraftan sürtülün­

rulmuştur: Jipj Cenab-ı Hakk’ ın bulutlara müvekkel meleği­

ce ateş çıkan bir ağacın mevcudiyeti Araplara yabancı değildi.

nin ismidir. Bu melek, vazifeli olduğu şey itibarıyla esbâb-ı

Bu bakımdan onlar gökteki bu olayları yerdeki hâdiselerle y o­

âdiyeye iktiran çerçevesinde tarrakalar, gürültüler çıkarır.,

rumlayabilirlerdi.

hususiyle de bulutların izdivacı için, rüzgârları elindeki kam­ çısıyla sevk ederken bizim duyduğum uz o gök gürültüsü m ey­ dana gelir.

Bu konuda İbn Sina ise daha değişik şeyler anlatır. Kendi devri itibarıyla çok erken bir dön em d e o: “Denizler tebahhur ederken kısmen bunların içinden buharla beraber “duhân”

ı5£ ise bu vazifeyi îfâ eden meleğin kamçısı veya kamçı­

da yükselir. (Bugünkü mânâsıyla çeşitli gazlar.) Sonra bu­

sından çıkan bir ışıktır. Melek gibi nuranî bir varlığın kamçısı

lutlar müterâkim bir hâl alınca bulutların içindeki bu duhân

da herhâlde onun gibi nuranî olur.

o gürültüyü, tarrakayı ve şimşeği çıkartır.” Yani birbirine zıt

ise o kamçının tesi­

ridir; nereye dokunursa onu helâk eder.
Bundan da anlaşılan, ayrı ayrı görülen bu hususların, ya­ ni şimşeğin çakması, gök gürültüsünün zuhur etmesi ve.sâikanın bir yere gidip çarpmasının tek bir hâdisenin çeşitli teza­ hürlerinden ibaret olduğudur.
Kâinatta her hâdiseye bir melek müvekkel olması kabulü­ ne binaen elbette bulutları şevke müvekkel de bir melek vardır.
Bulutlar birbiri içine girdiği zaman aralarındaki izdivaçtan hâsıl olan gürültüyü temsile de yine o melek müvekkeldir. Bu veti­ rede zuhur eden ateşe nezaret eden de o melektir. Allah’ ın, bi­ zim keyfiyetini kavrayamayacağımız şekilde bir melek tarafın­ dan bu işleri gördürmüş olması uzak görülmemelidir. Aslında modern yorumlar açısından fünûn-u müspetenin bu mevzuda anlattıkları şeylerle bunları telif de her zaman mümkündür.

bu iki şeyin imtizacı ve müsâdemâtı (çarpışmaları) bu sesi ve ateşi çıkarıyor, demektir ve asırlar boyu bu mevzularla iştigal edenlere hâkim olan fikir de hep bu olmuştur.
Ancak bugün bunun bir elektrik hâdisesi olduğu çok iyi biliniyor. H ava akımları, sebepler açısından bulutların teşek­ külü ve umumiyet itibarıyla havada hâkim olan elektrik ve hususiyle yağmuru m eydana getiren su damlalarında bulu­ nan enerji ve elektrik., bunlar zaten belli bir seviyeye yani çiğ noktasına kadar yükselirken bünyelerindeki enerjiyi sarf ede ede yükselmeleri ve enerjileri bittiği anda da orada kalmala­ rı... gibi hususlar konunun bugün herkesçe bilinen yanlarıdır.
Biz içinde bulunduğumuz sıcak yerlerde meydana gelen buharın, sıcak yerle soğuk yer arasındaki ilk berzah (iki şeyi

324

Bir İ ’câz Hecelemesi

birbirinden ayıran hâil) olan camlarda, soğuk hava olursa he­

Bakam Sûre-i Çelilesi (19-20. Âyetler) ___________________________ 325

diyoruz. Bunların bulunduğu yerlerde telsiz gibi cihazların ra­

men buz bağladığını, kırağı tuttuğunu yahut havanın sıcak­

hat çalışmadığı herkesin malumudur. Bu itibarladır ki umumi­

lığına göre damlalar hâlinde orada yapışıp kaldığını görürüz

yetle radyo telsiz hatları ve benzer değişik alıcı-verici direkle­

ki bu, nemin enerjisini sarf ede ede belli şekilde yükseldiğini

ri, güç hatlarından uzak yerlere kurulur. İşte iki bulut arasında

gösterir. Bu durum bulutların teşekkülünde ilk merhale sayı­

veya bulutla yer arasında böyle bir gerilme, havanın mukave­

lır. Bulutlar teşekkül ettikten sonra bunların bir araya gelme­

metini kırıp da havaya galebe çaldığı an, bu iki gerilim ittihad

si, yani Kur’ân’ m ifadesiyle “rükâm” ın hâsıl olması da âyette

eder. Hâliyle havada bir boşluk hâsıl olur. (Atom bombası ve

şöyle anlatılıyor: UlSj
I
ja

jS jJ !

j »_â jj
İ

ı^yry, ^ dİ j j* l
J

“Baksana, Allah bulutlan sevk ediyor,

sonra onlan bir araya getirip üst üste yığıyor. İşte görüyorsun

diğer bombalarda da çıkan ses esasen bu boşluktan sonra ha­ vanın gelip çarpışmasından ibarettir.) İşte bir yönüyle hava­ daki bu gerilim, bir yönüyle bu iki gerilimin birleşmesi., bir­

ki yağmur bunların arasından çıkıyor. ”358 Buna göre, mele­

leşirken de havada bir boşluğun hâsıl olması ve bu boşluğun

ğin bulutları sevk etmesi ve üst üste onları yığması -k i bunu

dolması için bir gürültünün, bir elektriklenmenin ve bir elekt­

Allah (celle celâluhu) melek nezaretinde rüzgârla yaptırıyor-

rik akımının yere inmesinin veya yerden yukarıya çıkmasının

sonra bu müterâkim bulutların arasından “vedk” ın (yağmu­

meydana geldiğine şahit oluruz.

run) boşluklara inmesi/indirilmesi, sonra bir nizam ve intizam

Umumiyet itibarıyla, zıt elektrik yüküne sahip bu unsur­

altında toprağın bağrına boşalması, sonra arzın derinliklerin­

ların karşılıklı birbirini çekmesi daha ziyade müspetten men­

de havuzlar oluşması... bunlar hep birbirini takip eder ki, bu

fiye doğru olur. Yani pozitif negatife doğru gider. Hava esa­

süreç Kur’ ân’da gayet net anlatılır.

sen menfi elektrik akımlarının mahalli olduğundan küre-i arz

Bu mevzuda bildiğimiz diğer bir husus da, havadaki her

da menfi elektriğin nâkilidir. Havadan, müspet elektrik, men­

yağmur damlasının elektrik yüklü bulunması ve bunlar eşit

fi elektriğin nâkili olan küre-i arza geldiği gibi, bulutla küre-i

elektrik yüklü oldukları müddetçe de birbirlerini itmesi keyfiye­

arz arasında böyle bir imtizaçla yeryüzündeki müspet akım da

tidir. Zira eşitler arasında umumiyet itibarıyla itmenin kâinatta

havadaki menfi akıma doğru gider. Binaenaleyh şimşek ba­

câri bir kanun olduğu herkesin malumudur. Evet, mütenakız

zen yukarıdan aşağıya bazen de aşağıdan yukarıya doğru gi­

şeylerin birbirlerini çekmesine mukabil emsal olan şeyler bir­

der. Önceleri zannedilirdi ki, o hep havadan aşağıya doğru ge­

birlerini iter. Mesela negatif elektrik yükü, negatifi iter; pozitif

lir. Böyle bir durum insanlara elektrik akımını çekebilecek bir

de pozitifi. Biri pozitif, diğeri negatif ise birbirlerini celb ve cezb ile bir vahdet teşkil ederler.

fikrini vermiştir. Siper-i sâika minarelere ve yüksek binalara ta­

Şimdi bu esaslara göre ji-j,

ve 4İ*U>’nın meydana

gelişine bakalım. Havada bir bulutun, diğer bir buluta karşı bir gerilişi vardır. Biz tellere fazla elektrik verildiğinde şiddetli elektrik gerilimini ifade için, o tellere “yüksek gerilim hatları” rjss Nûr sûresi, 24/43.

mânia ihzârı düşüncesini yani siper-i sâika (paratoner) yapma kılarak bununla elektrik yere çekilir ve bu sayede canlılara, bi­ nalara ve sair şeylere gelebilecek elektrik çarpması ve yangın gibi zararlar önlenmiş olur. jipjj : Kur’ân-ı Kerim bu kelimelerin mahiyetleri­

ne temas etmeden meseleyi icmâlin enginliğine bırakıyor.

Bir İ'câz Hecelemesi

326

Bakara Sûre-i Çelilesi (19-20. Âyetler) ____________________________327

Böylelikle her devirde, kelimelerin lügavîve ıstilahî mânâlarını

döner, kendisine bir em anet tevdi edildiğinde de hıyanet

o ilmin ulemasının teviline havale ediyor. Şöyle ki, bu asırda

eder. ”359 buyuruyor.

bilinen şeyler bunlar; bunların ötesinde anlatılacak ve biline­ cek şeyler varsa onları da ileride gelenler anlatacaklardır; o, onların işi. Kur’ ân-ı Kerim’ in ifadesinde değişm eyen bir hu­ sus varsa o da bir tarrakanın vücudu ve onun öbür yanında

Bir başka hadis-i şerifte de O (sallallâhu aleyhi ve sellem), şöyle buyururlar:
- “Ölüm endişesi” veya “hayat endişesi ile”.

ittifak ettiren muhit bir şey vardır ve bu âyet bir bakıma on ­

Burada evvela münafığın karakteristik durumu anlatılıyor ki, o

ların içinde dahi beliren bu hisse tercüman gibidir. Burada

da onların hayatı çok sevmeleri, ölümden endişe etmeleridir.
Kur’ân-ı Kerim’de, bu evsafı taşıyan birileri hakkında
“Kasem olsun ki, Sen onları hayata karşı herkesten ziyade hırslı bulursun.”368 buyruluyor. Öyle ki onlar artık o esnada kalbin meyil gösterdiği her şeyi (mal-menal, evlad u ıyal) unutmuş, o dehşetli hâdiseler içinde sadece kendi hayatlarının endişesiyle kıvranıp durmaktadırlar.
S»l kelimesi lafz-ı celâle. Bir insan, etrafı kendisine düş­ man gördüğünde, dehşet salan hâdiseler karşısında kendi­

ISÜ
L

“ kâfirleri kuşatmıştır” denip de

“onları

kuşatmıştır” denmemiştir:
Evvela, âyetlerin sonundaki harf ve hâtimelere uysun, te­ vafuk olsun diye ki Bakara Sûresi’nin âyetleri umumiyet iti­ barıyla böyle ç ve j ile sona erer.
Sâniyen, onların bu hâle maruz kalmasına sebep olan şey küfürleridir., ve

sözüyle Kur’ân-ı Kerim onların küfürle­

rine de vurguda bulunuyor.
Ayrıca

jj J

IİC
ÎL

ailj “Allah kâfirleri çepeçevre ihâta

ni yapayalnız hissettiğinde ve bütün bütün ümidi sarsıldığın­

etm ektedir.” âyetinden şunu da hissedebiliriz: Ara sıra

da öyle bir nokta-i istinat bulmalıdır ki, hükmü hem havaya,

lemha-i ümit ve lemha-i inayet gören kimseler mutlak kâfir

hem zemine, hem zamana, - L e m ’alar’ ın başında denildiği

olmadıklarından az çok bir şey görüyor ve hissediyorlar de­

gibi369- hatta hem karaya hem denize hem gecenin karanlığı­

mektir. Mutlak kâfir olanlara gelince onlar, alttan-üstten, sağ-

na hem de balığa geçsin. Böyle bir nokta-i istinat olarak bul­

dan-soldan, yerden ve gökten, dünyadan ve ukbâdan ihâta

salar Allah’ ı (celle celâluhu) bulacaklardır. Zira bu manzarayı

edildikleri için hiçbir lemha-i ümit, hiçbir inayet eseri onlar

hazırlayan Allah’tır. Ama onlar nankörlüklerinden ötürü bir

için bahis mevzuu değildir.

türlü o kapıya yönelemiyorlar. Ayrıca Sblj kelimesi şunu da pJL lilj
İiî

yJ

IjJLS p p

iliş’

Bakara sûresi, 2/96. m Bediüzzaman, L em ’alar s.4 (Birinci Lem’a).

y.p îı>*

üj

Ül iLi p ) l>SU

340 __ __________________________________________ _ Bir î'câz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Çelilesi (19-20. Âyetler)

“Şim şek n ered eyse gözlerini kör ed ecek . Önlerini aydın­

341

koridoru mahiyetindeki bu dünyayı âdeta Cehennem dehlizi

lattığında onun ışığında yürürler, karanlık çök ü n ce d e olduk­

hâline getirmekteler ama bunun farkında değiller...

ları yerd e dikilir kalırlar. Allah dileseydi kulaklarını sağır, g ö z ­

Müfredat Mânâsı (20. Âyet)

lerini kör ederdi. Allah gerçekten her ş e y e kadirdir. ”370
Bu âyet-i kerimeyle başlı başına bir münafık tavrı ve du­

Müfredat mânâsı itibarıyla kelimelerin hususiyetlerine ge­

rumu tasvir edilmektedir denebileceği gibi bunu, ikinci misa­

lince:

lin devamıdır şeklinde anlamak da mümkündür. Her ne ka­

nahiv ifadesiyle ef’âl-i mukârabeden bir fiildir. Genel

dar birinci durum zayıf bir ihtimal olarak görünse de burada

olarak da haberini j î ’siz muzâri olarak alır. Ancak az da olsa

şöyle bir mânânın söz konusu olduğu açıktır:

bunun aksine j î ile aldığı olur.

Münafıkların içinde bir grup daha vardır ki, onlar vahy-i
Mesela, Mülk Sûresi’nde geçen 371.kuJI ja

semaviyi başlarının üzerinde çakan şimşekler şeklinde duy­

jx£J SliC; ifadesin­

makta ve mütalâa etmektedirler. Öyle ki, her an vahyin ve

de, haberi olan

inen dinî emirlerin parlaklığı gözlerini kamaştırıp bunları kör­

“C ehennem n eredeyse şiddetinden çatlayacak gibi.”dir. S15

fiili, başına j î almaksızın gelmiştir. Mânâsı

ler hâline getirmektedir. M eseleye ikinci misalin devam ı ola­

yardımcı fiil olarak kendinden sonra gelen fiilin vukûunun ya­ kın olduğunu bildirip “ hemen hemen, nerdeyse..” gibi mânâ­

rak yaklaşacak olursak, sağanak yağmura tutulmuş bu züm­ renin, “ra’d ” ı, “berk” i ve “sâika” yı görüp işittikten sonraki

j

lara gelir. Dolayısıyla -Nahivciler arasında ihtilaf edilen bir

hususi durumları, hususi dünyalarının tasviri yapılmaktadır

i

yanı olmakla birlikte- bu fiil müsbet kullanıldığında, yardım­

ki, bir bakıma buna tetimme-i temsil veya teşbih denebilir,

j

cı olduğu fiilin mânâsı menfi, menfi kullanıldığında ise müs­

Evet,

i ' ile temsil edilen münafık gürûhunun hakikat-i

|

bet çıkar. Mesela JiUJI ^

hâllerine bir tetimme mahiyetinde getirilmiş tetimme-i temsil

i

layacak.” âyetinde Slir müspet olduğu için ana fiilin mânâsı

denebilir ki, kavı olan ihtimal de budur.
Burada görülen ve hissedilen şey, bu tetimme-i temsilin onların ruh durumlarını izah olarak îrad edilmesidir: Vahy-i semaviden ümitvar olur gibi bir his içinde bulunma, sonra yi­ ne nevmîd olup karamsarlığa girme; girip gönüllerinde iman nuruna bir m a’kes arama, ancak içlerinde musaddık olm a­ dığından yine açıkta kalma, menfaat ve taklit arasında gelip

SlSJ “N eredeyse şiddetinden çat­

menfidir, yani -çatlam aya yaklaşmış olmasına rağm en- “çat­ lamadı” demektir, j JjJu \/^S tij Uj>JJ “ (Sığırı) boğazladılar.
U
Ancak n ered eyse bunu yapmayacaklardı.”372 âyetinde ise, V6 menfi olduğu için ana fiilin mânâsı müspettir; yani “neredeyse yapmayacaklardı” ifadesi, öncesinde de belirtildiği gibi bunu yaptıklarını anlatır. Bunlar S fiiline ait hususiyetlerdir.
IS

giderek bundan fayda umma, ganimete bel bağlam a, ümit­

JydI : Berk’ in “çakan, parlayan, gözleri kamaştıran ve

var olm a, fakat aynı zam anda “H er nimet bir maûnetle g e­

çakmasıyla zevali bir anda olup biten şimşek” mânâsına gel­

lir.” mülâhazasına toslama ve yeni bir teşevvüşe girme ki

diğini daha ön ce görmüştük.

hep ikilem, hep ikilem... Aslında onlar bu ikilemlerle Cennet
Bakara sûresi, 2/20.

31 Mülk sûresi, 67/8.
7
32 Bakara sûresi, 2/71.
7

342

Bir İ ’câz Hecelemesi

w â Ü j : JüaZ- fiilinin muzârisi olup “ süratle kapıp kaçır­ ma, çarpıp alm a” gibi anlamlara gelmektedir. Bundan baş­ ka o, ister eliyle, ister gözüyle, ister kulağıyla bir şey hakkın­

Bakara Sûre-i Çelilesi (19 -2 0 . Âyetler)

343

istisnasız her bir fert dem ek olur. Bunun anlamı da “müstesna hiçbir fert yok” demektir. Yine

J S

“ her şey” demektir. JS

kelimesi mârifeye muzâf olduğu zaman ise o şeyin umum eczâı

da hırsızlık yapm a, süratle bakma, hem en zihin veya hayal dairesine o mânâyı intikal ettirme mânâlarına da gelm ekte­ dir. Yani süratle kulak kabartma ve hem en zihin hâzinesine

mânâsına gelir ki. Yani mesela; ûLdl j s “bütün insan fertleri” anlamına gelmesine mukabil, jU fy l j S ile “ insanın bütün uzuv­

o mânâyı intikal ettirme yahut ellerle süratle yakalam a ve ka­

ları, iç-dış yapısı” kastedilmiş olur. Kısaca JS kelimesi buradaki

çırma, hırsızlık yapm a anlamına gelmektedir. Bu âyette ise

gibi mâ-yı masdariye veya zarfiyeye muzâf olduğunda ise teker­

daha ziyade gözlerin ziyasının aniden kapılıp kaçırılması, g ö ­

rür ifade eder ve “ her zaman, her defasında” mânâsına gelir..

rürken görm ez hâle gelmesi gibi bir husus işaretlenmektedir.
Bu kelimeyle ilgili şu âyeti de zikretmekte yarar var:
4d «JI w îJa> .

£U>I kelimesi daha ön ce görmüş olduğumuz gibi “aydınlat­ ma, parıldama ve parıldatma” anlamlarında kullanılmaktadır.
^

m alum olduğu üzere, başına J almış zamir-i mecrur-u

muttasıldır.
“Şerir şeytanlar ve cinler, M ele-i âlâda cereya n ed en hâ­
— ^-iS’ den fiil-i mâzi cem -i müzekker gâibdir.

diselere kulak kabartır, kulak hırsızlığı yaparlar. A n ca k h e­ men arkasından bir şahap p eşlerin e takılır da onları semalar

İnsanın m utad yürüyüşüne ( ü denilir. Bu dilde, gece yürü­
_r

âleminden tard eder. ”373

yüşü başka, gündüz yürüyüşü başka kelimelerle ifade edilir.

Bakara Sûre-i Celîlesindeki bu âyette ise, şimşek, m ünafıkîn ve şeyâtînin gözlerini alıyor, çarpıyor ve hırsızlıyor gibi bir mânâ söz konusudur, nükte-i belâgat b ölüm ün de üzerin­ de durulabilir.

uA* bir koşm a değil, aynı zam anda ağır bir hareket de değil, normal ve m utad bir yürüyüş demektir. jdkl İSİ’ deki İS şart içindir, ol kelimesine göre nispî olarak
İ
kat’ iyet ifade eder.

jU JÎ kelimesi, ^

kelimesinin çoğulu olup “ göz” mânâsına

gelir. Fakat daha ziyade nasıl kalbin latîfe-i Rabbâniye olarak mânevi bir yönü var, öyle de kalbin gerçekten görücü unsuru­

jd&î kelimesi if’ âl babından olup “karanlık çöktü, karan­ lığı çökertti” mânâlarına gelmektedir. Yerine göre bunlar­ dan biri kastedilir. İf’ âl babından gelmesi itibarıyla hemzesi

na da basar denilmektedir. Bunun cem i’ si ise jL ^ Î ’dır. jUuİ başka j y * başkadır.
HİS : JS kelimesi, bir mecmuun bütün fertlerini istiâb edip içine alan bir sözcüktür. Muzâf olduğunda, muzâfun ileyhi nek­ re ise bütün fertler mânâsına gelir. Bu itibarla *•} J s ifadesi,
1 3 Sâffât sûresi, 37/10.
7

“ta’diye” için olabileceği gibi “ sayrûret]’ için de olabilir. Bu tabire, “ Karanlık yüzde ve satıhta idi de geldi başlarına çök­ tü.” veya “ Başka bir tarafta m evcut idi de geldi onları kapla­ dı.” yahut “ Etraf açıkken karanlık bastı.” yahut da “Onlar o muzlim vicdanlarında ziyayı zulmet gibi gördüler, o atmosferi karanlık buldular.” şeklinde m ânâ verilebilir ki bunların hep­ siyle de meseleyi telif etmek mümkündür.
' | , i

SlA“"

İ

r

'

^

^

3 4 4 ________________________________________________ Bir İ ’câz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Çelilesi (19-20. Âyetler) _

j

345

I

j
I
y>Ü kelimesi ^Iİ fiilinin mazi, cem -i müzekker gâib sigasidir ki, “Ayakta kalakaldılar.” şeklinde mânâ verm ek uygun

|
!

olur.

Cenab-ı Hak nasıl H ayy’dır, Kadîr’dir; öyle de Kayyûm’dur.
Yoktan var etm ede kudret, var etmek, vücuda mazhar kılmak için taalluk eder. O şey vücuda geldikten sonra da onu her an tebeddül ve tegayyürler çerçevesinde hep var eder durur. Bu

î l i kelimesi üçüncü babdan gelmekte olup, “diledi, meşîeti taalluk etti” mânâlarını ihtiva etmektedir. yine üçüncü babdan bir kelime olup “gitti” anlamındadır. •->ile kullanıldığında “götürdü, giderdi” mânâsına gelir.
*
j j j i j j j i JS

ail j l ;

kelimesi ile

itibarla o, hayatı boyu nca hep farklı var olma vetireleri yaşar.
,
! j Dolayısıyla her varlığın, hem vücudunda hem de vücudu­ nun devam ında kudrete ihtiyacı vardır. Binaenaleyh burada­ ki “şey” le biz hem m evcudu hem de mâdumu kastediyoruz.
Cehmiye mezhebinin kurucusu Cehm İbn Safvân gibi bazı­

ismi üzerinde

ları, Cenab ı Hakk’a “şey” denmez der. Onlara göre bu, Cenab-ı

de durmak yararlı olacaktır.

Hakk’ı mahlukatına benzetme mânâsı taşır. Ehl-i Sünnet’ in

kelimesi, U mânâsına da, jZ mânâsına da kullanılır.

nokta-i nazarına göre ise bu kelime, yukarıda da belirttiğimiz
|

gibi “bilinip kendisinden haber verilmesi sahih olan” her mev­

Daha sonraları ise nesne tamamen yerini “şey” e, “ kim esne”

|

cuda şamildir, bundan dolayı Allah’a da şey denilebilir.

de “kimse” ye terk etti. “Ş ey” , tarif olarak, bilinip kendisinden

j

U kelimesine eskiden “ nesne” , j i ’ e de “kim esne” derlerdi.

haber verilmesi sahih olan bir nesne demektir. Bunları Ta’ri-

B ed ’ü’l-emâli’de:
JU*- c ~ l ll o l £ > -

fât kitaplarındaki tariflere bırakıp geçelim.

lj & I ISj . . . j Y E L i - V “Havi ve

kuvvet ancak Allah'ın elindedir.”377 beyanı gayet net olarak

Girişte arz ettiğim gibi vahy-i semaviden ümitvar olma,

ifade etmektedir. Rızkın zaruri olarak yine bu kanunlar çer­

onun gönüllerde makes bulmasını düşünme veya düşünür gi­

çevesinde m eydana gelmesi de o hususta kuvvetin taalluku

bi olma, fakat sonra bunu tamamen kaybetme hâlet-i ruhiyesi içinde olan kimselerin, o hususu düşüncede istikrarlı kimsele­

olarak görünmektedir. Binaenaleyh C enab-ı Hakk’ ın kudre­ tinin iki taallukundan birisi âyât-ı tekviniyede cebrî o metin

;

kanunlardır ki, kavi ve metin olarak o alanda taallukları söz

rin görüp duyduğu gibi görüp duymalarına imkân yoktur.
***

konusudur. İşte bu yönüyle kudretin taallukuna kuvvet diyo­
Şimdi isterseniz bu meseleyi bir de İçtimaî durumları an­

ruz ve Vacibu’l-Vücud’ un kudret-i kâhiresini ifade için O ’ nu

latılan bir toplumun içtimaiyatına bakan yanıyla ve onlann

Kadir ve Kâdir ismiyle anıyoruz.

imansızlıklarının hâsıl ettiği ruh hâletleri itibarıyla yani ilm-i

Şimdi buna göre âyetin mânâ-i münifine bakalım:

nefs ve ilm-i ahlâk açısından birer cümleyle hulâsa edelim.

Onlar bu dilhıraş, yürek parçalayan hâdise içinde ya n da ş­

İçtimaiyat (sosyoloji) açısından mesele ele alınacak

larında ra’ din tarrakalar çıkarması, gözlerinin önünde şimşeğin çakıp gözün ziyasını alıp götürmesi ve her hâdisenin kalbde bir

j

olursa, burada taklitle menfaat arasında gel git yapan bir top­

irtiad yani bir ürperti, bir titreme hâsıl etmesi karşısında ara sıra

j

lumun hâlet-i nahiyesinin anlatıldığı görülür. Onların din ve

çakan şimşek ne zaman onların tepesinde çaksa, o aydınlıkta ve aydınlığın buutları çerçevesinde biraz yürürler. Şimşek gay-

j

'

basiretleriyle meseleleri ele alamama gibi bir darlığın mahkû­

bubet ettiği ve iç içe karanlıklar onları çepeçevre sardığı anda da oldukları yerde kalakalırlar. Cenab-ı Hakk’ ın meşieti onla-

j

rm görme ve işitme duyularını almaya taalluk etseydi onları da

j

alıverirdi. Muhakkak Allah her şeye ve her şe’ne gücü yeten, kudreti kendinden bir Kadîr-i Mutlak’tır.
Bu açıdan burada anlatılmak istenen meselenin, ikin­ ci temsilin devamı şeklinde -bu n a yukarıda tetimme-i temsil
3 7 Bkz.: Buhârî, meğâzî 38, deavât 51, 68, kader 7; Müslim, zikir 44-46.
7

iman namına durumları sadece taklitten ibarettir. Öyle ki bun­ lar sadece atalarından gördükleri şeyleri yaşama, ilimleri ve mudurlar. Öte yandan burada bir de menfaat meselesi ba­ his mevzuudur. Öyle ki, şayet bir gün Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkaniyet ve sıdkı zuhur ederse, bütün bü­ tün kaybetmemek için ona göre de bir vaziyet almaktadırlar.
Aksine -h â ş â - şayet sıdkı ve nübüvveti doğru değilse böyle küçük bir lem’anm parlaması beyhude yorulma olacaktır. İşte bu iki hususu resmetme adına küçük bir aydınlık ve arkasın­ dan hemen bir karanlıktan söz edilmektedir.

350

Bir İ'câz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Çelilesi (19-20. Âyetler)

351

Ayrıca onların İslâm’a yakın gibi durmalarında, ganimet

hayatına ait onlara bir şey vaat etmektedir. Temsil gayet net­

elde etme ve saldırıdan korunma gibi bel bağladıkları bir hu­

tir. Onlar yürümektedirler, ama ne tarafa gittikleri belli değil­

sus da bahis mevzuudur. Ne var ki, her inayet ve ihsan bir ağır­

dir ve oldukları yerde dolaşıp durmaktadırlar. Öyle ki bazen

lık ve mükellefiyete dayalı olarak meydana gelir. Binaenaleyh

bir şimşeğin çakmasına göre mütereddit adımlarla yol alıyor

onlardan, ganimeti hak etmeleri için cihad etmeleri istenmek­

gibi görünmekte ama temelde yerlerinde saymaktadırlar.

te, nübüvvetten istifade etmeleri için de ubûdiyetle mükellef tutulmaktadırlar. Burada zikredilebilecek bir başka husus da şudur: Cenab-ı
Hak cebrî olarak duygularını almak suretiyle onları bütün bü­

Bu açıdan da iki mülâhaza arasında bir mekik hareke­

tün mahrum bırakmamıştır. Bu anlayışa göre şöyle bir tasvir

tiyle sürekli gel git yaşamaktadırlar. Böyle istikrarsız bir top­

söz konusudur: Çölde şaşkına dönmüş bir kitle, başları üze­

lumun huzurlu olması düşünülemez. Nitekim âyetin sonu da

rindeki şimşek ve yıldırım onları daha bir şaşkına çevirmekte,

bu hususu ihtar etmektedir: j l

gözlerine kulaklarına girerek âdeta onlarla alay etmektedir.

f& LZj Ç S jS dil

jjj

âi' Yani Allah dilese ve irade buyursaydı, on­ ların gözlerinin görmesini ve kulaklarının işitmesini alıverirdi de ne görür ne de duyarlardı. Ne var ki, Cenab-ı Hakk’ ın meşieti o istikamette cereyan etmedi; etmedi de onların göz­ lerini ve kulaklarını almadı. Buna göre -Allahu a’ le m - tablo şöyle resmedilebilir:
Cenab-ı Hak, bir kısım hikmet ve maslahatlardan ötürü onların görme ve işitme kabiliyetlerini almamıştır. Evet, onlar vâkıa görür, işitir durumdadırlar ama bakış zaviyesinin doğ­ ru olmaması onları bu hâle getirmiştir. Öyle ki bunlar, kâh görüyor kâh görmüyor olmalarından hep ızdırap içindedir­ ler. Belki gözleri ve kulakları olmasa da görüp duymasalar

Öyle ki çölün bu vahşi durumundan kurtulamadıkları müd­ detçe de bu hâl hep böyle devam edecektir. Karanlıkta bir miktar kalkıp ayakları üzerine doğrulacaklar; meçhul bir isti­ kamete doğru tereddüt içinde birkaç adım atacak ve gözleri­ nin önünde ışıkların sönmesiyle de oldukları yerde kalakalacaklardır. Burada, tıpkı tipide veya kum fırtınasında bunalmış bir toplumun hem umumi durumlarının hem de ruh hâllerinin tasviri yapılmaktadır.
Bir de meselenin ilm-i nefs (psikoloji) açısından tas­ viri söz konusudur. Şöyle ki, düal (iki türlü, iki yüzlü) görü­ nen fertlerin her zaman kendilerine has bir durumları vardır.
Bunların yüzlerinde yalancı bir tebessüm, gözlerinde sinsi bir bakış, kulaklarında haince bir dikkat ve bütün davranışların­

bu kadar muzdarip olmayacaklardı ve ne şimşeğin çakması

da bir sunilik vardır. Binaenaleyh onlar, bu yönlerinin sezil­

ne de ra’ dm tarrakaları onlara çok fazla endişe vermeyecekti.

miş olabileceği endişesiyle sürekli suçluluk hâlet-i ruhiyesiyle

Ayrıca onlar şöyle böyle bir şey yapıyor göründükleri hâlde

hep bir tedirginlik içindedirler. Bu ruh hâletine binaen, bir ba­

aslında yapamıyorlardı. Öyleyse onların gözleri ve kulakla­ rı bulunmalıydı ki, yol almasalar da âlem nazarında yürüyor

karsınız yüzlerinde yalancı bir tebessüm, ardından bir kasılma ve somurtma. Öyle ki birden gözlerindeki o tebessüm söner

görünsünler ve hiçbir şey yapmadıkları hâlde, o bakış ve bu

ve onun yerini bir telaş alır. Yalancıktan olan o kulak kabart­

kulak verişle, yapıyor zannedilsinler. Bundan da anlaşılmak­

ma birden bire sona erer ve kulaklar başka seslerle çınlama­ ya durur. Haklarında söylenen sözlerden tir tir titrer ve halkın kendilerince mânâlı bakışlarından endişe duymaya başlarlar.

tadır ki, onlar hayatlarında hep hareket hâlindeler ama hare­ ketleri ne dünya hayatına ait bir hayır getirmekte ne de ahiret

352 _____________________________________

B ir İ ’caz Hecelemesi

liakara Sûre-i Gelilesi ( i 9-20. Âyetler) _____________________ ______353

Halk anlayacak diye yüzlerinin rengi birden bire değişir ve

Evet, o habis cazibeden sıyrılabilip Müslümanlığın cazibe-'ı kut-

görüntülerin yerini “olm a” lar alır. Aslında, ruh haleti itibarıyla

j

bütün suçlu ve kusurlular suçunun, kusurunun bilindiğini his-

;

siyesi içine girenler kurtulmuş olurlar.

settiği zaman daima hep aynı endişeyi duymuşlardır. Bu hu­ sus, her iki tabloda ve o tabloların tetimmesinde de açıktan

Onların bu hâli, İslâmî ahkâm ve fıkıh açısından da bir özel­ lik arz etmektedir. Şöyle ki, Kur’ân-ı Kerim’de, mü’minlerin dı-

1
!

açığa görünmektedir.

şında mütecaviz kimseler hakkında da verilmiş hükümler vardır.
Ama münafıklar hakkında şöyle böyle net bir hüküm verilme­

Ahlâk açısından; bu temsillerde resmedilen toplumun

mektedir, j Müslümanlarla harp durumunda olan mütecaviz kâ­

durumunda şunları görüyoruz: Her şeyden evvel bu toplum­

firler için, savaş ahkâmının gereği olarak: ^

da ciddi bir istikrarsızlık söz konusu. Şöyle ki, kış mevsimin­

“Onları nerede bulursanız öldürün. ”379 buyrulur.jjHâlbuki Efen­

de yaz kıyafetiyle, yaz mevsiminde kış giysisiyle, yazda ba­

dimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) münafıklan öldürmekten as­

har edasıyla, baharda sonbahar tavrıyla farklı görüntüler ser­

l

a

l

j

habını men etmiştir. Bu konuyla alâkalı şunlar söylenebilir:

gileyerek çevrelerini sürekli meşgul ediyorlar. Oysaki Kur’ân-ı

j|

Kerim, “kelime-i tayyibe” yi (güzel söz) anlatırken on da istikrar

j
!

ve kök salıp semaya ser çekm e üzerinde durmakta; “kelime-i

1. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) münafıkları bildiği hâlde -b ir hadisin de ifadesiyle- “Ashabını öldü­ rü yor.”380 dedirtmemek için onları öldürtmekten ka­

habîse” yi (çirkin, kötü söz) ise istikrarsızlığın remzi olarak her

çınmıştır.

gün ve her mevsim başka bir yerde bulunma resmiyle ortaya

2. Münafıkların daha ön ceden de Müslümanlarla sıkı bir

koymaktadır.378 Binaenaleyh ahlâk açısından istikrarsızlık ve

münasebetleri olduğundan Efendimiz (sallallâhu aley­

o münafıkça tavır ve davranışlar öyle kötü şeylerdir ki, onlar

hi ve sellem) “te’lîf-i kulûb” de bulunmuş, ganimetten

bununla bir şey kazandıklarını sansalar da hep kayıplar yaşa­

istifade edebilecekleri yerde istifadelerini sağlayarak

maktadırlar. Zira böylelerinde sabit bir hayat tarzı yoktur; ba­

Müslümanlığa ısınmalarını hedeflemiştir.

zen herkesin güldüğü anda onlar ağlar, âlemin ağladığı anlar­

3. İslâm, hukuk açısından insanların kalblerine göre değil,

da da gülerler.
Evet, Müslümanlar zaferyab olduklarında onlar mahzun

j

i

davranışlarına göre hüküm verilmesini emretmektedir.

olur, aksine Müslümanlar mağlup olup herkesin ağladığı dem­

İçlerine göre hüküm vermeye gelince o, Allâmü’l-gu-

lerde de gülerler. Onlarda her zaman bir aykırılık görülür. Böyle

yûba aittir. Biz gayba muttali olmadığımıza göre, ^

bir hânenin içinde yetişen nesiller de böyle hissiz ve duygu­ suz yetişirler. Zira nesillerin de otlar, ağaçlar gibi kuvve-i inba-

^ÜiîL
|

deme, zâhire göre hükmetme mecburiyetin-

deyiz. Binaenaleyh Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sel­

tiyesi muttarit (düzenli) bir zemine ihtiyaçları vardır. O olmadı­

lem), Tebük vakasını müteakip pek çok mazeretle huzu­

ğı takdirde onlarda da istikrar söz konusu olamaz. Bunun için,

runa gelen münafık gürûhunun hemen hepsini dinlemiş,

bir münafık hânede yetişen evlat, şayet daha sonra sıcak bir

mazeretlerini kabul etmiş, bir şey söylememiş ve onlann

mü’min harîmi bulamamışsa, ataları gibi münafık olarak yetişir.
39 Nisâ sûresi, 4/191.
7
378 Bkz.: İbrahim sûresi, 14/24,26.

30 Buhârî, tefsiru sûre (63) 5, 7; Müslim, birr 63.
8

354 _____ ______________________________________ Bir İ 'râz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Çelilesi ( 19-20. Âyetler) ___________________________ 355

içlerini Allah’a havale etmiştir.3 Bu, “ İçinizi Allah’a ha­
81

Evet, dikkat edilince böyle bir düşünme tarzı âyet-i kerime­

vale ediyorum. Dışınıza göre ben sizin Müslüman oldu­

nin mânâsında hemen hissedilmektedir. Çünkü karanlığa alı­

ğunuza hükmediyor ve mazeretinizi kabul ediyorum.”

şan bir göz etrafını biraz görür ve ona alışır. Ama ara sıra ça­

anlamına gelmektedir. Onun içindir ki Efendimiz (sal-

kan şimşek, onun doğru görmesine engel olur. Evet, gözünün

lallâhu aleyhi ve sellem), münafıklar hakkında zecrî bir

önünde an be an şimşek çakan kimse, karanlık içinde az da

duruma başvurmamış ve onları Allah’a (celle celâlu-

olsa etrafını görme durumuna hiçbir zaman gelemeyecektir.

hu) havale etmiştir. Ancak, bundan istinbat edilebilecek

Göz, etrafıyla bir mutabakat ve uyuma varacağı an, şimşe­

ahkâm, sadece münafığı kendine has keyfiyetiyle kavra­

ğin çakması onun görme istidat ve kabiliyetini alıp götürür ki

ma, küfrü ve tecavüzü ifade eden açık bir durum olun­

âyetin ifade ettiği de işte budur. Şimşeğin gözün görmesini

caya kadar onları hukuki açıdan Müslümanlardan ayır­

kapıp götürmesi, bir belâgat nüktesi olarak gayet latiftir. ‘

mama şeklindedir. Bütün bunların yanında münafıkları

jUuİ kelimesi, onların gözlerinden ziyade basiretlerinde

bilme, onlara İslâm’ın sırlarını intikal ettirmeme veya o

körlük olduğuna işarettir. Onların bu işi görebilecek ve his­

sırların onlara intikaline meydan vermeme de üzerinde

sedebilecek bütün görme kabiliyetleri köreltilmiş ve baksalar

durulması gereken ayrı bir konudur.

da görmez hâle getirilmişlerdir. Zaten mümesselün leh’te, ha­ kikati görmeyen de basiret gözüdür ki, misalde de bu alın­

Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri (20. Âyet)

makta ve mümesselün leh’teki hakikate telmih yapılmaktadır.
Yani onlara, “Misale saplanıp kalmayın, dikkat edin.” denil­

ifade­

mektedir. Misali verirken, misaldeki kayıtların âdeta kanallar

sinde; ib^ ’daki mukârabe, Gj-dl’daki sürat ve SUJUlj U lö

jiiü J i f

kazanır; kazanır da bu sayede esfel-i sâfilîne düşmekten ve
Cehennem ’ e yakıt olmaktan kurtulur.
Burada diğer bir husus da, C enab-ı Hak (celle celâluhu) insanı kulluğa davet edip de ulûhiyetini hatırlatarak on u ru-

Uj j o \y&\ (j*

“Kulluk yapın o Rabbinize ki yeryü­

zünü size bir döşek, semayı da bir kubbe yaptı. Gökten yağmur indirip onunla rızık olarak size çeşitli mahsuller lütfetti. ”395 Başta

bûbiyeti karşısında inkıyada davet buyururken, bu işteki hik­

kendimiz, ailemiz, evimizin içi, bağ ve bahçemiz, zeminimiz...

met ve delili de göstermiş olmaktadır. Bu âyette Cenab-ı

derken, yakından başlayıp uzaklaştıkça, enfüsten âfâka doğru

Hakk’ m ulûhiyet ve rubûbiyetine ve bizim de kulluk yapm a­

bir nimetler silsilesini zikretmektedir. Evet

mızın gerekliliğini gösteren, -İşârâtü’l-İ’câ z ’da ifade edildiği

açığa bir âfâkî delil müşahede edilmektedir. Vicdanlarda âfâkî

gibi393- bir hayli vâzıh “ innî” ve “limmî” delil vardır. Eserden

olanı belki vuzuhuyla göremeyeceğiz ama enfüsî delille sağlam

müessire intikal suretiyle istidlâle innî diyoruz ki, bu kat’ iyet

kanaat elde etmek mümkün olabilecektir.

ifade eder. Müessirden esere geçm eye de limmî diyoruz. Ay­ rıca bu delil-i innî içinde ve özünde hem bir delil-i inayet hem de bir delil-i ihtirâ mevcuttur.
Burada, Cenab-ı Hakk’ ın ihsanlarını sayması, yani ağzı­

Keza burada innî delil çerçevesinde söz konusu edilecek delillerden biri de “delil-i ihtirâ”dır. İhtirâ, ibdâ ve inşâ demek­ tir. Cenab-ı Hakk’ m her şeyi orijinal olarak yaratması demek­

mıza tat alma kabiliyeti vermesinin hem en yanı başında yer­

tir ki buna da yine enfüsî ve âfâkî olarak ^

yüzünü tatlı nimetlerle donatması., gözümüzü görm ekle ser­ firâz ve nurefşân kılmasının yanında gökyüzüne ziyayı sürme

p i s ifadeleri delâlet etmektedir.
:m İbrahim sûresi. 14/34.

m

Bkz.; Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.87.

£lLUlj’de açıktan

Bakara sûresi, 2/22.

j jîiJjU ^ jjl

^JJI “O Allah ki sizi

374 ____________________________________________ Bir İ ’câz Hecelemesi

B akam Sûre-i Çelilesi (21-22. Âyetler)

375

yarattı. ” sözü enfüsî delile bakmaktadır. Yani “Allah sizi ihtira

mabutlarınızı bırakın da, sizi, âbâ u ecdadınızı, sizden evvel­

etti, ibdâ etti, inşa etti.” denmekte, yani zerreler âleminden un­

kilerin taptığı, tapşırdığı putlarınızı da yaratan Allah’ a kulluk

surlar âlemine, ondan küçük canlılar âlemine, ondan “ ilmü’l-

edin. Aslında vicdanlarınıza, ‘Gökleri ve yerleri kim yarattı?’

ecinne” nin yani embriyolojinin anlattığı şekilde ceninin gelişme

diye sorulduğu zaman cevabın ‘Allah’ olacağı da sizce müsel­

safhalarına ve ondan da çocukluğa, delikanlılığa, olgunluğa ka­

lemdir.” diyor gibidir.

dar bütün etvâr-ı hayatınızı yaratan, kayyûmiyetiyle ayakta tu­ tan Allah, nefsinizde size ihtirâ delilini göstermektedir.

Evet, âyetin özünün sibaktaki zümrelerle böyle bir müna­ sebetinin olduğu söylenebilir. Ayrıca âyetin kelimelerinde şöy­

“Sizden öncekileri d e (yarattı).” b eya ­

le latif bir münasebet de mevcuttur: Bir tarafta nimet, inayet

nı da ihtirâ delilinin âfâkî olanını nazarlara sunuyor. Bu ise

ve ihtirâ tablosu; diğer tarafta da kulluk tablosu.. Allah (celle

j-î

“Babalarınızı, dedelerinizi, annelerinizi, nenelerinizi O yarat­

celâluhu), nimetlerini tâdat sadedinde hemen kulluğa davet

tı.” anlamının yanında, “ Cüz-i fert ve zerrelerinizi, esir ve o n ­

etmektedir. Evet, bir tarafta I e m r - i celîli, diğer tarafta da

dan sonraki bütün mahiyetinizi O yarattı.” anlamına da ge­

niçin ibadet edeceğimize cevap teşkil eden emrin hikmet bu-

lir. Bir tek âyet içinde innî delille hem inayet hem de ihtirâ

udlu illeti anlatılmakta. “O, sizi, sizden evvelkileri yarattı. Ze­

delillerini izhar edip bunların hem âfâkî hem de enfüsî kısmı­

mini size bir beşik, gök kubbeyi de bir bina yaptı.”

nı göstermek suretiyle daire-i ulûhiyet hakkında kuvvetli bir tahşidat yapılması, ancak belâgat-ı Kur’ âniye’ den beklenebi­ lecek bir hususiyettir.

Bu arada, ljJU£l

1& b “Ey insanlar! Kullukta bulu­
Î

nun!” ifadesinde de, gaybî üsluptan hitaba iltifat edilmesinde farklı bir letafet söz konusudur. Bu şekildeki bir iltifatla karşısı­ na alıp bazı sorumluluklarla mükellef kılacağı o kullar, mükelle­

Bu âyetlerle sair âyetlerin münasebetlerine icmalen göz at­ mak yararlı olacaktır.
Evvela, bu âyetlerin sibakıyla sıkı bir münasebeti olduğu daha önce hatırlatılmıştı. İster müttakiler, ister kâfirler, isterse münafıklar, insanlardan bir kesim olmaları itibarıyla, Cenab-ı
Hak bu âyetle umumunu kulluğa davet etmektedir. Bu şekilde kulluğa davette umumi hitap itibarıyla herkesin kendisine göre bir hissesi bahis mevzuudur.
Şöyle ki, âyet, mü’minlere hitabının yanında münafıklara;
“Siz Allah’ a kullukta sabitkadem olun. Nefsin aldatmalarına ta­ kılarak atalarınızın arkasından taklide dalmayın; kalb ve kafa izdivacı çerçevesinde hâlisen Allah’a kul olmaya bakın.” der­

fiyetin meşakkatlerine karşı iltifat taltifiyle sevineceklerdir. Zira
Rabb-i Kerim’in iltifatı her şeyden daha önemlidir. Evet, O razı olup kabul ettikten sonra sizleri hem dünyada hem de ahirette mesut edecektir. İşte IjJbpl

l$;î b diyerek O ’nun sizi muha­

tap olarak huzuruna alması, kulluğun yüklediği bütün o meşak­ katleri size unutturacak kadar iltifat dolu bir teveccühtür.

Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri
(21-22. Âyetler)
İsterseniz şimdi de teker teker her kelimenin hususiyetle­ rini görm eye çalışalım:

ken, kâfirlere, “Önce nazarınızda büyütüp sonra putlar hâline

b bir nida edatıdır. Kendisine hitap edilen kimsenin hitap

getirerek karşılarında serfürû ettiğiniz o bütün derme-çatma

edene ikbalini teminde kullanılır. Buradaki sesleniş, senin de

3 77

376_______________ ___ __________________________ Bir İ'câz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Çelilesi (21-22. Ayetler)

içinde bulunduğun bütün âfâk-ı âlemdeki herkese bir çağrı­

yani vicdanlarında Mâbud-u Mutlak’ ı enîs olarak bilenler,

dır ve herkes bu çağrıya muhataptır. Cenab-ı Hakk’ ın bura­

bulanlar ve bu ihtisasla payidâr olanlar!” şeklinde latif bir il­

da Ü kelimesiyle nida edip bütün insanlığa seslenmesi, em re­

tifatı işaretler.

deceği şeyin celâlet, azamet ve haşmetini işaretler. Yani bu,
“Bütün bu nidayı duyanlar kulak kesilsinler. Kendilerine ilan

1 j kelimesiyle ise bu kelâm ve tekellümden, iblağ ve

tebliğden, mütekellim ve muhatabın karşı karşıya bulunması

edeceğim hakikat, âlem çapında çok geniş bir hakikattir.” an­

gibi bir durum anlaşılır. Yani Allah, insanların ubûdiyet etme­

lamına gelmektedir.

si için konuşur, Resûl-i Ekrem bir ubûdiyet tavrı olarak dinler

j-î kelimesi bir “tevsîm” edatıdır. Nahivdeki ifadesiyle

ve insanlar O ’ na kulluk yapsınlar diye tebliğ eder. Böylece

harf-i nida ile münâdâ arasında âleteyn-i tarif cem olmasın

bu İlâhî hitap içinde bir ubûdiyet zemzemesidir ki, çalkala­

diye bulunur. Yani dil açısından

nıp durur.

b dem ek doğru değil­

dir. Çünkü b belli bir kimseye hitap etmek içindir. ^ 0 1 da za­ ten mârifedir. İki tür mârifenin yan yana gelm esine içtima-i âleteyn-i tarif diyoruz. İkisinin yan yana gelmesi, Arap dilinde hoş karşılanmadığından araya Ul 1I4Ş
$
Î

gibi kelimeler gir­

mektedir. Bu bir nahiv kaidesidir. Tevsîm, nişan koym a mânâsınadır. Âlemşümul hüviyeti içinde bütün dem e, seslenme fiillerine evvelen ve bizzat mazhar kılınması ve Allah’a m u­ hatap olabilecek durumda yaratılması itibarıyla nişan insana konmuştur. Öyleyse Cenab-ı Hakk’ ın hitabı karşısında şuurlu

kelimesi, Rabbü’l-âlemîn olan Hazreti Allah’ ın o geniş kâinat dairesindeki celalî tecellisine mukabil şuurlular âleminde cemalî tecellisinin bir ifadesi olarak insanlan terbiye ettiğini ha­ tırlatmaktadır ki, burada, “sizi terbiye edip zerrât âleminden canlılar âlemine, ondan insan âlemine, ondan insan-ı kâmil mü’ min âlemine ve hususiyle ‘siz’ diyerek Hazreti Muhamm ed’ in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şahs-ı mânevîsi altında ümmet-i Muhammed olma âlemine yükselten., evet işte size bu terbiyeyi veren Rabbinize ibadet edin.” nüktesi sezilmektedir.

bir şekilde ubûdiyeti farz olarak üzerine alan insandır.
U
Ia bir tembih edatıdır. Bununla celâlet, haşmet, aza­

“O ki sizi yarattı. ” Ubûdiyetin en büyük dâisi

hilkattir. Veya ters çevirip şöyle de söyleyebiliriz. Hilkatin en

met ve ihatanın yanı başında bir de huzur anlatılmaktadır.
Kur’ ân’ ın ifadesi içinde beyan-ı İlâhî olarak biz daim a mikro âlem ile makro âlemi yan yana, en büyük ile en küçüklüğü omuz omuza, sonsuz azametle sonsuz küçüğü birbiri içinde, sonsuz uzaklık ile sonsuz yakınlığı da hep iç içe görüyoruz.
JI d İİÂ Uj “Ben

cinleri v e insanları sırf Beni tanıyıp yalnız Bana ibadet etsin­ ler diye yarattım. ” âyet-i kerimesi de bunu ifade etmektedir.396
Yani O yarattı ki siz de ibadet edesiniz. Öyleyse ibadet edin, çünkü sizi O yarattı. pSS ja

“Sizden evvelkileri yaratan da O ’dur. ” On­

lar ve onlardan evvelkilerin hepsi geçip gittiler. Risalelerde izah edildiği gibi çağlayan bir çayın üzerinde Güneş’in şuala­ rıyla belirip kaybolan kabarcıkların yerini, arkadan gelenlerin
396 Zâriyât sûresi, 51/56.

378___________________________________ _________ B ir İ ’câz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Gelilesi (21-22. Âyetler)

alması türünden her şeye nikahını açıp cemalini gösteren

sıcak bir döşekten daha mükemmeldir. Bu kelime, yeryüzü­

379

sermedî bir Şems var ki, gidenler gidiyor, bu defa arkadan ge­

nün mahz-ı rahat (rahatın ta kendisi) bir döşek olduğunu ifa­

lenler o cemal ile serfirâz oluyor. Aynen onun gibi, bütün tarih

de etmektedir. Yani insan düşünmese bile, bu nimetleri ha­

boyunca gelip giden beşerin inkıraza uğraması, yok olması n e­

zırlayan Zât, ağacın dalında, hayvanın memesinde ve daha

ticede sizin de inkıraza uğrayacağınızı ifade etmektedir. İfade

değişik nimet mahzenlerinde insana tebessüm eden çeşit çe­

gelenin gideceğini, gidenin gelmeyeceğini, arkadan yenilerin

şit nimetlerle donatılmış zemin yüzünde sadece elini uzatarak

gelip onların yerini alacağını, onların da sahneden çekileceği­

alıp ağzına koyacağın bütün ihsanlan sana hatırlatarak iba­

ni ve bütün bu gelip gitmelerin, çalkalanmaların verâsında te­

dete karşı derin bir arzu ve iştiyak uyarıyor.

beddül ve tağayyürden münezzeh, müberrâ olan Allah’ ın (cel-

“Aynı zamanda semayı da bina yaptı.” mânâsına gelen

le celâluhu) sonradan gelmediğini ve gitmeyeceğini fakat d a ­

SIZİJIj ifadesinin kudsî kelimelerinde ise şu mânâlar'mün-

ima var olduğunu; binaenaleyh hilkatin zimamının da O ’nun

demiçtir: Bu kadar nimetleri sizin istifadenize sunmanın ya­

elinde bulunduğunu; kulluk yapılırsa ancak böyle bir Mâbud-u

nında, bir meşher olarak onları nazarlarınıza arz edip takdir

Mutlak’ a yapılmasının gerektiğini ifade etme adına ne kadar

ve teşekküre sevk etmek için onları burada ihzar etmesi., bu­

latif düşmektedir! Sizi ve sizden evvelkileri yaratması ve bu ­

nun için de sema ile yer arasında münasebetler kurup yeryü­

nunla sizi ubûdiyete davet etmesi, âyât-ı tekviniyeye karşı va ­

zünde bu sanatların devamını temin etmesi ne büyük bir ik­

zifelerinizi hatırlatmakla beraber Kur’ân-ı Kerim’e karşı da an­

ramdır! Her gelen alkışlasın ve O (celle celâluhu) her an al­

layışlı olup Allah’ ı da saygıyla anmanızı istemesi, takva daire­

kışlansın diye sanatlarını devamlı yenilemektedir ve sizin de

sine girmeniz içindir. İşte j j î Ü s d ifadesi de bu nükteye par­

yenilenmenizi dilemektedir., dilemektedir ki insan her gör­

mak basmaktadır.

düğünde on a hayran olsun. Sem a ile bunların devam ve te­ madisi karşısında, gece-gündüzün birbirini takip etmesinde,

U

l

(

j

j

J

Î

“O (celle celâluhu), yeryüzünü

G üneş’ in ziyasıyla başlarımızı okşamasında, hararetiyle yiye­

yaşamanıza müsait bir d öşek yaptı.” ifadeleri de yeryüzün-

ceklerimizi pişirmesinde., işte bütün bu hususları ve daha nice

deki nimet-i ilâhiyeyi hatırlatmakla bizi ubûdiyete davet et­ tikten sonra, ubûdiyete karşı bir iştiyak arzusunu uyarmak­ tadır. Mâbud-u Mutlak’ a kulluk yaparken size olan sâbık ni­

şeyleri hatırlatmada SlL
*ÜLÜI y

beyanı ne kadar latiftir!

Jjiîj “O (celle celâluhu), semadan mübarek

metlerine bakarak kulluk yapmalısınız. Evet, binanızın tava­

bir su indirdi.” ifadesi çerçevesinde semadan yağmurun in­

nını aydınlattığı, orada bir sirâc-ı münir yaktığı, bir sobayı

mesi, denizlerin buharlaşması, damlacıkların atmosferde çiğ

tutuşturduğu, zemin yüzü sofrasına hazırlanan nimetleri o n ­

noktasına ulaşması ne müthiş bir nizamın ifadesidir. “O (celle

da pişirdiği için Rabbinize ibadet etme mecburiyetindesiniz.

celâluhu), mânevî âleminizin kayyimi olan ferman-ı sübhânisini

Zannediyorum böyle bir ifade, uyanık gönüllerde kulluğa karşı fevkalâde bir heyecan, bir aşk ve şevk uyaracaktır.

nasıl melek vasıtasıyla semadan inzâl ediyor, öyle de maddî yapınızın kayyimi sayılabilen yağmuru da esbap dairesi içinde
İlâhî nimetlerinin yerden çıkarılması için semadan öyle indiri­

sözünden öyle anlaşılmaktadır ki, zemin yüzü an­ cak bir annenin, çocuğunun istirahatı için hazırlayabileceği

yor.” mânâsına gelen beyanıyla Kur’ân tesadüfü, ülfet ve ünsiyeti yırtarak, bir kere daha “Allah!” dedirtiyor.

380

Bir İ ’câz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Çelilesi (21-22. Âyetler)

381

*12 kelimesiyle ifade edilen, rahmettir. Zira bazen gökten

Ayrıca Kur’ ân iSljJÎ kelimesiyle istihza ve tehekkümde bu­

çamur da iner, dolu da iner, kar da iner. Ne var ki, burada

lunmaktadır. Şöyle ki, sizin iddia ettiğiniz gibi Allah’ ın birkaç

beyan buyrulan ve bizim nimet olarak anlayıp hissedebildi­

tane değil, bir tane bile benzeri olamaz. Zira olsa, iki muhtar-

ğimiz şey sadece ve sadece sudur, yağmurdur. Binaenaleyh,

lı bir köy, iki müdürlü bir nahiye gibi bütün âlem fesada uğ­

*12 sözüyle ifade edilip,

rar. Siz ne kadar akılsızsınız ki bir yerde iki idareci bulundu­

(kar) veya

(dolu) gibi bir söz­

ğu zaman fitne ve fesadın hükümfermâ olacağına inandığınız

cükle ifade edilmemiştir. r * lijj

{j* a»

“O yağmurla size rızık olarak ç e ­

hâlde, ciddi bir nizam içinde ve hep ahenk ile hareket eden kâinatın işleyişini -h â ş â - “endâd” a veriyorsunuz.

şitli sem ereler çıkardı. ” Evet, bununla O, sizin için çeşit çeşit se­ mereleri yerden çıkarmıştır. Sadece bir semere değil, madde-i

ifadesi, “ En basit İlmî plânda dahi anlaşılması

esasiye olarak ne kadar hayatî ihtiyaç varsa hepsini o inzal ile

mümkün, kesin olan bu hakikati siz de bildiğiniz hâlde, yani

ihraç etmiştir. Bütün semereleri yerden çıkarmada odak nokta­ sı ise rızıktır. O, bunu sizi rızıklandırmak için yapmıştır.

hariçte Allah’ ın eşi menendi olmadığına sizin de bir ilminiz ve ıttılaınız olması salim düşüncenin gereği olduğu için artık Al­ lah’a (celle celâluhu) eş ortak koşmaktan sakının!” türünden

sözü ile de ille-i gâiyenin bütün insanlık âlemi old u ­ ğunu anlatmaktadır. iS l ij H

1

bir nükte-i belâgat ifade etmektedir.
Buraya kadar beyanda bulunduğumuz hususlarla daire-i

y İ hitabı ise, “Ey insanlar! Yukarıdaki fıkraları

rubûbiyeti karşısında kendisine ibadet ü taatta bulunduğu­

nazara alarak zinhar Allah’a eş ortak koşmayın!” anlamına gel­

muz ve tevhid-i ulûhiyetini kabul ve teslim ederek huzurunda

mektedir. Yani demek istiyor ki: Senin şu gördüğün su habbele­

elpençe divan durup inkiyadda bulunduğumuz Hazreti Al­

rinin yukanya çıkması, sonra aşağıya boşalması, bununla çeşitli

lah’ a karşı ubûdiyetimizi ve O ’nun mabûdiyetini ifade etme­

semerelerin yerden fışkırması, bütün bunların Allah’ın iradesiy­

ye çalıştık ki bununla imanın mühim dört rüknünden birini

le meydana gelmesi, sonra siz ve sizden evvelkilerin yaratılışı,

anlatmış oluyoruz. Diğer rükünlere gelince; Kur’ ân-ı Mu’ci-

asıl zerrelerinizin yaratılması... evet bütün bunlar fıtrat ve tabi­

zü’ l-Beyan ve onunla m üeyyed Resûl-i Zîşân; bir de imanın

atta şerik-i Bârî’ye yer olmadığını göstermektedir. Öyle ise inat

yümnüyle hareket edenler için dâr-ı cinân ve küfrün şeâme-

etmeyin, “Allah” deyin; zira Kur’ân, size fıtratın ve tabiatın dı­

tiyle zayi olup gidenler için de su-i akıbet ve azab-ı nîrân...

şında bir şey söylemiyor. Buna binaen suniliği bırakın ve tekvinî

Bundan sonraki âyetlerde de -inşâallahu teâlâ- onlar icmalî

emirleri doğru okuyup doğru yorumlamaya çalışın...

mânâlarıyla görülecektir. Her şeyin en doğrusunu Hazreti Al-

Kur’ ân,

lafz-ı celîliyle de şunu anlatıyor: “Sizin eş m e-

nend koştuğunuz Allah, zatında Vâhid ve Ehad’dir. Hakikatte
O ’ ndan başka M âbud-u Mutlak yoktur. Siz vehm ü hayaliniz­ le ona eş ortak koşmakla salim düşünceye muaraza ediyorsu­ nuz. O, Allah’tır ve bütün esmâ-i hüsnâsını câmi zatî ismi ile kendisini bize tanıttırmaktadır.”

lâmü’ l-G uyûb bilir.

Bakara Sûre-i Çelilesi (23-24. Âyetler) ____________________________383

ibarettir. Biz,

^İÜI l^î Ç âyetiyle kısmen bunu gördük ki

o, kavl-i mücerret olarak sadece bir iman meselesi telkin et­ miyordu; onun yanında aynı zamanda bir yönüyle inayet ve ihtirâ delilleriyle gayet net olarak âfâkî ve enfüsî delilleri de ic-

BAKARA SÛRE-İ CELÎLESİ

malen nazarımıza vererek bu meselenin sağlam delillere da­

(23-24. ÂYETLER)
A
İİfl

O L IÜ-UP
JJ— )

yandığını da gösteriyordu.
CLa S^-dJ

|*-~^ ÜİJ^

İman erkânının en mühimlerinden biri de hiç şüphesiz ki
Kur’ ân-ı Mu’cizü’ l-Beyan’a imandır. Kur’ân-ı Mu’ ciz’ in, fâik

I Jİ jj jl î

jU ®

^âliüJ o j L I p lj ) 5

^ 0 1 UojâJ

l y o lj j 0I I jaî U I^İÜ>

beyanıyla harika ve mu’ cize olarak kendisini kabul ettirmesi, aynı zam anda elinde böyle bâhir bir mucize bulunan Hazreti
M uham m ed’ in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğinin

“ Eğer kulum uza indirdiğimiz K u r’ â n ’ ın, A llah'ın sözü olduğu hakkında şüpheniz varsa, haydi on u n sûrelerinden birine benzer bir sûre m eydana getirin ve A lla h ’ tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın, iddianızda haklı iseniz.
Bunu yapamazsanız - k i asla ya p a m a ya ca ksın ız- çırası insanlarla taşlar olan ve kâfirler için hazırlanan o ateşten sakının.” de tasdiki demektir.
Aslında Efendimiz, Kur’ân’ın delili; Kur’ân da Efendimiz’ in peygamberliğinin delilidir. Böyle olunca, Kelâmî ifadesiyle,
“Devir olm uyor m u?” denebilir. Hayır, olmuyor; zira Kur’ân-ı
Mu’cizü’l-Beyan’ ın ispat edici delili, sadece Aleyhissalâtü vesselâm olmadığı gibi, Efendimiz’ in peygamberliğine delil de sadece Kur’ ân-ı Mu’cizü’l-Beyan değildir. Kur’ân’ m sair i’câz

Yukanda, m ü’ min-münafık-kâfir, bunların umumunu bir­

yönleriyle Allah kelâmı olduğu sabit bulunduğu gibi, Efendi­

den muhatap olarak nazara alıp öteden beri devam edege-

miz’ in risaleti de Kur’ân’ dan başka O ’ nun sair mucizeleri, ken­

len hakâik-i âliye-i İslâmiye’ nin dört mühim esasını hecele­

dine mahsus hâlleri ve sıfât-ı hâssalarıyla müsellemdir ve o ri-

meye çalışmıştık. İşte bu dört büyük hakikatten biri, tam bir

salet sadece Kur’ân-ı Kerim’e dayalı değildir. Binaenaleyh bu­

ubûdiyet tavrı takınma çerçevesinde daire-i rubûbiyete karşı

rada bir devir meselesi asla bahis mevzuu olmaz. Onun için

arz-ı inkıyatta bulunma ve daire-i ulûhiyete karşı da iz’an için­

bu iki âyette Kur’ân-ı Mu’ cizü’ l-Beyan’ ın kelâm-ı İlâhî oluşuy­

de olma hususu idi.

la, bununla müeyyet olan Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve

Bizim tevhid-i ubûdiyette bulunmamız, Zât’ ında Cenab-ı

sellem) Allah’ ın Resûlü olduğu imanın iki rüknü olarak ortaya

Hakk’ ı tevhid edip, tevhid-i ulûhiyetini iz’ anla ifade ettiğimiz

konmaktadır. Bu üç husus sübut bulunca, arkasından fezleke

gibi, O ’ nun (celle celâluhu) o muhteşem saltanatının unvan-ı

olarak muannitlere Cehennem hatırlatılıyor. Gelen âyetin ba­

mübecceli tevhid-i rubûbiyete sahip bulunduğunu da ilan d e ­

şında da Cennet anlatılarak, kesif-zulmanî, latif-nuranî iki ce­

mektir. O (celle celâluhu) Zât’ ında bir olduğu gibi icraatında

maatin su-i akıbet ve hüsn-ü meâdları işaretleniyor.

da birdir; ortağı, yardımcısı yoktur. İşte Zât-ı Ulûhiyet hakkın­

Kur’ ân-ı Kerim’ in, ona nazire olabilecek bir eser orta­

da akide adına bilmemiz gereken şeylerin bazıları bunlardan

ya konması mevzuundaki “tahaddiyât” ı, yani onun âleme

384

Bir İ ’câz Hecelemesi

meydan okumaları genelde Mekke’ de cereyan etmesine mu kabil, Medenî bir sûre olan Bakara Sûre-i Celilesindeki j| j
\ J

ediyorlar? O zaman buyurun siz de bütün Kur’ ân kadar değil, hiç olmazsa on sûre kadar bir mecmua ortaya koyun.”
Hatta o mübarek Kur’ân gibi bir kitap ve Nebi-yi Ümmî

lyU Lj»U p J
’ İS j l 4 d j i âyeti M edine’de nâzil olmuştur.
İ)1
Kur’ân’ m bu tür tahaddîlerinde farklı tasrifler söz konu­ sudur. Vâkıa bunlarda bir sıra takip edip etm ediğine dair ne kat’ i bir eser (sahabe ya da tâbiîn sözü) ne de bir hadis-i şerif vardır. O bir yerde: JİLj 1 h j î Jlp J^Jlj y \*x£>

Bakara Sûre-i Çelilesi (23-24. Âyetler) ____________________________385

o J U ifl j d Ji

f i -Âk] jlS' J jj aİL j j y\j Y olj-İJİ 11* “D e ki: Yemin

ederim ! Eğer insanlar ve cinler, bu K u r’ân ’ın benzerini yap­

gibi bir zat olmasın, /yl> jiJo IyU cJy/p akla mantığa uyma­ yan derm e çatma şeylerden, uydurma hikâyelerden ve en mütebahhir filozof ve düşünürlerin ihtirâatıyla olsun, daha­ sı Jal jj S I * j^JJa£il Jk j bu işte, bu mevzuda gücünü­

zün, takatinizin, ününüzün yettiği herkesi de çağırın yardımı­ nıza; çağırın da size yardımcı ve destek olsunlar. Evet, önceki âyette Kur’ân’ ın bütünüyle, burada ise on sûreyle bir tahaddî yapılmaktadır. mak için bir araya toplansalar, hatta birbirlerine destek olup güçlerini d e birleştirseler, yine onun gibi bir kitap meydana

Müfredat Mânâsı (23-24. Ayetler)

getirem ezler.”397 buyurur. Bu âyette, “ Kur’ân-ı Kerim’ in b en ­ zerini, onu tebliğ eden Nebi-yi Zîşân benzeri bir zattan olm ak

d\J: Bl kelimesiyle j l lafzının kullanıldığı yerler birbi­

üzere meydana getirin.” türünden bir tahaddîde bulunulu­

rine yakındır, ikisi de şart içindir. Ne var ki, kat’ iyet söz ko­

yor. Yani ortaya koyacağınız şey hem Kur’ ân gibi, onun se­

nusu olduğu yerde Bl, şekkin daha galip olduğu yerde ise b\

viyesinde olsun hem de Hazreti M uham m ed (Aleyhissalâtü

kullanılır. Bu kelimeleri yakînen tanımada fayda var. Bunları

vesselâm) gibi ümmî bir zatın eseri olsun deniyor.

tanıdığımız nispette kullanıldıkları yerler itibarıyla tasvire, ge­

Diğer bir âyet-i kerimede ise şöyle buyruluyor: o j) y £ fî j! *i)!

Jk

j j i

j

J jj,

j

JLİ j

Iy \l J i o\y&\

nel manzaraya ve ifade tarzına vâkıf oluruz. Bu, o dilin ince­ liğiyle alâkalıdır. kelimesi “oldunuz, öylesiniz” , şartla beraber düşünül­

“Yoksa K ur’ân’ı O ’nun (sallallahu aleyhi vesellem) kendisi uydurdu mu diyorlar. D e ki: İddianızda tutarlı

düğünde ise “oldu iseniz, öyleyseniz” demektir ve j £ fiilin­

iseniz haydi onunkine b en zer on sûre ortaya koyun, bu is­

den mâzi, cem -i müzekker muhatap sigasıdır. Bu kelime ye­

terse sizin kendi uydurmanız olsun ve Allah’tan başka çağı­

rine göre ön ceden olm a mânâsına da kullanılmakla beraber,

rabileceğiniz herkesi de yardıma çağırın!”398 Yani müşrikler,

sonradan olm a mânâsının düşünülmesi burada daha uygun

-h â ş â - “ Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’a

olacaktır. Zira o zaman “Kur’ ân-ı Kerim’e nazire olacağını dü­

(celle celâluhu) karşı bir yalanda mı bulundu diyorlar? Yani

şündüğünüz suni dahi olsa bir şey ortaya koyun!” meydan

bunları kendi fikir ve karihasıyla ortaya koyduğunu mu iddia

okumasına daha baştan imada bulunulmuş olacaktır.

w

İsrâ sûresi. 17/88.

**

Hud sûresi, 11/13.

l-Jj

kelimesinin üzerinde uzun boylu durmuş, İçtimaî,

fikrî, ruhî ve İlmî reybîliği arz etmeye çalışmıştık.

B ir İ'câz Hecelemesi

386

li* :

ja

harf-i cerri, teb’ iz için de kullanılması itibarıyla

“ ondan sadece bir parça” manasına işaret eder.

Bakara Sûre-i Çelilesi (23-24. Âyetler) ____________________________ 387

bağlı, diğer yönüyle ise müstakildirler. Mesela Sam anyolu içinde G üneş sistemimiz böyledir; bir bakıma müstakil olm a­ sına mukabil bir bakıma da Sam anyolu içindeki büyük çekim

Burada Ü
JjJİ kelimesi değil de

kelimesi tercih edilmiş­

kuvvetine takılı ve onun çekim dairesi içinde dönmektedir.

tir; zira d j j kelimesinde tedricen inme söz konusudur. Yani o

Aslında bizce çok muhteşem görünümlü Sam anyolu da b ö y ­

Kur’ân’ ın ceste ceste, sırası geldikçe, esbab-ı nüzule bağlı ola­

le bir çekim kuvvetinin tesirinde, o çekim dairesi içinde hare­

rak, maslahat ve hikmete binaen gelişi, “D e fa te n indirdik. ”

ket etmektedir.

mânâsındaki

kelimesiyle değil de, teksir için olan t e f il ki­

piyle ifade edilmiştir. Kur’ ân-ı Kerim’de yağmurun yağm ası da bazen bu kiple ifade edilir ki, sağanak sağanak ve peşi peşine muttasıl yağm a anlamına gelir.
U-Up

p:

D aha ö n ce d e üzerinde durduğum uz -Up keli­

a
İL ja

ifadesindeki j L kelimesi daha ön ce de geçtiği üze­

re benzer, m enend, eş demektir.
Buradaki V ’ zamiri ya Kur’ ân-ı Kerim’ e râci, ya da Efen­ dim iz’ e râcidir. Efendimiz’ e (sallallâhu aleyhi ve sellem) râci olm ası âyetin muhtevası itibarıyla pek müsait gibi görün­

mesi, “ kul” demektir. C en ab -ı Hak, Zât-ı Ulûhiyet’ ine iza­

m üyor. Çünkü âyette Kur’ ân-ı Kerim anlatılıyor ve muhte­

fe etmek suretiyle, Efendimiz’ in (sallallâhu aleyhi v e sellem)

va on u n üzerine dön üyor. Ancak zayıf bir ihtimal dahi olsa

vazife itibarıyla konum unu hatırlatıyor ve nübüvvetiyle b e ­ raber O ’ nun Allah’ ın bir kulu oldu ğu nu ihtar sadedinde,
“K ulum uz” tabirini kullanarak O ’ nun yüksek k on um un u işa­ retliyor. AiL’ deki zamirin Efendimiz’ e ircasmda da ayrı bir nükte söz konusu olabilir. Allahu a ’lem, buna göre şöyle denmiş olur:
“ H aydi hem Kur’ ân gibi bir kitap hem de Nebi-yi Ümmî gibi bir zattan benzerini getirin.” İşin hakikatini Allah bilir.

I /il kelimesi J fc - ^ 'î’ den gelir ve emr-i hâzırdır, 4)1
“Allah’ın emri geldi. ”399 âyetinde de görüldüğü gibi bu fiil “ gel­

1 o l j : y jj - Ip S fiilinden emr-i hâzırın müzekkere hitap y çoğuludur ve “çağırın” demektir.

mek” mânâsına lâzım (geçişsiz) bir fiil olmasına karşılık, bura­

da -u ^ -’ in çoğuludur. Bu da hâzır ve gören dem ek­

daki gibi ^ harf-i cerriyle müteaddî yapıldığında “getirmek”

tir. Yani olup biten vakalara nigehbân, işin içyüzünden haber­

anlamına gelir.

dar, ön d e gelenleriniz, sürekli vesvese veren şeytanlarınız, bil­

Sur kelimesi de sûre ile aynı kökten gelir. “ Mahfuz, mahsur bir yer” demektir. Her bir Kur’ ân sûresi kendi başına yarı istiklaliyeti hâiz olduğundan, kelime, âdeta müstakil bir sur, bir kale içinde olm a gibi bir anlam taşımaktadır. Kur’ ân-ı
Kerim’ in âyetlerine necm de denir. Tıpkı uçsuz bucaksız nebülözler, galaksiler gibi... Bunlar da bir yönüyle bir sisteme

gin dessaslarınız... gibi çağıracağınız her kim ve ne varsa hep­ sini çağırın demektir. Çağırın da içinizde bir ukde kalmasın. jy kelimesi tijs ’ nm zıddıdır ve aşağı demektir. Vâkıa,

burada j * mânâsına gelmektedir ama bir mânâsı itibarıyla ö j i ’ya nispetle alt ve aşağı demek olan bu kelimenin seçil­ mesi, Allah’ tan gayrı her şeyin daire-i ulûhiyete nispeten dûn

399 Nahl sûresi, 16/1.

i

olm asına işaret eder.

3S8

B ir İ'câz Hecelemesi

: u

X^

s

Ü ü A Iy Ij
J

âdâb ve ahlâk-ı seyyieyi kaldırıp onların yerine ahlâk-ı âliyeyi ikâme etmesi., insanların dem ve damarlarına işlemiş olum ­

“ İm an edip sâlih am el işleyenleri müjdele: Onlara içinden

suzlukları onlara terk ettirmesi., ve bir tekini dahi beşerin en

ırmaklar akan cennetler vardır. Ö y le cennetler ki ne zaman,

mütefekkirlerinin yapamayacağı daha pek çok şeyleri çok kısa

m eyvelerinden kendilerine bir şey ikram edilse: ‘B u, daha

zamanda yapması... gibi hususlar O ’nun (sallallâhu aleyhi ve

ön ce de bize sunulan şe y /’ derler. (O y s a bu, onlann aynısı

sellem) peygamberliğini apaçık göstermektedir ki, bütün bun­

olm ayıp) benzeri olarak kendilerine sunulacaktır. Orada

lar O ’nun Allah’ ın sadık kulu olduğunun ve Cenab-ı Hakk’m

onla nn tertem iz eşleri de olacak ve onlar orada devamlı

iltifatıyla serfirâz bulunduğunun alâmetidirler.

kalacaklardır .”

Binaenaleyh bu hususu da bütünüyle Risaleler'deki ve sair kitaplardaki nübüvvetle alâkalı bahislere havale e d e ­ rek, Efendimizde (sallallâhu aleyhi ve sellem) alâkalı Kur’ ân-ı
Kerim’deki daha başka âyetlerin tefsirinde yer yer -in şâ a lla h anlatılacağına binaen şimdilik bu kadarı ile iktifa etmek isti­ yoruz. Muhakkiklerin tefsirlerinde işaret ettikleri gibi öncelikle burada bir tekâbül sanatı söz konusudur. Bir önceki âyette detaylı olarak tasvir edilen Cehennem ’di. Orada çırası, yakıtı insan ve taşlar olan; kâfirler için hazırlanmış bulunan Cehennem ’den bahsedilmişti. Arkadan gelen bu âyette ise altından ırmakların çağladığı Cennet bağ ve bahçelerinden bahsedil­ mektedir. Evet, ^ jJ l y y j âyet-i kerimesi bir lazımî mânâya
-m e fh u m a - atıf yaparak tekâbülü temin ediyor. Burada zâhiren doğrudan doğruya “vav” ı atfedeceğimiz bir şey yok. Atfın, atfedilen şeyle aynı cinsten olması lazımdır. Binaenaleyh bu­ raya kadar gelen âyetlerin, cümlelerin mazmun ve fehvasın­ dan hâsıl olan mânânın lazımına “vav”la işaret edilerek Peygamberimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle denmekte­ dir: “Sen de bir kulsun fakat abd-i hâssın, Senin hususi bir vazifen var; şüphesiz bu vazife de tebliğ ve irşattır. Elinizdeki

436-------- — ____________________________________B ir t ’câz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Çelilesi (25. Âyet)

Mu’cizü’l-Beyan olan o kitap da Senin sıdkma sadık bir şahit­

437

Müfredat Mânâsı (25. Âyet)

tir. Bununla, Hak tarafından Senin nübüvvetin tescil edilmek­

Şimdi de müfredatı arz etmeye çalışalım.

tedir. Madem irşad ve tebliğ Senin vazifendir, bunun önemli
Evvela, j görüldüğü gibi bir fehva ve ondan hâsıl bir lazı­

iki rüknü de tergib ve terhibdir; buraya kadar inzarda bulun­ duğun gibi bundan sonra da tebşirde bulunacaksın. Evet, ev ­

mı mânâya işaret etmektedir.

vela bir terhibde bulundu isen sonra da tergibde bulunmalı­ sın.” Demek ki buradaki “va v” , “fehva” nın lazımı üzerine atıf vazifesi görüyor.

kelimesi, te f il babından “müjdele, bişâret ver” mâ­ nâsına bir emr-i hâzırdır. Türkçemizde buna muştu, bu ameliyeyi yapm aya da muştulama diyoruz. T e f il babından ol­

Böyle bir makta’ ile başlayan mevzuun daha evvelki âyet­

ması itibarıyla, bu ameliyenin peyderpey ve aralıklarla ya­

lerle ve sûrenin başıyla da sıkı alâkası mevcut; zira Bakara Sû-

pılacağına işaret vardır, yani bir bişâretten sonra bir bişâret

resi’nin başında Kur’ân-ı Kerim’den istifade edecek, sâlih, müt-

daha ver, demektir. B öylece Kur’ ân, bu mübarek zümrenin

taki, müstakim kimseler anlatılırken, onların namaz kıldıkları,

ruhlarında, fıtratlarında nefret uyarabilecek şeylere meydan

zekât verdikleri, infakta bulundukları ve kendilerine inen kitaba

vermemiştir.

inandıkları gibi kendilerinden evvel inen kitaplara da inandık­
Ardından gelen 1

ları vurgulanır. Oradaki sâlih ve müstakim zümre ile buradaki müstakim grup aynıdır, arada işte böyle bir ayniyet mevcuttuı.
Sâniyen, en yakın makta’ ,

4 ile başlamaktadır ki m ü ’min, m ü ­
44
nafık, kâfir herkesi ubûdiyete davet eden; tevhid-i ulûhiyeti

gerekli bir kelimedir.

ifade yanında, tevhid-i rubûbiyeti vurgulayan bu âyet-i celi-

rarlı, yaraşıklı, hayırlı şey, Cenab-ı Hakk’ ın hoşuna gidecek,

le-i kerime, kabul eden-etm eyen bütün insanları ubûdiyete

dünyada huzur, ahirette de bereket ve saadet vesilesi olan iş

çağırmaktadır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de her­

demektir. Bu kelime esasen bir sıfattır fakat burada isim ola­

kesi ümmet-i davet kabul ederek tebliğ ve irşatta bulunm a­

rak kullanılmıştır.

sı açısından vazifesinin bir yönüyle inzar, diğer yönüyle teb­

veya ^ J U »’ nm cem ’ idir. Sâlih; ya­

Daha ön ce üzerinde durmadığımız ikinci kelime o l l f ’dir;

şir olması., inzarın y J & Û oJU l fezlekesiyle yapılması, tebşi­ â >L

rin de hemen ardından

kelimesinin cem ’ idir. Cennet, örtme/örtünme, perdelen­

^ j ile vurgulanması., ve \ **\
J
me, gizlenme mânâlarına gelen

oUJLâJl

ile anlatılan hususun, dava-yı nübüvvette

mühim bir yer teşkil etmesi haysiyetiyle bu makta’ da evvelki âyetlere bağlanmış oluyor.
‘M Bakara sûresi, 2/21.
4

~

/ l M ~ Ifr kökün-

dendir. Bizim Türkçede kullandığımız cinnet de aynı kökten­ dir ki bir çeşit perdelenme demektir. Yani bu hâldeki insan, gözü görürken, kulağı işitirken, duyguları çalışırken görüle­ cekleri doğru görem eyen kimse demektir.

438

B ir İ ’câz Hecelemesi

Bakara Sûre-i Çelilesi (25. Ayet)

439

Lügat itibarıyla cennet, ağacı bol olup da zemini görül­

diyoruz. Mesela, bir meyvenin diğer meyveye benzemesi bir

m eyecek kadar girift ağaçların b oy attığı bahçeye, bağistâna

teşâbühtür, bu meyvelerden her birine de müteşâbih denir.

denir.

Aynı zamanda rüyalarda nazarlara arz edilen timsallerin sem­

Ş e r’î mânâsıyla ve Kur’ân’da ekseriyet itibarıyla maksut

bollerinin âlem-i yakazada (hakiki varlık âleminde) bir kısım

olan şekliyle o, gayb olan, gözlerin görem ediği; sevabın, ha­

hakikatlere yani âyân-ı sâbitenin aynî şeylere benzemesine de

senatın, sâlihatm mükâfat yurdu olan, hususiyetleri tasavvur­

biz teşâbüh deriz. Bu kelimeyi bazen, aralarındaki benzerliğin

ları aşkın bir dâr-ı karardır.

çok fazla olmasından dolayı birini diğerinden ayıramadığımız, net hüküm veremediğimiz, mahiyetini tam bilemediğimiz şey­

ü\ cümlesinde iman ve amelin her p ikisi de mâzi fiille îrad edilmiştir. Bunda bir tasvir söz konusu­ dur. Bu tasvir sayesinde, hâdiseler insanın gözünün önünde cereyan ediyor gibi olur. Fiille yapabildikleri nispette fiilen,

Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri (25. Âyet)

yapamadıkları zaman da niyetleriyle hep o işte kâim olma

^ j ’deki j ; atfedilen şeyler arasındaki m ünasebete b i­

adına çok canlı bir resim ortaya konmaktadır. Amele teşvikte

naen aynı zamanda bir inzara da işaret etmektedir. Zira bu

böylesi gayet latif düşmektedir. Buna mukabil mükâfat da vu­

şeyler mütekabildirler ve zıt, zıddı üzerine atfedilmiştir. Biz

kuu muhakkak bir kelime ile anlatılmalıdır ki, onlar için şevk­

Kur’ ân’ da çok defa bunu görürürüz. Böyle zıddın zıdda at­

lerini şahlandırın olsun. Yani, “Mutlaka size o nimetler verile­

fı, peşi peşine gelmesi, yan yana izah edilmesi, bir m ânâda

cek, hiç diriğ etmeyiniz. İman edip sâlih amel yaptıktan sonra

Kur’ ân ifadesi ile “mesânî” cümlesindendir.462 Şöyle ki, ö n ­

bu muhakkak olacaktır.” denerek mükâfat sadedinde o ni­

ce mü’ min anlatılır sonra kâfir., veyahut ön ce kâfir sonra da

metler hatırlatılmış olmaktadır. İman ve amel sahiplerine b e­

mü’ min; önce süedâ sonra eşkiyâ; ön ce süedânın sa’yine

şaretin yapılması, mükâfat sadedinde anlatıldığından dolayı,

terettüp eden niam-i İlâhiye daha sonra eşkiyanın şekave-

o eltâf-ı ilâhiyeye vukuu muhakkak nazarı ile baktırmak ve şu

tine terettüp eden azab-ı elim... Buna, daha ön ce geçtiği

anda hazır bulunan Cennet’le sevindirmek ve yine herkes için

üzere tekâbül veya mukabele sanatı da deriz. Binaenaleyh

muhtemel olan Cehennem ’ den sakındırmak adına bu kiplerin

Kur’ ân’ ın tebşiri inzarla, tergibi terhible, recâyı havfla bera­

seçilmesi fevkalâde mânidardır.

ber ele almasından hareketle,

ifadesindeki tebşir emri­

oU J Ü dl kelimesi, ıtlâkı (herhangi bir sıfatla kayıtlanma­

nin başında bulunan atıf vâvı, nazarlarımızı, mâkablindeki in­

dan mutlak olarak zikredilmesi) ile bütün güzel işlere şamildir.

zara çevirir.

Hatta hâlis bir niyet dahi bu sâlihât içine girebilir. Sünûhat’ m

Bkz.: Yûnus sûresi. 10/26.
Bkz.: Hicr sûresi, 15/87; Zümer sûresi, 39/23.

43 Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.121.
6

456_______________________________ _____________ B ir İ ’câz Hecelemesi

başında ifade edildiği gibi464 bu meselenin ıtlâkında tamim vardır. Bir kelime ile çok şeyler ifade edilmiştir., lafız ve kalıp, çerçevesini aşkın mânâları ihtiva etmektedir.

Bakara Sûre-i Çelilesi (25. Âyet) ________________________________ 457

ile ihâta ve idrâkleri aşkın,
^

«-Jî

Mj

O Nj o î j ^


^ ^

“Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmedi­

ği ve insanın hatırına g elm eyecek şekilde”465 tasavvurlar öte­ j î âyetini teşkil eden sözcük­

si baş döndüren bir dünya., size vaat edilmiş ve sizin için ha­

ler arasında da bir “tecâvüb” , bir “tesânüd” , bir “teânuk” söz

zırlanmış bir müstesna âlem., öyle ki adında ruhanî bir zevk

konusu. Şöyle ki, anlatılmak istenen şey, Cenab-ı Hakk’ m

var; zira bağ ve bahçe sözünde her zaman bir sürür hissedi­

mü’ minlere İlâhî nimetleri ve orada bütün hâdiselerin onların

lir. Hatta zindandaki bir insan hayaliyle bir bağa, bir bahçeye

lehinde cereyan etmesidir. Dünyada değişik musibetlere gi­

gitse, kendini Cennet’te sanır.

ja

riftar olan münafıkların durumunda m üşahede ettiğimiz, her hâdiseyi aleyhlerinde görüyor olmalarına mukabil, bunlarsa

iŞj4*5 kelimesi “cereyan edip gidiyor ve çağlıyor” demek­

her hâdiseyi lehlerinde sayabilecek bir durumu elde etmiş

tir. Şöyle-böyle onların ülfete kapılabilecekleri bir görüntüye

bulunmaktadırlar. Öncekilerin hayatları dünyada başlayıp

m eydan verm em ek için devamlı, hep terütaze bir berraklık­

dünyada bitmekte, sonrakilerinle ise ebedler âlem inde sürüp

la çağlayıp gidiyor. Ayrıca bu sayede onlar, bir içtikleri yer­

gitmektedir.

den bir daha içmiyorlar. Maşrabalarını her defasında fark­

İşte şu cümlede, teker teker kelimelere baktığımızda, o n ­

lı bir akıntıya daldırıyorlar. Evet, ^ J *J sözü, o kaynakların

ları omuz omuza, el ele, kol kola bir araya gelmiş, insanın

durağan, dolayısıyla da kirlenmeye açık havuzlar olmadığını

ötedeki huzurunu örgülüyor gibi görürüz.

gösteriyor; zira temiz fıtratlar, ince ruhlar bu türden şeylere karşı tiksinti duyabilirler. Evet, orada her şey, müstesna varlık

^

“Onlar içindir” diyor. Yani her şey onlara mahsus ve

insan âbidesiyle uyum içinde ve tam ona göredir.

onlar âdeta ille-i gâiye ve bir bakıma Cennet nimetlerinin onlar için hazırlanması da bir finalite. Öyle ki, artık onların aleyhle­

Ayrıca bu cereyan, uzağında, sağında-solunda değil,

rinde hiçbir şey söz konusu olmayacaktır. Hatta bu kelimeden

IfeZJ tam ayağının ucunda. Aslında fıtrat-ı beşeriye de bunun

şunun da sezildiği söylenebilir: Orada İlâhî nimetler kendilerine

b öyle olmasını ister; bir de ırmakların bu şekilde çağlaması

takdim edilince, dünyadaki nimetler gibi rahatsız eden bazı arı­

insan içinde huzur hâsıl eden bir husustur.

zalar, mesela bir kısım artıkları dışarıya atma gibi rahatsız edici hususlar orada söz konusu değildir. Evet, orada ne yeme, haz­ metme zahmeti ne de ıtrahat meşakkati söz konusudur. Nimet de lehlerinde, netice-i nimet de., işte gerçek saadet..!

Sonra jlfcîSM “ nehirler” geliyor. Demek ki tek bir nehir değil, her biri insanın değişik latifelerine bakan farklı nehir­ ler. Yani bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen sütten nehirler, rahatsızlık verm eyen, sekir verme hususiyeti olma­

kelimesi hangi mânâsı ile ele alınırsa alınsın, altın­

yan şaraptan nehirler, süzme baldan nehirler.. Evet, Kur’ân,

dan ırmakların aktığı bağlar, bahçeler ve içlerinde zevçler,

nehirler sözü ile orada bu kabîlden pek çok nehir olduğunu

zevceler bulunan bir yer veya şu anda mestûr olan keyfiyeti

işaretlemektedir.

464 Bkz.: Bediüzzaman,

Sünûhat s.17.

465 Buhârî,

teuhid 35; Müslim, cennet 4, 5.

458

Bir İ ’câz Hecelemesi

459

Bakara Sûre-i Çelilesi (25. Âyel)

İhsan-ı İlâhî ve Cennet nimetlerinin anlatıldığı bu gibi

vukuu muhakkak ve şu anda da hakikatiyle hazır, dolayısıy­

yerlerde biz, insanın çeşitli zevk alma kabiliyetlerinin hepsine

la sizi beklediğini kabul edebilirsiniz. Sâniyen; fiil meçhul ol­

cevap verme adına eltâf-ı ilâhiyenin ne kadar çok olduğunu

ması itibanyla da şunu anlatır: Siz hiçbir zahmet çekmeden

anlıyoruz. “Cennet Risalesi” nde, “C en n et hurilerinin yetm iş

gaybî ellerle size verilecek, veyahut sizin dünyada tabiî görüp

hülle altında bacaklarındaki ilikleri görülür. ”466 hadis-i şerifi­

hâdiseleri kendilerine isnat ettiğiniz esbap o gün kudret da­

ni izah ederken Hazreti Üstad özetle der ki:467 Bu yetmiş hül­

iresinde şuurlu gibi size hizmet edecektir. Belki ağaç tedellî

le, insanda bir o kadar zevkin ifadesidir; yani bu, insanın o

edip m eyveyi sizin ağzınıza koyacak, maşrapa inecek aşağı­

kadar ezvâk donanım ına ve o kadar arzusuna cevap verebi­

ya ve dalacak daldığı yere, tekrar dudağınıza yükselerek size

lecek bir güzelliğin resmedilmesidir. Bunun gibi, C ennet’te o kadar nehirler var ki, bunların her biri, insanın içinde şu an­ da keşfedemediği bir arzusuna cevap teşkil edecek çaptadır.

kevserler sunacaktır. ly £

ja

;

l£* ifadesinde geçen iki j * e daha önce değinmiş­

tik. Bunlar adesesinden baktığımızda mânâ şu olur: Cennet’ in bütün nimetlerinden istifade edeceksiniz ama birden bütün

Görüldüğü gibi,

IfeîJ l / n Ş j £

üî cümlesi­

nin tamamının, o fevkalâde derinliğiyle bir tecâvüb, teânuk ve tasanüdü işaretlediği açıktır.

de edeceksiniz; zira o , bir bakıma celâlî ve vâhidî tecellî eseri­ dir. İnsan cem âlî tecelliye göre kâmet-i kıymetiyle mütenasip

Ardından gelen cümle: l ü I^İIİ l i j j iy â y »
\y\j j j

nimetlerden değil, her defasında sadece bir kısmından istifa­

l y j j UİS'

c» 1 5 j (jJJl “Ne zaman o cennetlerin m ey­
*j

velerinden kendilerine bir şey ikram edilse: ‘Bu daha ö n ce de bize sunulan şeyV derler. (Oysa bu, onun aynısı olmayıp) b en ­ zeri olarak kendilerine sunulmuştur. ”

o nimetlerden istifade edecektir. kelimesindeki tenvin tenkîr için olduğundan “herhan­ gi bir meyvesinden, hangi meyvesi olursa olsun” demek olur.
Bundan şu mânâ anlaşılabilir: Peşi peşine, müteşâbih olarak gelen bu nimetler, ihsanlar bütün Cennet’teki nimetlere şamil­ dir. Yani onlarda, bir şey yedikleri zaman daha evvel onu tat­

UİS daha önce de gördüğümüz gibi tekerrür ifade eder,

tıkları kanaati, keza bir şey içtikleri zaman onu da daha önce­

kelimesi nekreye muzâf oldu­

den yudumladıkları düşüncesi hâsıl olacağı gibi, zevk ve haz

ğu zaman umum efrâda şamil olur. Burada U’ya muzâftır, U

duyacakları bir manzaraya baktıklarında benzerinin sebkat et­

da nekredir ki mânâ: “Her ne zaman olursa olsun., hangi gün,

tiğini, zevceleriyle mülâtefe ve muâşakada bulunduklannda

“her ne zaman ki” demektir.

hangi saatte ve mekânın hangi noktasında olursa olsu n ...”

aynı şeyleri hissedeceklerdir. Evet, onlar orada, her şeyde sü­

şeklinde olur. Buradaki anlamı itibarıyla ise: “Ne zaman o n ­

rüp giden bir yenilenme ve tazelenme içinde ayniyete yakın

lara bir nasip, bir pay, bir rızık verilirse...” mânâlarını belirler.

bir gayriyetin cereyan ettiğini müşahede edeceklerdir.

1 i j j fiili iki hakikate bakıyor gibidir: Evvela; mâzi olm a­ j sı itibanyla şu anlaşılır: O nimetlerden, o rızıktan istifadenin
466 Buharî, b ed ’u ’I-halk,8; Müslim, cennet, 14; Tirmizî, ktyame, 60.
467 Bediüzzaman. Sözler s.545 (Yirmi Sekizinci Söz).

IjJli kelimesi mazhariyetler muhaveresini gösteriyor; şöy­ le ki, oradaki bütün muhavereler, niam-i ilâhiyenin onların başlarına sağanak sağanak yağdığını anlatma istikametinde cereyan etmektedir ki, bu da baş döndüren o nimetlerin tatlı muhaverelerle taçlanması demektir.

Bir İ'm z Hecelemesi

460

ji

lû j j jJJI

ifadesi, USjj kelimesiyle işaretlemekte­

dir ki, burunlarının dibine kadar yaklaştırılmış bulunan bu ni­ metler dünyada esbap perdedârlığı ile farklı şekilde sunulsa da, onlar da Cenab-ı Hakk’ ın ihsanı olarak verilmişti. Evet, dün­ yaya ait nimetler verilirken de yine Allah’ ın eliyle lütfedilmişti. Hatta bu nimetleri ilan adına yapılan tekbirler, tahmidler, tehliller de yine Allah’ ın (celle celâluhu) bize lütfü ve ihsanıdır;
Cenab-ı Hakk’ın bunlara muvaffak kılmış olması da ayrı bir hamd ü senâ ister. Bunların neticesi ve semeresi olan Cennet nimetleri de başka değil, yine Cenab-ı Hakk’m lüftunun teza­ hürüdür. Yani baştan verilen şey, sebep olarak Allah’ ın lüt­ fü, netice de yine Allah’ ın lütfudur. O neticeye terettüp eden hamd ü şükür de O ’ nun (celle celâluhu) daha farklı bir lütfu­ dur. Bunları Iy j j ve & j j kelimelerinden çıkarıyoruz.

Bakara Sûre-i Çelilesi (25. Âyet) ------------------------------------------------- 461

nikâh mı? Ne şekilde olursa olsun, oradaki akit doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’ m meşîetine bağlıdır. Bu mesele biraz daha tamim edilerek denebilir ki, onlara verilecek bu türden şeyler dahi buradaki ruh hâletlerine uygun ve bir bakıma da onların kendilerine benzer mahiyette olacaktır. ^

kelime­

sinden de anlaşılır ki, bu karşılıklı kopmaz bir bütünleşme ve doğrudan doğruya Cenab-ı Allah’ ın yaptığı bir akittir. Efen­ dimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadiste “M eryem ’i ba­ na nikâhladılar. ’,4Ğ buyurur ki, orada, şahitlerin huzıfruna ih­
8
tiyaç olm adan akdin doğrudan doğruya Allah tarafından ya­ pıldığını gösterir. Ayrıca orada Cenab-ı Hakk’ ın vereceği zev­ celerle alâkalı bir hadiste:

ja

^

J & jj

01

0 $ “ C en n et’te her insana öyle iki zev ce vardır ki, elbi­ selerinin üstünden bacağının iliği görünür. ”469 denmektedir.
Bu hadisi, bunlardan birisi dünya kadını, diğeri de Cennet

Hem

^ iy\ j cümlesinde hem de Û j j kelimesinde ay­

nı nükte-i belâgat görünüyor. Her türlü nimet onlara veriliyor, onlar alma zahmetine bile katlanmıyorlar; zira veren Allah’tır
(celle celâluhu) ve O, esbabı onlar için istihdam ediyor. Öyle ki, o kudret dairesinde yok yok, her şey var. Gılmân-ı Cennet ki pırıl pırıl., lü’lü-ü meknûn (sadefinde saklı inci) veya lü’ lü-ü mensûr (saçılmış inciler) gibi., bütün bu atâyâ aynı zamanda
“müteşâbih” , hepsi birbirine benziyor. Daha ön ce de arz edil­ diği gibi, ayniyetin bazen bıkkınlık, tam gayriyetin de tiksinti hâsıl edeceği., buna mukabil teşâbühte bu iki durumun hiçbi­ rinin söz konusu olmadığı/olmayacağı muhakkak.

kadınıdır şeklinde anlayanlar olmuştur. Herhâlde bu, en az verilen içindir. Çünkü biliyoruz ki, Efendimiz’ in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyada nikâhı altına giren bütün zevcele­ ri orada da O ’nun hanımları olacaklar, zira onlar ümmühât-ı m ü ’minîndir. Üstelik herhâlde Firavun’ un hanımı Hazreti
Asyâ (radıyallâhu anhâ) ve Hazreti Meryem (radıyallâhu anhâ) da Efendimiz’ e tezvîc edilince470 sayı daha fazla ola­ caktır. Fakat sahih hadisin ifade ettiği ikidir. 70 adet şeklin­ deki rivayetleri bazıları zayıf kabul etmiş ve mevsûk değildir demişlerdir. Bununla beraber bu Cenab-ı Hakk’ ın meşîetine kalmıştır, istediği şeyleri lütfeder...

j jî I4J ^ j “O n ­

ç\jj\ kelimesi “zevçler, eşler” demektir ki, kadınlara göre

lara orada tertemiz eşler d e var. ” ferman-ı sübhânisiyle anla­

erkekler, erkeklere göre de kadınlar için kullanılır. Buradaki

tılan, Cennet’ i stmsıcak bir yuva hâline getiren fazl-ı İlâhî b u ­

ıtlâktan şu nükte çıkarılabilir: Bir kısım mütedeyyine ve sâliha

Bütün bu nimetlerin başında ise,

lunmaktadır ki, burada şu husus üzerinde durulabilir:
468 et-Taberânî. el-M u’cem ü’l-kebir 6/52, 8/258, 22/451.

Eşlerin birbiriyle irtibatı nasıldır, orada bu akdin keyfiye­ ti nasıl olur onu bilemeyiz., yeni bir akit mi, yoksa buradaki

469 Buhârî, b ed ’ü’l-halk 8; Müslim, cennet 14.
470 et-Taberânî, el-M u’cem ü’l-kebîr 6/52, 8/258, 22/451.

____ B ir İ ’câz Hecelemesi

462

< r Karma S’ndeks

kadınlar dünyada başlarından nikâh geçm ed en g öçü p gittik­ leri gibi bir kısım erkekler de yine mücerret olarak vefat eder giderler. Dünya hayatında başlarından evlilik geçm eyen o er­ keklerin ötede sâliha hanımlardan ahirete gitmiş kimselerle

A b d u lla h İbn H u z â fe tü ’ s -S e h m î

tezviçleri düşünülebilir; zira C ennet’ te behem ehal her insanın bir hayat arkadaşı olacağı söz konusudur.

â le m -i ga y b 9 5 , 9 6 , 119

A

â le m -i m ah süsât 1 1 8 ,1 3 0
(r.a.)

133

A b d u lla h İbn S e lâ m

Aynı zam anda bu eşler tertemizdir ve olabildiğine

Hatta hayız, nifas, istihâza gibi kadınlık hâllerinden dahi âri, beri ve muallâdırlar. Nâpâk durumlar onlar için söz konusu

âle m -i şeh ad et 9 6 , 11 8, 11 9, 4 2 0

137

A b d u lla h İbn Ü b e y İbn S elû l

1 9 1,

2 0 9 , 2 5 3 , 2 5 5 , 2 6 4 ,3 1 1

pâktırlar; Cennet’e râci l a d a k i zamir de buna bir işarettir., evet onlar C ennet’e layık keyfiyette pâk ve mutahhardırlar.

A b d ü la z iz M e c d i E fen d i 2 5 0
A b d ü lk â h ir C ü r c â n î 2 1 , 1 8 1 , 2 9 3 ,

lunmaktadırlar. Keza, erkekler de onlar gibi her türlü huysuz­

A d iy o ğ u lla n

luktan, hırçınlıktan münezzeh ve müberrâdırlar.

 d k a v m i 432

y\^S\j

«jîj

i i J i* u i
M *' M

ImT ‘ jiîüJÎ a î ü

I i& j v j î i

iuS\

(V jiij ûjjj. J u f l s j

â f â k îâ le m

A m e rik a kıtası 142

25 5

am inoasitlerin diziliş şekli 393 a m n iy o n za n 4 0 a m û d -i fikârî (om u rga) 23 3

313

anarşistler 28 3

âfâ k î deliller 2 0 4 âfâ k î v e e n fü sî deliller

165, 169,

A n k a ra

170

A r a p alfab esi 8 3 , 84

2 1 8 , 28 0, 383 afâr hakikati 104
A lla h ’ ın kürsîsi 53

a m e lî akıl 7 8 , 371

1 7 2 , 179

 d v e S e m û d halkları 3 2 0

o baş döndüren sonsuz güzellikler içinde ebedîdirler.

129

A lla h -C e b r a il-M u h a m m e d

 lû sî 2 0 2

â d e t-i İlâhî 18 6 âd etu lla h

onlar bu C en net’te, C en net’ e ait

A llah ahlâkı

A llâ m e Elmalık 20 2

406

değildir. Dahası onlar, farklı densizliklerden d e m überrâ b u ­

H em de

â le m -i insaniyet 96

A r a p ç a 7 1 , 7 3 , 8 3 , 15 5, 164,

32 3

ah iret ak idesi

1 4 5 ,1 4 6

394, 406, 424

ahiret b in a sı

146

ah irete im a n

140, 199, 244

ahiret g ü n ü

166 ,

1 8 0, 2 2 2 , 3 0 5 , 3 1 9 , 3 6 3,

189, 194, 195, 196,

1 9 9 , 2 1 7 , 2 2 9 , 301

A r a p gram eri 9 4
A raplar

15, 18 3, 2 0 9 , 2 8 2 , 3 2 3,

38 8

ahiret h ayatı

1 0 9, 3 5 0

A r a p to p lu m u 71

ah iret in ancı

1 4 0 , 147

A ra p yarım ad ası

âhir z a m a n

a h k â m -ı şer’ iyye ah lâk -ı rezile

195

arka k em ik 35

195
160

A rş 9 6 , 321
A r ş -ıÂ z a m

130

96

ah lâ k -ı sey y ie 4 3 4

a sh a b -ı sayyib 3 1 6

A h m e t Z iy a ed d in G ü m ü ş h a n e v î

 s İbn V âil 425 a s l-ıv â h id

89 ak l-ı m e a ş

253

a lak a 36 a ld a tm a psikolojisi

58

A sr-ı S a a d e t

131, 175, 1 7 7 ,4 1 0 ,

41 1
193

astron om i

14, 34 , 36, 4 0 , 51, 143

464

B ir İ ’c â z H e c ele m e si

astronomi bilginleri 143

bedevilik dönem i 413

âsumân 364, 366

Bedir 2 4 1

c

bedenî ve malî ibadetler 128

astronomik nizam 318
A ’şâ 3 95,397,402

Bedir zaferi 32

aşılanma 206

Bediüzzaman 12, 21, 28, 30, 92,

ateş topu 40

108, 144, 156, 157, 161,

atmosfer 39, 40, 103, 172, 313,

166, 174, 178, 182, 185,

317, 323, 331, 368, 379 atmosfer kirlenmesi 173 atmosfer örtüsü 39
Atom bombası 325 avâlim-i uhrevi 96

186, 187, 208, 213, 234,

465

K a r m a İ n d e k s.

Cabir İbn Abdillah İbn Riâb (r.a.)
90
Câhız 426

âyât-ı İlâhiye 369 âyât-ı Kur’aniye 78 âyât-ı kübra 371 âyât-ı tekviniye 78, 95, 367, 371,
378
Âyetü’ l-Kürsî 53, 63

çam kozalağı 162, 163 çan sesi 93 çiğ noktası 323, 379

cahiliye asrı 101

D

cahiliye devri 92, 394, 397, 398,
400, 401, 402, 406, 413

262, 274, 293, 294, 295,

Câlût 67, 68

329, 395, 406, 412, 418,

Cebir 217

427, 444, 450

Cebrail 90

B ed’ ü’l-emâlî’ 345

cebrî hidayet 64

behîm î arzular 313

Ay 37, 38

Ç

cebrî kanunlar 172

belâgat incelikleri 20

Cebriye 170, 185, 217, 277, 281

Benî İsrail 301

C ehennem azabı 1 2 ,1 8 8 ,4 1 4

Benî Kusayy 391

C ehennem dehlizi 341

Benî Nadîr Yahudileri 90

C ehennem zakkumu 275

beraat-ı istihlal 71, 287

cehl-i basit 259

Dahhâk 222 daire-i rubûbiyet 361, 381, 382,
450
daire-i takva 365, 367, 413 , daire-i ulûhiyet 365, 374, 382,
387
dalâlet 95, 109, 111, 114, 115,
167, 168, 169, 177, 184,
269, 270, 278, 279, 280,
281, 282, 283, 284, 285,
287, 300, 414 dalâletin hidayetle değiştirilmesi

Bergson 204

ceh l-im ü k ’ ab 259

berk 326, 330, 336, 337, 340

cehl-i mürekkep 259

Beyt-i Şerif 46

C ehm İbn Safvân 345

Beyzâvî 201

Cehm iye mezhebi 345

bıldırcın 66

C enab-ı V acibu’ 1-Vücud 118

Bilal-i Habeşî (r.a.) 252

Cennet ehli 188

Babanzade 250

bilfiil mühtedîn 283

Cennet koridoru 340

defter-i iltifâtât-ı Rahmaniye 96

bâd-ı nesim 298

bilkuvve mühtedîn 283

Cennet Risalesi (Bediüzzaman)

delil-i ihtira 372,373

bağıstan-ı cinân 361

birr 218

bağışlama ahlâkı 27

biyosfer 323

Bakara kıssası 63

bolşeviklik 130

bârân-ı rahmet 331

borçlar hukuku 56

basit cehalet 259

Buhârî 309, 320, 444

bast hâli 208

bulutlann izdivacı 322

ba ’sü ba’ del-mevt 294

bulutların telkihi 368

bâtını ilimler 83

bulutumsu kütle 38

bedenî hastalıklar 225

bulutumsu (nebula) 38

bedenî ibadetler 79, 80, 129

burhan-ı temânü 369

Ay’ ın hareketleri 52 ayne’ l-yakîn 76 azab-ı elim 215, 216, 217, 454 azab-ı nîrân 361,381

B

bedenî ihsanlar 79

büyük hakikatler 297

458 cezâlet-i beyan 28, 354, 401, 416,
422, 427

301 dalâlet ve hidayet yollan 287 darb-ı mesel/-ler 289, 296, 308 dâr-ı cinân 97,381 davet-i nebeviye 144 decidua rahim duvarı 40

deve kuşu 326, 333, 338 devir 76, 179, 383, 397, 399 devr-i bâtıl 18, 75

cezâlet-i Kur’âniye 304

Devr-i Saadet 411

Cezire-iArap 224

dış mükellefiyet 160

Cibril 103, 104, 106

dîk-i elfaz 275

cinnî iblisler 262

din binasının direği 148

cinnî şeytanlar 262

dinî emirlerin parlaklığı 340

cismanî hayat 225

dinî hakikatler 300

cismanî kalb 162, 163

dinin binası 148

cüz-i ihtiyarî 179, 180

DNA 393

cüz’î irade 18

Doğu Anadolu 302

466

B i r I ’c â z H e c ele m e si

....467

K a r m a İn d ek s.

döllenme vetiresi 35

elektrik hâdisesi 323

faiz yem e 54

gazap 203

duhân 323

elektron kameraları 40

faiz yiyenler 53,54

gerçek takva 114

duyu organları 1 1 7 , 1 1 8

elfâz-ı mevzûa 93

faraziye 208

gizemli harfler 17

Dünya 39, 131, 317, 447, 462

embriyoloji 34, 35, 36, 40, 374

fâsit daire 27, 76, 227

gizli hastalık 227

dünya-ahiret saadeti 108

emr-i bi’l-ma’ ruf 1 5 8 ,1 6 1 ,2 3 1 ,

fâsit inanç 269

Goethe 269

Faşizm 219

göğüs kemikleri 35

enbiya ufku 203

Faust (G oethe) 269

gök cismi/-leri 37, 38, 39, 40

enfüsî nimetler 79

felâh 51, 54, 62, 82, 108, 149,

gök gürültüsü 3 1 6,318,322,326,

dünya azabı 188 dünyevî hayat 109 düz mü’ minler 112

234, 244, 248

entüisyon 204

150, 152, 153, 279

330, 335, 336, 337, 338

envar-ı iman 97

felsefe tilmizleri 266

gök kubbe 368, 375

erâzil 245, 257, 258

fennî (bilimsel) tefsir 20

göktaşları 39

erkân-ı imaniye 281

fesat tohum u 235

görm e melekeleri 165

esbâb-ı âdiye 322

feyz-i akdes 165, 173

göz merceği 205

ebced meselesi 90

esbab-ı küfür 157

feza-yı ıtlak 37

Gulam Ahm ed 411

Ebû Cehil 186,239,391

esbab-ı sem a 363

fıtrat bozukluğu 249

güç hatlan 325

Ebû Hüreyre (r.a.) 252

esfel-i sâfilin 220

fıtrat-ı asliye 226

Güneş 14, 37, 38, 40, 202, 206,

Ebû İzze el-Cümahî 238

eski bir hurma çöp ü 37

fıtrat-ı sâniye 232

Ebû Talib 390

eski diyanet sahipleri 45

fıtrat-ı selime 42, 169, 211, 232,

ebced 71, 92, 104 ebced hesabı 90, 92

208, 295, 377,379
G üneş misali 294 güneş rüzgârlan 39

Ebû Yasir İbn Ahtab 90, 91

esmâ-i hüsnâ 147, 345, 380

e f âl-i mukârabe 341

esmâ-i İlâhiye 96, 120, 454

Filistin 15

efâl-işu rû ’ 319

esrar-ı hurûf 70

Firavun 167, 363, 364

Eflatun şuuru 144

Esvedü’l-Ansî 218

Firavun hanedanı 66

313

Güneş sistemi 40, 317, 387

H

Ehl-i Cebr 178, 180

eşbah 205

Firavun’un adamları 66

hâcât-ı mâneviye 96

ehl-i hakikat 85, 103

evâmir âlemi 161

Firavun’ un hanımı 461

hac farizası” 50

ehl-i ihsan 112

evâmir-i aşere (on emir) 45

fitne ateşleri 311,312

hakâik-i âliye-i İslâmiyenin dört

Ehl-i İtizâl 178, 179, 180, 414

Evs ve Hazreç dinsizleri 301

Fransızlar 269

Ehl-i Kitap 11, 15, 137, 138, 233,

Evs ve Hazreç münafıkları 167

Freud 207

Ezân-ı M uham medi 158

fücûr 218

259, 267, 285, 394
Ehl-i Sünnet 98, 118, 126, 159,

Hakikat Güneşi 101 hakikat-ı mücerrede 292

ez-Zehrâ 63

G

170, 178, 180, 185, 217,

F

268, 326, 345, 441

mühim esası 382 hak erinin yakîni 250

hakiki âlem 119

gayba iman 42, 78, 79, 80, 135,

hakiki hakikat 119 hakiki iman 248

faiz 53, 54, 132

154, 359 gayba iman kahramanları 170

ehl-i tasavvuf 85

faiz alma 54

gayb âlemi 118

hakiki takva derecesi 114

ehl-i tahkik 104, 118, 119, 156

Fahreddin Râzî 423

ehl-i tarikat 105

hakiki mü’min/-ler 32, 33, 196

Einstein 213

faiz belası 54

gaybî haber/-ler 14, 31, 32, 425

hakiki vücut 120

elektrik akımı 325

faizcilik 53, 54

gaybî hakikatler 117

hakka’l-yakîn 76, 114,414

elektrik çarpması 325

faizin haramlığı 433

gaybî ihbarât 33

Halilürrahman 46

elektrik gerilimi 324

faizli mal 53

gaybî ihbarlar 34

hâlis hidayet 97

46 8 _________________________

B i r î ' c â z H ec ele m e si

K a r m a in d e k s

469

hâlis münafık 327

H eredot 432

hurmet-i ribâ 130

Hz. Nuh (a.s.) 13,31,257

halka-i zikir 105

Hıristiyan/-lar 15, 16, 42, 58, 59,

hurûf-u mukattaa 17, 70, 83, 84,

Hz. Ömer (r.a.) 42, 131, 133,

Hâmân 363
Hanefi mezhebi 125

136, 176, 233
Hıristiyanlık 59, 282

86, 87, 89, 93 mechûre 84

191, 255, 256, 262, 263,

Hanefi uleması 125

Hıristiyan nâşirler 295

m ehm ûse 84

395
Hz. Sâlih (a.s.) 13, 31

hanif fıtrat 169

hidayet 64, 67, 75, 76, 77, 82,

muntabika 84

Hz. Süleyman (a.s.) 34

hanifler 42, 82

103, 108, 109, 110, 111,

münfetiha 84

Hz. Yunus (a.s.) 306

hannâs 262

116, 149, 150, 152, 168,

münhafıda 84

Hz. Yusuf (a.s.) 30

Hansâ 395, 397

270, 278, 279, 280, 281,

müsta’liye 84

haricî his 204

282, 283, 284, 285, 300,

rahve 84

haricî ihsaslar 204

310, 364, 424, 425

şedîde 84

I

-

ıslahçılar gürûhu 231

hasene 217

hidayet dairesi 76

hutbe-i ezeliye 96

ışık sürati 335

Hassan İbn Sabit 395, 398, 400

hidayete liyakat 152

H uyey İbn Ahtab 9 0 ,91

îcâz 1 2 ,2 0 ,2 5 ,2 6 ,2 8 ,2 9

haşerât-ı muzırra yuvası 186
Hâşimoğulları 255 haşir meselesi 294
Haşir Risalesi (Bediüzzaman) 144
Hatice-i Kübrâ (r.anha) 42 hatme-i hâcegân 105 hatt-ı muvasala 233, 234 hava kirliliği 173 havariler 295 havâss-ı hamse-i zahiresi 207 havâss-ı selime 142 hayat-ı içtimaiye 130, 132, 221,
230, 231, 233, 427, 433 hayat-ı içtimaiye-i beşeriye 221

hidayetin başlangıcı 76

hümanist cereyanlar 137

hidayetin ekstra vâridatı 281

Hümanizm 452

hidayetin mertebeleri 108

Hz. Â dem (a.s.) 31, 247, 256,

hidayet kaynağı 75, 117, 169,
407

îcâz-ı hazf 12, 13, 26, 29, 30 îcâz-ı kısar 12, 26 îsâr 127

261, 268, 319, 361

İ

Hz. Ali (r.a.) 89, 255, 256

hidayet potansiyeli 282

Hz. Âsyâ 461

İblis 147,248,261

hidayet rehberi 11, 64, 75, 77,

Hz. D avud (a.s.) 34, 68

İblis ve avenesi 147

Hz. Davud (a.s.)’un hükümranlığı

İbn Abbas (r.anhüm) 89, 90, 166,

407 hidayet seviyeleri 76 hidayet şuuru 282 hidayette eksiklik 115

67
Hz. Ebû Bekir (r.a.) 89, 239, 255,
256, 395

233, 300, 301, 446
İbnE bîM uayt 186
İbn İshak 90, 233, 391

hidayet vesilesi 110

Hz. Ebû Zer (r.a.) 262

İbn Sina 323

hidayet yolu 11, 16, 58, 279

Hz. Harun (a.s.) 68, 364

İbrahim 15

hikmet 46, 48, 68, 130, 165, 169,

Hz. Hud (a.s.) 13, 31

i’ câz 12, 25, 30, 288

266, 350, 375, 414, 419

Hz. Huzeyfe (r.a.) 191

i’ câz-ı Kur’ân 11

Hz. İbrahim (a.s.) 13, 15, 31, 46,

i’câz vecihleri 13

hayat muamması 143

hikmet ilmi 430

Hayber 224, 241

hikmet tezahürü 85

hayt-ı vuslat 46

hipotez 208

Hz. İsa (a.s.) 397,411

icmalî iman 135

hayvanî yan 211

hiss-i bâtın 205

Hz. İshak (a.s.) 15

iç duyuş 204

hazımsız erbab-ı diyanet 45

hiss-i selim 27, 28 hitâbât-ı ezeliye-i sübhâniye 96

Hz. İsmail (a.s.) 15, 46, 47

iç ihsaslar 227

Hz. Lût (a.s.) 13,31

iç mükellefiyet 160

hitap mertebesi 43 hud’ a (aldatma, hile) 200, 201,

Hz. Meryem 461

İçtimaî adalet prensipleri 131
İçtimaî ahlâksızlık 240

hazine 134 hazine odası 134
Hazreti Faruk 255
Hazreti Hakkı 365
Hazreti Sıddık 255
Hendek vakası 224

202, 211, 212, 213, 214,
223, 240, 243, 249, 283 hunefâ 42

47

Hz. Mesih (a.s.) 143, 196, 259
Hz. Musa (a.s.) 66, 67, 68, 196,
211, 320, 321, 364, 397,
411

i’câz ve îcâz hakikati 30

İçtimaî çalkalanmalar 219
İçtimaî hayat 16, 61, 148, 215,
244, 395, 433

470

B ir I ’c â z H e c ele m e si

471

K a r m a İn d ek s.

İçtimaî mukavele 57

İlâhî şifre 70

infak 79, 127, 128, 130, 133

144, 161, 178, 185, 220,

İçtimaî nizam 244

ilhad dünyası 210

inkârcı düşünce 223

293, 372, 395, 406, 409,

İçtimaî tefsir 20

ilk berzah 323

inkârî küfür 176

idrak ufkunu aşkın hakikatler 53

ilk fıtrat 197

innî delil 373

işarî tefsir 70

434, 455

ifsatçılar gürûhu 231

ilk kavrayış 202

insanın m addî ufku 74

İtizâl 178, 179, 180, 217

ihbar-ı gaybî 33

ilk m ü’minler 267

İnsanî ufuk 198

itnâb 20, 26, 121

ihbar-ı İlâhi 33

ilk şuur 203

insaniyet-i kübra 96

iyilik ve güzellik düşüncesi 27

ihsan 111, 126

ilme’l-yakîn 76, 182

insanların hidayeti 109

izzet-i nefis 176, 266

ihsan atmosferi 115

ilm-i ahlâk 349

insanların kesbi 226

ihsan-ı İlâhî 165, 455

ilm-i ebdân 14, 36

insanlığın son halaskârı 267

ihsanın en âlî mertebesi 112

İlmî gelişmeler 34, 321

insanlık âlemi 380

jeoloji 34,40

ihsan mertebesi 112,113

ilm-i nefs 14, 36, 349, 351, 403,

insanoğlunun hilkati 69

jinekoloji 34, 40

ihsan ruhu 50 ihsan ruh ve telakkisi 114 ihsan şuuru 114 ihsan ufku 114, 117 ihsas 204, 206, 208, 209, 268 ihtimal hesaplan 368 ihtisas 87, 206, 208, 209 iki hidayet 149 ikinci fıtrat 197
İkrime 222
İlâhî ahlâkla ahlâklanmak 129
İlâhî gün 194
İlâhî himaye 114, 364, 370
İlâhî isimler 88, 201
İlâhî kelâm 104, 116, 135, 136,
170
İlâhî kitaplar 82, 136, 204, 300
İlâhî kitap ve suhuflar 154

404, 405 ilmin kaynakları 102

K

inşirah meltemleri 208 irade-i cüz’iye 179, 180

Kâbe 15, 47, 100, 391

haber-i mütevatir 102

irade-i külliye 179, 180

Kâbe-i Muazzama 47

havâss-ı selime 102

irade-i külliye-i İlâhiye 179

Kâbe’ nin duvarı 419

İlmî reybîlik 385

irşad erleri 103

ilm-i ruh 14, 36, 37

isim cümlesi 20, 164, 194, 236,

ilm-i yakîn 393 ilmü’ l-ecinne 374

265, 271
İslâm binası 128, 129

iltifâtât-ı ebediye-i Rahm âniye 96

İslâm dairesi 76

İmam A hm ed İbn H anbel 430

İslâm fıtratı 280

İmam Evzaî 430

İslâm’ ın aydınlık iklimi 169

İmam Malik 430

ism-i âzam 96

İmam Sevrî 430
İmam Şafiî 430 iman dairesi 167 iman esaslan 408

ism -ifâil 117, 179, 222, 263, 271,

Kabe’ nin perdedarlığı 391
Kâbe’nin temelleri 46
Ka’b İbn Eşref 311 kabz hâli 208 kâfire 19, 156 kâfirlerin rüşd ve hidayeti 109 kağnı arabaları 101 kalb hastalıkları 225 kalbin mühürlenmesi 170

321
İsm-i Kuddûs’ün Cilvesi
(Bediüzzaman) 449

kalbî ve ruhî boşluklar 172 kamerî takvim 52

iman esaslarının hakikati 371

İsrail’ in evlatları 15, 43, 45, 56,

Kant 78, 371

imanın diriltici iklimi 45, 197

65, 69
İsrailoğulları 44, 45, 46, 63, 67
İsrailoğulları’ nm önderleri 67

kanun-u vahdet 37

imanın rüknü 118

İlâhî nimetler 188, 367, 379, 453,

iman meşalesi 165
İmriü’ l-Kays 397, 402 imtisas 206

istiare-i temsiliye 185,189,221,

İlâhî nimetleri suistimal 172
İlâhî nimetler sağanağı 67

inadî küfür 176

İlâhî seralar 269

inanmış gönüller 225

istifham 20 istîkâd-ı nâr 302

İlâhî suhuf ve kitap/-lar 135,137,

İncil 81, 82, 135, 136, 195, 259,
300

145

'


insî şeytanlar 262, 267

akıl 102

İlâhî mesaj/-lar 103, 135, 359, 397
456

J

287

İşârâtü’l-İ’câz (Bediüzzaman) 12,
28, 92, 95, 130, 132, 139,

kapitalist anlayış 219 kapitalistler 233
Kapitalizm 233 kardeşlik rabıtaları 231
Kârun 167 karz-ı hasen (faizsiz borç) 54 kasr 20
Katâde İbn Diâme 222

B i r I 'c a z H e c ele m e si

472

Al 3

K a r m a in d e k s .

kavs-i urûc 145

Kur’ân’ ın tilmizleri 266

m ânevî kalb 163, 225

Mescid-i Haram 32, 47, 51

kayaç 40

Kureyş 195, 391

m ânevî körlük 355

meşrubat çağlayanları 443

kelâm-ı İlâhî 74, 88, 97, 93, 104,

kutlu kâfile 151

m ânevî yapı 162, 173, 226

metâli’ 37

kuvve-i hâfıza 206

mâniatü’l-cem 158, 289

Metâlib ve Mezâhib (Elmalık M.

kelâm-ı nefsî 98, 108

kuyûdun fevâidi 3 0 4 ,4 0 7 ,4 1 5

mâniatü’ l-hulüv 158, 289

Kelbî 92

küfran-ı nimet 156

maraz-ı ahlâkî 221

keler 445

küfür ve nifak hastalığı 228

maraz-ı kalbî 221

kelimât-ı İlâhiye 97

küfür vesilesi 174

m araz-ıruhî 216,221

kelime-i habîse 352

kükürt 389, 406

mârifet-i İlâhiye 187

kelime-i şehadet 47

künh-ü Bârî 88

marifet nurları 165

kelime-i tayyibe 352

kürsî-i İlâhi 63

marifet yolları 187

M ezopotamya 15

mâsivâ 110, 115

Mısır 401

m ecaz-ı aklîye 276

Mikâil 104

laboratuvar tecrübeleri 118

Mecelle 58

miras hukuku 401

lafz-ı celâle 85, 105, 193, 201,

M ecm uatü’ l-Ahzâb (Ahmet

misal kahramanlan 330

105, 106, 383, 403

kelime-i tevhid 47

L

kelime musikisi 318 kesb 39, 164, 165, 175, 179, 180,
216, 217, 226, 268, 272,
278, 284

291, 338

HamdiYazır) 204
Mevkıfü’ l-beşer tahte sultâni’lkader (Mustafa Sabri Bey)
346
M eyve’nin Dördüncü Meselesi
(Bediüzzaman) 452

Ziyaeddin Gümüşhanevî)

misk-i amber 276

89

mitoz bölünm e 40

kevnî hakikatler 229

lâm-ı imâd 94

keynûnet 285, 416

latife-i Rabbâniye 162, 163, 342

M edenî âyetler 45

modern anlayışlar 34

kırağı 324

Lebid 397,400

M edenî sûre 384

monoteist dinler 15

M edine 45, 63, 167, 182, 195,

mors alfabesi 93

209, 223, 224, 301, 384

M. Reşid Rıza 15

kısas 12, 27, 28, 48

Lem ’ alar (Bediüzzaman) 338

kitâb-ı dua 96

lemha-i inayet 339

kitâb-ı fikir 96

lemha-i ümit 339

M edine ahalisi 192

Muallaka şairleri 410, 419

kitâb-ı semavî 96

Liberalizm 219, 233

M edine hükümdarlığı 209

Muğire İbn Şu’be 391, 392

kitâb-ı zikir 96

liberal sistemler 137

M edine-i M ünevvere 4 5 ,6 2 , 167,

muhacirîn-i izam 285

kizb değirmeni 219

lütf-u Rabbânî 165

Komünizm 219, 233

M

kozmik ışınlar 40

195, 219, 224
Mefisto 269

211, 212, 213, 221, 227,
228, 238, 271, 288

Maarrî 411

Mehmet Akif Ersoy 87, 401

körebe 307

m addî yapı 162, 173, 379

Mekke 15, 32, 45, 166, 238, 384,

kör oyunu 307

mağdûbîn (sapıtıp gazaba uğrayanlar) gürûhu 65

200, 201, 202, 209, 210,

Meğâzî (İbn İshak) 391

kömür 389, 406

kubbe-i âsumân 366

muhâdaa (aldatmaya çalışma)

390, 391
Mekke dönem i 33

muhakeme usûlü 56 muharebe-i ilmiye 178 mukattaa harfleri 74, 75, 83, 84,

kudret helvası 66

mahkeme-i kübra 106

kudret-i kâhire 2 1 1

mahsüsât 116, 118, 144, 146

Mekke müşrikleri 182

mukattaât 83, 88, 92, 104, 428

Kudüs-i Şerif 47

mahsüsât kırıntıları 206

Mekkî âyetler 45

mukteza-i hâl 26

Kur’ân’daki îcâz 26

makro âlem 318

menhelü’l-azbi’l-furât 428

mukteza-i zâhir 26

Kur’ân’ın hidayeti 19, 75, 76, 78,

malî ibadetler 79, 80, 129

menhelü’l-azbi’l-mevrûd 25 , 76

Mustafa Sabri Bey 346, 393

malî ihsanlar 79

m erede 267

Mutezile 126, 159, 170, 185, 217,

mânevî hastalıklar 173, 225

merh 323

108, 109
Kur’ân’ m iç musikisi 27

Mekke-i Mükerreme 45, 391

85, 86, 87, 88, 90, 93

277, 281

474

B ir İ ’c â z H ecelem esi

Mutezile anlayışı 306 mutlak kâfir 339

Necâşî 137
Necip Fazıl Kısakürek 87, 401

muttakilerin hidayeti 109

nefis 36, 99, 200, 202, 203, 208,

muzaaf cinayet 235 mücerrebât 142, 146

212, 213, 214, 258, 278,

mücerredin enginliği 221

283 nefs-i em m âre 203

mücerret hakikatler 286, 287, 293

nefs-i levvâm e 203

Mücessime 281

nefs-i mardiyye 203

müessir-i hakiki 180

nefs-i râdıyye 203

Mü’ min 147

nefs-i safiye 203

mü’ minin miracı 128

nefs-i zâkiye 203

ölüm endişesi 321, 338 ölüm fermanı 172 ölüm korkusu 321

nefs-i m ülheme 203

mük’ ab bir cehalet 259

münafık gürûh 195, 196, 198,

negatif elektrik yükü 324

haram rızık 126 helâl rızık 126

öbür âlem 118

nefs-i mutmainne 203

mühürler 164, 172, 178

415

Ö

nazariye 143, 207, 208

mutlak adalet 131

K a r m a in d e k s .

önceki ashab-ı diyanet 46

ribâ 54, 130
Risale-i Nur/Risaleler
(Bediüzzaman) 318, 367,
370, 371, 377,434

öteler ötesi 74

Romalılar 13, 32

özel mülkiyet 129

rubûbiyet dairesi 362 rubûbiyet-i mutlaka 96

P

ruhanî hayat 225

Pascal 204

ruh bozukluğu 335

perdeler 311

ruhî maraz 211

Persler 269

ruhî zulmetler 299

peygamberlerin esas davası 362

rükâm 324

nehy-i ani’l-münker 158, 161

peygamberlik ağacı 139

Nemrut 167

potansiyel hidayet 283

nezd-i İlâhî 135

pozitif gerçekler 393

Mün’im-i Hakiki 156

nifak alâmeti 270, 327

Pozitivistler 393

mürekkep cehalet 259

nifak düşüncesi 223

Pozitivizm 393

sadaka 53,132,133

müsavat 26

nimet-i İlâhiye 364, 378

proteinler 368

Sa’ d İbn Ubâde (r.a.) 209

nisap miktarı 129

Psikiyatri 207

Sadüddin Teftâzânî 164

nokta-i istinat 208, 270, 301, 338

psikolojik tefsir 20

sahabe-i kiram 159, 241, 246,

340, 353, 360 münafıklar gürûhu 193,219,328,
333, 349

Müseylimetü’l-Kezzâb 218, 220,
398, 409, 423, 426

S
Saadet Asrı 212,219,233,300,
301,421

247, 252, 273, 296

Müslim 64, 309, 320, 444

Nuh kavmi 432

Müstehzi 271

Nuh tufanı 273

müşâhedât 142, 146

nuranî cem aat 293

ra’d 326, 330, 334, 336, 337, 340

sahife-i âlem 130

Müşebbihe 281

nur iklimi 197

rahmet-i İlâhiye 134, 144, 165,

Sahr 397

Mütenebbî 411

nur-u hakikat 299

müterakim bulutlar 324

nur-u mârifet 186

rahmet-i vâsia-i muhîta 96

mütevâtirât 142

nutfe 35, 36

Ramazan ayı 49

salât 122

mütevatir haber 142, 393

nübüvvet müessesesi 139

Ramazan orucu 50

sâlih amel 29, 34, 82, 113, 146,

müttakiler grubu 149, 170

nüzul atmosferi 412

reklam panoları 94

nüzul keyfiyeti 138

reybîlik 141, 216, 223, 243, 265,

N

R

O

Nâbiğa 402 namütenahi istikameti 145

O n İkinci Söz (Bediüzzaman) 96,

Nasranîler 136 nazarî akıl 78,371

266 on iki pınar 67

nazarî iman 79, 80

Onuncu Söz (Bediüzzaman) 144

263

389, 390, 396
Rıza Tevfik 250 rızık 59, 66, 126, 127, 132, 134,

Sahib-i Hidayet (s.a.s.) 282, 283

sâika 322, 325, 326, 329, 335,
337, 338, 339, 340

170, 4 3 5,441,442,455 saltanat-ı âmme-i sübhâniye 96
Samanyolu 37, 387
Samanyolu galaksisi 40
Sasaniler 32

211, 347, 360, 366, 368,

Sasanilerin zafer naralan 32

369, 373, 380, 440, 446,
458

savaş atları 389 sayyib 316, 334

4 7 6 __________ _______________ ___________ sefih 245, 251, 253, 254, 255,
256, 257, 258, 260

B ir V c a z H ecelem esi

K a rm a İn d ek s

...............

siper-i sâika (paratoner) 325

Şia 281

siroz hastalığı 172

şimşek 315, 316, 319, 322, 323,

...............................................477
Tebük vakası 353 tefecilik 132

Site İslâm Devleti 45

325, 326, 329, 330, 333,

siyasî hayat 215

tekâmül vetiresi 40

334, 336, 337, 338, 339,

sofistler 99

tekemmül süreci 19

Sekkâkî 2 1 ,2 9 3 ,4 0 6

340, 341, 342, 348, 349,

tek kıbleye teveccüh 46

selim fıtratlar 107, 169, 226, 233,

sosyal adalet 131

3 5 0 ,3 5 1 ,3 5 4 , 355, 356*
368,447

teklif-i mâlâ yutâk 61, 169, 178,

sehere-i şuarâ (büyüleyici şairler)
411

248,282
Selman-ı Fârisî (r.a.) 252

sosyal hayat 132, 186

418

Sözler (Bediüzzaman) 144

şuûn-u İlâhiye 96

teknoloji harikası 101

sema-i dünya 39,417

sperm 35, 206, 367

şuuraltı çizgileri 207

tekvini âyetler 361

semavî cisimler 38, 40

spermin vazifeleri 206

şuuraltı müktesebat 207

tekvini emirler 33, 34, 39, 40,

semavî dinler 199

suçluluk hâlet-i ruhiyesi 351

şüphecilik 98, 99, 100, 101, 144,

semavî dinlerin müntesipleri 16,

suhuflar 97, 154, 300

369, 380 temsil figürleri 308

58

216, 415

;

tenâsüb-ü illiyet 208

su ırmakları 442

T

tereccî 363, 364, 367

semavî kitaplar 15

sulh anahtarı 136

semavî vahiy 108

sulh-u umumi 231, 233, 238

taabbudîlik ufku 52

terkib-i mezcî 92

semm-i kâtil 231

Sûre-i Kürsî 63

tâdil-i erkân 125

tesir-i hakiki 178

Semûd kavmi 432

Suriye 393

tafsili iman 135

Senâmü’l-Kur’ân 63

suver-i şuuriye 291

tahaddî 384, 385, 405, 410, 418,

septistler 98, 99

suver-i zâhire 297

serap 331

sübjektif duyuşlar 205

tahaddiyât 383

ses sürati 335

Süddî 301

tahdis-i nimet 156

seviyeli inkılap 77

süfeha 245, 257

Taif 390

seyr ü sülük 145

sülâle 35

takıyye 200, 264, 271

Seyyid Kutup 21, 293, 406

Sünnet-i Sahiha 26, 162

takva dairesi 18, 108, 360, 370,

seyyie 217

süt ırmakları 442, 443

sıfât-ı e f âl âlemi 161

süzme bal ırmakları 442

sıfât-ı ezeliye âlemi 161

378 takvanın en âlî mertebesi 112 takvanın ikinci mertebesi 113

$

sıfât-ı İlâhiye 120 sıfat-ı müşebbehe 222, 308, 321,

420

takvanın ilk mertebesi 113

teşbih-i mürekkeb 286, 288
Tevfik Fikret 250 tevhid-i kıble 305 tevhid inancı 15 tevhid-i rubûbiyet 359, 360, 370,
382,400, 407,436, 451 tevhid-i ubûdiyet 359, 360, 370,
382, 450 tevhid-i ulûhiyet 48, 360, 362,
370, 381, 382, 400, 407,
436,451
Tevrat 81, 82, 135, 136, 195, 259,

Şafiî mezhebi 125

takvanın son mertebesi 114

297, 300
Teymoğulları 255

Şam 254, 263, 285

takvanın üç mertebesi 113

tıbâk 28

sıfât-ı sübhâniye 120

şarap ırmakları 442

takvanın üçüncü mertebesi 113

ticarî ahlâksızlık 240

sınıf-ı mütekârib 49

şeâir 124, 158

takvimcilik 52

toplum sınıfları 221

sınıflar arası mücadele 232

şeâirin en büyüğü 124

tâli’siz gürûhlar 329

sırat-ı müstakim 83, 98, 108, 109,

şehvet 203, 300

Tâlût 68

tuğyan 273, 277, 278
Tur 66, 320, 321

şeriat-ı fıtriye 367, 371

Tarafe 398

sırat-ı müstakim çizgisi 83

şerîr insanlar 262

tasavvufî tefsir 20

sırlı şifre 75

şerli halefler 299

Tebük hâdisesi 24 1

sinir sistemi 165

Şeybe 186

Tebük seferi 191

334, 345, 358

150, 178, 273

Türkçe 85, 126, 135, 163, 164,
180, 184, 222, 272, 288,
308, 311, 317, 363, 364,
437

B ir İ ’c â z H e c ele m e si

478

u
Uhud 241
Uhuvvet Risalesi (Bediüzzaman)

vikâye-i İlâhiye 75

Yunus (Emre) 258

Zât-ı İlâhiye 120

vitaminler 368

Yüceler Yücesi Zât 201

Zât-ı Ulûhiyet 201, 271, 306, 382,

Vücud-u Bârî 148

yüksek gerilim hatları 324

428

X

ukde-i hayatiye 179 ukûbat (ceza hukuku) 401

479

K a r m a in d e k s

Zât-ı Vacibü’l-Vücud 106, 202

yüsr 60

Zebur 81, 82, 135

X ışını 393

ultraviyole ışınları 39

Z
Y

386

yürek 162, 163

zekât malları 127
Zemahşerî 21, 293, 406

zaruret hâli 60

zevk-i selim 27

yağm ur damlası 324

zaruretler 16, 60

Zeyd İbn Amr 42

Urve İbn Mesud es-Sekafı 390

Yahudi 15, 42, 90, 136, 176

zaruret miktarı 16, 60

zıt elektrik yükü 325

Utbe 186

Yahudi efendiliği 210

zaruret miktarı mahzur 60

zigot 35, 36, 40

Yahudiler 16, 42, 46, 47, 58, 59,

Zât-ı Baht 88, 148

zihin hâzinesi 342

Zât-ı Bârî 105

Züheyr İbn Ebî Sülmâ 402

ulvî hakikatler 152 umumi hukuk 58

Ü üç çeşit küfür 175

71, 90, 92, 167, 183, 195,
209, 210, 214, 233, 285

cehlî küfür 177

Yahudilerin atası 15

inadî küfür 175

Yahudilik 59, 282

inkârî küfür 176

yakîn 62, 100, 142, 145, 146, 147,

ümit ışığı 332

148, 149, 251, 373, 393,

ümmet-i davet 41, 168, 177,436

396, 415

ümmet-i icabet 41, 43

yakîniyyât 142, 146

ümmet-i Muhammed 42, 233,

yalan bulam acı 216

377

yaratılma süreci 40

ütopik fikirler 311

V

yedi tabaka 39
Ekzosfer 39
İyonosfer 39

Vacibü’l-Vücud 106,311,363
Vahidî 248

Mezosfer 39

vâhid-i itibarî 92

Stratosfer 39

vahşi hayvanlar 312

Termosfer 39

vahy-i semavi 97, 135, 136, 148,
149, 187, 340, 349, 448
Varaka İbn Nevfel 42 vedk 324
Velid İbn Muğire 390 vesvâs 262 vicdan huzuru 153 vicdanî karanlıklar 299 vicdan insanlan 131

O zonosfer 39

Troposfer 39
Yem en 254, 285 yıldırım 66, 315, 316, 326, 329,
330, 333, 334, 335, 336,
351, 368
Yirmi Beşinci Söz (Bediüzzaman)
28, 266, 428 yumurta 35, 36, 206, 367 yumurtanın vazifeleri 206

*

^Kaynakların te sp itin d e fayd a la n ıla n Eserler el-Aclûnî, İsmail b. Muhammed (1087-1162 h.); K e şfü ’l-hafâ ve m ü zîlü ’l-ilbâs, I-II, Müessesetü’r-risale, Beyrut, 1405 h.

Ahm ed İbn Hanbel, Ebû Abdillah Ahmed b. Muhammed eş-Şeybanî
(164-241 h.); e l-M ü sn e d , I-VI, Müessesetü Kurtuba, Mısır, tsz. A liyyü lkârî, Ebu’l-Hasan Nureddin Ali b. Sultan Muhammed (v.11014/
1606); M irk â tü ’l-m efâtîh şerhu M işkâti’l-m esâbih, I-XI,
Dâru’I-kütübi’l-iImiyye, Beyrut, 1422/2001.
Âlûsî, Ebu’s-Senâ, Şehâbeddin Mahmud İbn Abdillah (v. 1270 /1854);
R û h u ’l-m e â n îfi tefsîri’l-K u r’âni’l-azîm v e ’s - s e b ’i’l-m esâ n î, I-XXX, Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî, Beyrut, tsz.

Aynî, Bedrüddin Ebî Muhammed Mahmud b. Ahmed (v. 855 h.);
U m d e tü ’l-kârî şerh u SahihVl-Buhârî, I-XX1V, Dâru’l-fikr,

tsz.
Bediüzzaman, Said Nursî (1877-1960); İşarâtül-V ca z, Şahdamar
Yay., İstanbul, 2010.
___________ , L e m ’alar, Şahdamar Yay., İstanbul, 2010.
___________ , M e k tu b a t, Şahdamar Yay., İstanbul, 2010.
___________ , M e s n e v î-i N u riye, Şahdamar Yay., İstanbul, 2010.
___________ , S ö z le r , Şahdamar Yay., İstanbul, 2010.
___________ , S ünûhât, [Sadeleştiren: Abdullah Aymaz], Şahdamar
Yay., İstanbul, 2006.
___________ , Şuâlar, Şahdamar Yay., İstanbul, 2010.
___________ , Tarihçe-İ H a ya t, Şahdamar Yay., İstanbul, 2010. el-Beğavî, Ebû Muhammed Muhyissünne Hüseyin İbn Mes’ud, (v.
516/1122); M eâ lim ü ’t-ten zîl, İ-11X, [Tahkîk: Hâlid Abdurrahman el-Ak], Dâru’l-mârife, 1407/1987. el-Beyhakî, Ahmed b. Hüseyin (v. 458 h.); e s-S ü n e n ü ’l-kübrâ, 1-X,
Mektebetü dâri’ l-bâz, Mekke.
___________ , Ş u a b u ’l-im an, I-V1II, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut,
1410.

482

_____ ____________________________ B ir İ'câ z H ecelem esi

el-Beyzâvî, Nasaıddin Ebû Saîd Abdullah İbn Ömer İbn Muhammed

(v. 791 h.); E n vârut’t-ten zîl v e en srâ ru ’t - t e ’vîl, [Tahkik:
Abdulkâdir Arafât], I-V, Dâru’l-fikr, Beyrut, 1416/1996. el-Bezzâr, Ebû Bekir Ahmed b. Amr b. Abdilhâlık (215-292 h.); el-M ü sned, I-IX,

[Tahkik: Mahfûzurrahman ZeynuUah], Müessesetü

ulûmi’l-Kur’ân/Müessesetü’l-ulûmi ve’l-hikem, Beyrut/Medine,
1409 h. el-Buhârî, Ebû Abdillah, Muhammed İbn İsmail (v. 256 h.); S a h îh u ’lBuhârî, I-VI11, el-Mektebetü’l-İslâmiyye, İstanbul, 1979.

___________, et-Târîhu’l-kebîr, I-VI1I, [Tahkik: es-Seyyid Hâşim en-Ned-

uî] Dâru’l-fıkr, Beyrut, 1986. el-Cürcânî, Ebû Beki Abdulkahir İbn Abdirrahman İbn Muhammed

(v. 471 h.); D elâ ilu ’l-i’câ z, [Tahkik: Muhammed et-Tenci],
Dâru’l-kitabi’l-Arabî, Beyrut, 1995. ed-Dârimî, Abdullah b. Abdirrahman (181-255 h.); e s -S ü n e n , I-II,

Dâru’lkitâbi’l-Arabî, Beyrut, 1407/1987. ed-Deylemî, Ebû Şücâ’ Şîreveyh b. Şehridâr b. Şîreveyh el-Hem edânî

(445-509 h.); Müsnedü’l-Firdevs bi me’sûri’l-hitâb, I-V, [Tah­ kik: Said b. Bisyûnİ Zağîûl], Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 1. baskı,
Beyrut, 1986.
Ebû Dâvûd, Süleyman b. Eş’as es-Sicistânî (202-275 h.); e s -S ü n e n ,

I-V, Çağrı Yayınları, 2. baskı, İstanbul (1413/1992).
İhyâu ulûm i’d-dîn, I-IV, Dâru’l-ma’rife, Beyrut, tsz.

Abdüsselâm Abdüşşâfi Muhammed], Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye,
Beyrut, 1413/1993.
İbn Ebî Şeybe, Abdullah b. Muhammed (v. 235 h.); el-M u sa nn ef f i ’î-eh â d îs v e ’l-âsâr,

[Tahkik: Kemal Yusuf el-Hût], I-VII,

Mektebetü’r-Ruşd, Riyad, 1409 h.
İbn Hibbân, Ebû Hâtim Muhammed b. Hibbân b. Ahmed et-Temîmî

(v. 3 5 4 h.); es-S a h îh , 1-XVIII, [Tahkik: Şuayb Arnavut], Müessesetü’r-risale, 2. baskı, Beyrut 1414-1993.
İbn Hişâm, Abdülmelik b. Hişâm b. Eyyûb el-Himyerî (v. 213/828); es-S îra tü ’n -n e b ev iyy e , I-VI, [Tahkik: TâhâAbdurraufSa’d],
Dâru’l-cîl, Beyrut, 1411 h.

İbn İshak, Muahammed İbn İshâk İbn Yesâr; Sîretü İbn İshâk, I-III,

[Tahkik: Muhammed Hamîdullah] Ma’hedü dirâsât ve’lebhâs li’t-ta’rîf, Beyrut, tsz.
İbn Kayyim el-Cevzî, Abdurrrahman İbn Ali İbn Muhammed (508-

59 7 h.); Z â d u ’l-m esîr, I-IX, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut,
1404.
İbn Kesir, Ebu’l-Fidâ İsmail b. Ömer b. Kesîr ed-Dimaşkî (v. 774 h.);
T efsîru ’l-K u r’âni'l-aztm , I-IV, Dâru’l-fikr, Beyrut, 1401 h.

İbn M âce, Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî (207-275 h.); es-S ü n en ,

I-II, Çağrı Yay., 2. baskı, İstanbul, 1413/1992.
İbnü’l-Cevzî, Abdurrahman b. Ali b. Muhammed (v. 597 h.); K e şfu ’l-

[Tahkik: Ali Hüseyn elBevvâb], Dârun-neşr, Dâru’l-vatan, Riyad 1997/1418.
___________ , S ıfa tü ’s-saJve, I-IV, Dâru’l-mârife, Beyrut, 1399-1979.

el-Hakîm et-Tirmizî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ali b. el-Hasan (v.

360 h.); N evâdiruT -usûl f i eh â d îsi’r-R asû l, I-IV, [Tahkik:
Abdurrahman Amîra], Dâru’l-cîl, Beyrut, 1412/1992. el-Hâkim, Ebû Abdillah Muhammed b. Abdillah en-Neysâbûrî (321-

405 h.); e l-M ü sted rek a le’s-S a h îh a yn , 1-V, Dâru’l-kütü­ bi’l-ilmiyye, Beyrut, 1411/1990.
İbn Arabi, Ebû Bekir Muhyiddin Muhammed b. Ali b. Muhammed b.

Muhammed b. Abdullah el-Hâtimî (v. 638 h.); el-F ü tû h â tü ’lM e k k İyye, I-VİH, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, 1999.
İbn Atıyye, Ebû Muhammed Abdülhak b. Gâlip (v. 546 h.); e l-M u tefsîrİ’l-K itâ bi’l-A zîz, I-V,

483

M ü şk il min H a d isi’s-S a h îh a yn ,

el-Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed (450-505 h.);

harraru ’I-veciz f i

K a y n a k la n ır ı 'T esp itin d e F a y d a la n ıla n E serler

[Tahkik:

İbnü’l-Esîr, Ebu’l-Hasan İzzeddin Ali b. Muhammed b. Abdülkerim

(v. 630/1233); Ü sd ü ’l-g â b e f i m a ’rifeti’s-sa h â be, I-VII,
Dâru’l-fikr, Beyrut, 1414/1993. el-İbşîhî, Ebü’l-Feth Bahaeddin Muhammed b. Ahmed b. Mansur el-

İbşihi el-Mahalli (854 h. 1450 ? m.), el-M üsta tra f f i külli fe n n in m üstetraf, Âlimu’l-kütüb, Beyrut, 1419 h.

el-Kazvînî, Hamdullah b. Ebî Bekr b. Ahmed Hamdullah Müstevfi, el-îzâ h f i ulûm Vl-belâğa,

[Tahkik: eş-Şeyh Behic Ğazâvî],

Dâru ihyâi’l-ulum, Beyrut, 1998. el-Kudâî, Muhammed b. Selâme b. C a ’fer (v. 454 h.); M ü sn ed ü ’şŞ ih â b, I-II, Müessesetü’r-risale, Beyrut, 1407/1986.

484

B ir İ 'câ z H ecelem esi

el-Kurtubî, Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekir b. Ferah (v. 6 70 h.);

K a y n a k la r ı n T e s p itin d e F a y d a l a n ıla n E s e r le r

____ ____________ 485

es-Süyûtî, Abdurrahman b. el-Kemal Celâleddîn (849-911 h.); el-İt-

e l-C â m i’ li a h k â m i’l-K u r ’ân, I-XX, Dâru’ş-şa’b, Kahire,

kan f i u lû m iT -K ur’ân, l-II,

1372 h.

ru’l-fikr, Beyrut, 1416/1996.

M. F. Gülen, Ç izg im izi H e c e l e r k e n , Nil Yay. İstanbul, 2012.

[Tahkik: Said el-Mendûb], Dâ-

et-Taberânî, Ebu’l-Kâsım Muhammed b. Ahmed (v. 360 h.); e l-M u ’c e -

[Tahkik: Hamdi b. Abdülmecîd es-Selefî], I-X,

___________ , Fâtiha Ü ze r in e M ülâhazalar, Nil Yay. İstanbul, 2012.

m ü T -evsa t,

M a’mer b. Râşid, (v. 151 h.); e l-C â m i’ (Abdurrezzak’ın el-Musan-

Dâru’l-Harameyn, Kahire, 1415 h.

nef inin sonunda), el-mektebü’l-İslâmî, Beyrut, 1403 h.
Mustafa Sabri Efendi, M e v k ıfü T -b e ş e r ta h te su ltâ n i’l-k a d er (el-

İstibsâr ile birlikte), Dâru’l-besâir, Kahire, 2008.
Müslim, Ebu’l-Hüseyn el-Haccâc en-Neysâbûrî (206-261 h.); S ah thu
M ü slim , I-V,

[Tahkik: Muhammed Fuad Abdulbakî], Dâru

ihyâi’ttürâsi’l-Arabî, Beyrut, tsz. en-Nesâl, Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şuayb (2 1 5 -3 0 3 h.); e s - S ü n en , I-V1II, Çağn Yayınlan, 2. baskı, İstanbul, 1413/1992.

en-Nesefî, Ebu Hafs Necmeddin Ömer b. Muham med b. Ahm ed (v.

5 3 7 h.); e l-A k â id , H acı Muharrem Efendi Matbaası, 1847. en-Nesefî, Ebu’l-Berekât Hafızüddin Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd

(v. 710/1310); M ed â rik ü ’t-ten z îl v e h a kâ iku ’t - t e ’vîl, I-IV,
Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî, Kahire, tsz.
Osm an Ergin, B a ltkesirli A b d ü la z iz M e c d i T o lu n : H a ya ti v e
Ş a h siyeti, Kenan Basımevi, İstanbul 1942.

er-Râzî, Ebû Abdillah Fahreddin Muham med b. Öm er b. Hüseyin (v.

606/1210); M efâ tîh u ’l-g a yb , I-XXXII, D âru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, 1421/2000.
Suat Yıldırım, Fâtiha v e E n ’am S û relerin in T efsiri, İstanbul, 1989.
___________ , K u r’ân İlim lerine G iriş, İstanbul, Ensar Yay. 7. bas., 2011.
Saîd b. Mansûr, Ebû Osman Said b. Mansur b. Ş u ’be el-Horasani (v.

227/ 842 h.); K itâ b ü ’s -S ü n e n , [Tahkik: Habîbürrahman elÂzâmî], ed-Dâru’s-Selefiyye, Hindistan, 1982. es-S a ’lebî, Ebû İshâk Ahmed b. Muhammed b. İbrahim en-Neysâbûrî

(v. 427/1035), e l -K e ş f v e ’l-b eyâ n f i te fsîr i’l-K u r ’ân; 1-X,
[Tahkik: Muhammed İbn Âşûr], Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî,
Beyrut, 1422/ 2002. es-Sehâvî, Ebu’l-Hayr Şemseddin Muhammed b. Abdurrahm an (v.

902/1497); el-M a k â std ü ’l-h a s e n e , [Tahkik: Muhammed
Osman] Dâru’l-kitâbi’l-Arabî, Beyrut, 1405/1985.

____________ , e l -M ü ’c e m ü ’l-k eb ir, [Tahkik: Hamdi İbn Abdilmecid,

es-Selefi], I-XX, Mektebetü’l-ulûm ve’l-hikem, Musul, 1404
h.
et-Taberî, Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr (v. 31 0 h.); C â m iu ’l-beyân
Jî te fsîr i’l-K u r ’ân, I-XXX, Dâru’l-fikr, Beyrut, 1405.

et-Taberî, Muham med b. Cerîr b. Yezîd b. Hâlid (224-310 h.); Tehzîb ü ’l-âsâr, I-II, Matabiü’s-Safa, Mekke, 1984.

et-Teftâzânî, S a’düddin Mesud İbn Ömer İbn Abdillah. (v. 792/1390);
Ş e r h u ’t-T eftâ zâ n î, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, 2004.

et-Tirmizî, Ebû îsâ Muhammed b. îsâ b. Sevre (209-279 h.); el-C â m iu ’s-S a h îh , I-V, Çağrı Yayınlan, 2. baskı, İstanbul, 1413/

1992.
____________ , e ş -Ş e m â il, [Tahkik: Seyyid Abbas], Müessesetü’l-kütü-

bi’s-sekâfiyye, Beyrut, 1412 h. el-Û şî, Ebu’l-Hasan Siraceddin Ali b. Osman Fergani el-Ûşî (575/1179);
B e d fü T -em a li, İstanbul, 1318.

el-Vâhidî, E b u ’l-Hasan Ali İbn Ahmed (v. 468 h.); e l-V e c iz fî tefsîri’lK itâ b iT -A z îz ,

[Tahkik: Safvan Adnan Davudi], I-II, Dâru’l-

kalem, Dimaşk-Beyrut, 1415 h.
541002-20141112

Similar Documents

Free Essay

Kalprepf

...ABDÜLHAMİD’İN KURTLARLA DANSI Kitabı elimize aldığımda gözüme ilk çarpan ayrıntı Abdülhamid Han’ın resmi oluyor. Dalından kopması için hafif bir esinti bekleyen, sararıp solmuş yaprak tonuna büründürülmüş Abdülhamid Han ve arkasında kana bürünmüş bir dünya atlası ile okuyucusunu bekleyen hoş bir tasarıma sahip kapağı. Kitap beş bölümden oluşmakta. İlk kısım ‘‘Abdülhamid’i Anlamak’’ ve vermek istediği mesajı Necip Fazıl’dan alıntı yaparak açıklamakta kitabın yazarı Mustafa Armağan: ‘‘Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır.’’. Genel hatlarıyla Abdülhamid’i özetlemekte, Abdülhamid öncesi ve sonrasından bahsetmekte, Abdülhamid’in yaptıklarını karakteriyle bağdaştırarak ne kadar önemli bir lider ve insan olduğu okuyucuya aşılanmakta. Konu başlarında yazan önemli söz ve şiirler olsun, yapılan alıntılar verilen örnekler olsun, okuyucuyu sıkmamak adına önemli detaylar olduğunu düşünmekteyim. Ve yazar bu saydıklarımı eserine ustaca yerleştirmesini bilmiş. Arada bir günümüzle bağlantı kurarak da bize .’’kurtlarla’’ dansın bugünde devam ettiğini aktarmakta ancak siyasete kaymadığını özellikle belirtmek isterim. İkinci kısımda ise şahsiyeti ele alınmış. Bu bölümde devlet adamlığı sıfatı bir kenara bırakılmış. Kendisinin büyük bir Victor Hugo hastası olduğu, Sherlock Holmes’in serisinin sıkı bir takipçisi olduğu, ilim adına Pasteur’e gönderdiği gibi güzel bilgiler yer almakta. Ayrıca Türkçe konusundaki hassasiyeti, insanlara hitap şekli ve günlük hayatında saklı kalan özelliklerini...

Words: 516 - Pages: 3